ESKİCİ HİKAYELERİ- Siyah Beyaz Fotoğraflar
Zaman, tren penceresinden akıyor gibi... çoğu zaman farkına bile varmıyoruz.
Gençler birbirlerini sever, evlenir. İkisi de büyük sıkıntılara birlikte göğüs gerer. Sonra çocukları olur. Hayatın anlamı daha güzel şekillenir.
Onları geniş ve rahat bir evde büyütme isteği, mülk aldırır. Çocuklar büyür, hepsi birer birer yuvadan uçar.
Ev, anne-baba için bir hayli büyüktür. Daha az eşya ile daha küçük bir “daire”ye taşınırlar.
Eşlerden biri ölür. Diğeri yalnız yaşayamayacağı için “Yaşlılar Evi”ne yerleştirilir bir odaya sığacak eşya ile...Yatak, masa, sandalye, elbise dolabı ve bir koltuk... fotoğraf albümleri, plaklar, kitaplar...
Sonunda o tek kalan “yaşlı” da ölür.
Bize de çocuklarının bile almadığı, siyah-beyaz hatıraları ve “Eskici”nin “Zaman”la imtihanı kalır.
Dün yine bir yaşlı odası boşalttık. Bir kaç koli, bir kaç sepet...
İçinde ne olduğunu bilmeden açtığım torbalardan, kucağıma kayıveren fotoğraflar hayatı, zamanı, insanı sorgulamama sebep oldu. Hüzün-iş-sorumluluk arasında, kendi geçmişimi ve geleceğimi de görmeye çalıştım.
Anne-babanın, dede-ninenin hatta büyük dede-ninenin evlilik fotoğrafları hiç bir evladın ve torunun ilgisini çekmemiş, hepsi bize kalmıştı.
Bir ara düşündüm, memleketteki sandıkları karıştırsak, tavan arasını veya bodrumu... ne bulurduk acaba?.. Sadece önemli günlerde fotoğrafçı çağrılan, evlerde fotoğraf makinesi bulunmayan bir dönemin çocuklarıyız. Bizden öncekilerin öyle bir şansları da yoktu. Ben anne-babamın düğün, babamın askerlik fotoğrafını bulabilirim ama onların anne-babalarının gençlik anılarını bulmam imkansız.
Avrupa, bizden çok önce hayatına almış bu anı makinesini. Kendi icatları ne de olsa... Elimden kayıp giden, bazıları sarı, bazıları yeşil, bütün bu “siyah-beyaz” fotoğraflar, bu ulusun da tarihi, kimliği, hatta belleği aynı zamanda... Atarken veya gözden çıkarırken ne düşünüyorsunuz acaba?.. Yıllar sonra bir gün bir yerde, mesela bir müzede görürseniz gurur duyarsınız ama... İşte o zaman “Satılsa da alsam” dersiniz. “Tarihim” dersiniz, “kimliğim” dersiniz, “onurum-şerefim” dersiniz. Hele bir de yaban ellerdeyse, onu kendi sılanıza getirmek için uğraşırsınız.
Böylesi fotoğrafları, hatıra defterlerini, özenle saklanmış mektup ve kartpostalları -mümkün olduğu kadar- uzun bekletirim belki bir tarihçi, bir araştırmacı, bir belgeselci sorar diye.
Askerî müze gönüllüsü arkadaşa, fotoğrafları gösterdim. İçlerinden birine uzandı: “Alman askerleri... Biri deniz kuvvetlerinden... denizaltı subayıymış, diğeri hava kuvvetlerinden... pilotmuş. İkinci Dünya Savaşına katılmışlar. Madalyaları var... Belki akraba belki baba-oğul... birlikte fotoğraf çektirdiklerinden belli.” dedi. Gözleri dolu dolu devam etti:
- Biliyor musun mami... benim babam da “Marinemiliter”di. Denizaltı subayıydı. 17 yıl görev yaptı. Bu fotoğrafı görünce onu görmüş gibi oldum. Ben bunu, müze için alayım. Kaç para?
- Ben eskiciyim, müzayedeci değil. Bana sorarsanız sadece bir kağıt parçası. Gerçek değerinin ve anlamının bilindiği bir yere gitmesi, beni daha çok mutlu eder. Ulusunuzun belleğine armağanım olsun.
-Danke mami...