Eskici Hikâyeleri- Mekke Ne Tarafta
HAFTANIN YAZISI

 

  -Çav mami, alles klar?! (Selam anne, her şey yolunda mı?)

   Fischer her geldiğinde, içeri girmeden önce kapıdan seslenir, biz de onu o kocaman sesinden tanırdık. Bazen bir günde iki veya üç defa geldiği de olurdu. İlk zamanlar “Hani şu kocaman Alman adam var ya...” diye bahsederdik. İki metreye yakın boyu, iri yarı cüssesiyle göz dolduran, aldığı eşyaya pazarlık yapmayan adam...

   Eski ve değerli eşyaları, el aletlerini, özellikle asker üniformalarını arardı. Başka bir müşteri bir şey sorduğunda, benden önce cevap verir, dükkânda nerede olabileceğini tarif ederdi. Şehrin askerî müzesini kendi elleriyle, donatmıştı. Eski maşrapalar, mataralar, ocaklar, kap kacaklar, dürbünler, pusulalar, çantalarla...

   Bir gün bir kutu dolusu oyuncak iş makinesi gelmişti. Metal oyuncaklar aslında oynamak maksatlı üretilmiyor. Koleksiyon olarak biriktirilip saklanıyor. Hepsi çok güzeldi. Çocuklar oyuncak sanıp oynamasın diye kutuyu, benim tarafta, yukarı bir yere koymuştum. Onu gördü, bakmak istedi. Verdim. Tanışmadığımız için, o güne kadar sohbet de etmemiştik.

   -Bunların hepsini kullandım, dedi.

   -Ben bir çoğunu tanımıyorum, dedim.

   -Bak favorim budur, dedi.

İçlerinden en büyüğünü gösterdi.

   -Benden başka kimse kullanamazdı. Ben profesörüydüm, dedi.

Hepsini tek tek tanıttı:

   Favorisi ve “Tam 20 yılım bunun üstünde geçti.” dediği alet, ekskavatörmüş. Toprak zemini kazıyormuş onunla. G sınıfı ehliyeti varmış. Greyder ve dozer de kullanmış. Daha küçük olanları pek sevememiş. “Ben büyük işlerin adamıydım.” demişti. “ Ama şimdi bir küçük motosiklete kaldık.” diye de devam etmişti.

   Zamanla daha geniş sohbetlerle birbirimizi daha iyi tanımaya başladık. On bir çocuklu bir çiftçi ailenin dokuzuncu çocuğuymuş. Henüz on yaşındayken başlamış traktör sürmeye. Babasından, dedesinden gizli binmiş önce.

   Türkiye’nin neresinden olduğumu sorunca “Adana” dedim. “Türkiye’nin güneyinde, Mittelmeer (Akdeniz)’e yakın.”

   -Oo mein Gott! Biliyorum Adana’yı. Çok sıcak...

   -Nasıl biliyorsunuz, gittiniz mi?

   -Ben Türkiye’de çalıştım. İnşaat firmasıyla birlikte gittim. Yol yaptım, köprü yaptım, baraj yaptım. Türkçe “Meraba, günaydın, afiyet olsun” biliyorum. Bruder’e siz bilader diyorsunuz. Bir de “Hey arkadaş!” biliyorum.

   -Gerçekten mi?

   -Erzincan biliyorum, Elazıg biliyorum, Urfa biliyorum. Adana’ya da bir kere gittim. Oranın işini almadan döndük. O ye ye ye... Ben Saudi Arabiya çöllerinde çalıştım, Adana’nın sıcağı, başka bir şey...

   -Suudi Arabiya’da nerede çalıştınız?

   -Mekke’nin Medina’nın yollarını biz yaptık.

   -Hayır... Oralar, Müslüman olmayana yasak... Gidemezsiniz.

   -Şehre girmedik. Arap elbisesi giydirdiler, başımızı da örttüler. “Konuşursanız kafanızı keserler, sakın konuşmayın.” dediler. Günde beş defa namaz kıldık. Bir tane Müslüman adam, imam oluyordu. Biz onun arkasında, onu taklit ediyorduk.

    -Nasıl yani Müslüman gibi görünmek için mi?

    -Hem öyle hem de etkilenir de Müslüman olur muyuz diye denediler herhâlde...

    -Etkilendiniz mi?

    -Benim dinim yok. Hiç bir dine inanmam. Ama eğer bir din seçecek olsam İslamı seçerdim. Hepimize "Koran" dağıttılar. Ben okudum. Her okumadan sonra oturup tartışıyorduk bir de... Güzel günlerdi...

   Bir kaç defa ellerinin aşırı titrediğini fark ettim. Önce parkinson sandım. Troid ilaçlarının yan etkisiymiş. Başka bir gün de:

   -Mami, yaşlılık iyi bir şey... ancak sağlıklı yaşlanacaksın. Hasta yaşlılık hiç iyi değil. En kötüsü de diyabet. Aman çok dikkat et sakın şeker hastası olma, demişti.

   Ayakları çok çabuk şişiyordu. O yüzden kışın bile ayakkabı giyemezdi. El örgüsü çorapların üstüne plastik terlik giyerek dolaşırdı. Ayaklarının numarasını, göz kararıyla, tahmin edip bir çift çorap örmüştüm. Çok sevinmişti.

   -Oo mami... Sana mami diyordum gerçekten mamim oldun, demişti.

Ve bir gün:

   -Mami, bacağım devamlı ağrıyor. Bazen kararıyor, su birikiyor. Hastaneye yatacağım. Belki kurtaracaklar belki kesecekler. Aman şu ağrıdan kurtulayım da kesilse de gam değil, dedi.

   Sekiz ay kadar kaldı hastanede. Arada telefonla görüştük. Elimizde çiçeklerle ziyaretine de gittik.

   Bacağını kestiler.

   Hastaneden çıkınca, yine ilk olarak dükkâna geldi. Kapıdan sesini duyar duymaz dışarı koştum.

-Çav mami, alles klar?

-Çav Herr Fischer, alles gut. Und Sie? (Selam Bay Fischer, her şey iyi. Ya siz?)

-Ja, gut gut. (Evet, iyiyim iyiyim.)

-Wie geht’s? (Nasılsınız?)

-Ja mami, gut...Keine schmerzen. Ich bin gut. (Evet anne, iyiyim. Ağrı yok, ben iyiyim.)

   Çok kilo vermiş, boyu biraz daha uzamış sanki. Avurtları çökmüş. Beyaz uzun bıyıkları, tuhaf beresiyle yağlı boya tablolardaki, yaşlı adam portrelerine benzemişti.

   Dükkânın kapalı ortamında sigara içmesine izin verdiğimiz tek kişi oydu. Havaalanlarındaki “Free Shop”lardan sigara almayı sevmem, arkadaşlarıma zehir ikram etmemek için. Sadece çok istiyor diye, ona almıştım bir kaç defa.

   Bir sigara yaktı.

   -Bırakmadınız mı sigarayı?

   -Hayır, ama azalttım. Kahveyi bıraktım, dedi.

Birdenbire konuyu değiştirip

   -Mami Mekke ne tarafta, biliyor musun? Dedi.

   -Mekke mi?.. Haa... Kıble... Tabii ki... Bu taraf, dedim. Elimle gösterdim.

   -Hastanedeyken aynı odada kaldığımız bir Türko namaz kılıyordu. Yanlış yöne dönmüştü. “Hey arkadaş, Mekke o tarafta değil.” dedim.

   -Şaşırmıştır.

   -Şaşırdı, evet... “Sen Müslüman mısın?” dedi. “Değilim ama biliyorum Mekke’nin nerede olduğunu.” dedim. “Ne biliyorsun ki sen?” dedi. “Harita diye bir şey var, oradan biliyorum.” dedim. Hem ben orada çalıştım da...

   -İyi demişsiniz. Harita var, pusula var...

   -Ben "Koran" okudum mami. Biliyorum İslam’ın nasıl bir din olduğunu. Gerçek İslam barış dinidir, sevgi dinidir. Araştırmayı emreden, ilim öğrenmeye sevk eden bir dindir. Kafa kesenlerin, karın deşenlerin dini değildir. Ben Almanca biliyorum, Kuran’ı Almanca tercümesinden okudum. Siz Türksünüz, Kuran’ı Arapça okuyorsunuz. Anlamıyorsunuz. Yüksek yere asıyorsunuz, öpüp başınıza koyuyorsunuz ama okumuyorsunuz, dedi.

    Doğru tesbitler... İtiraz edemedim, sessiz kaldım.

   -İlkokulda göstermediler mi doğuyu, batıyı dedim. Bana bön bön baktı.

   -Doğru tarafa döndü mü sonra?

   -Döndü... Ama siz Müslümanlar, hep böylesiniz. Okumuyorsunuz, okudum diyene de inanıyorsunuz. Belki ben yanlış söyledim, onu da araştırması gerekirdi.

    -Evet... Artık telefonlarda bile var, kıble ne tarafta programı.

    -Bakalım biliyor mu, telefondan öğrenmeyi.

Sigarasından son bir nefes çekip kül tablasına bastırdı. Koltuk değneklerine dayanarak ayağa kalktı.

    -Okey mami... Ben gidiyorum. Gene gelirim, çüüüs...

    -Çüüs Herr Fischer.

   Fischer gitti. Ardından baktım. Kulağımda onun sesi çınladı bir müddet.

   -Hey arkadaş! Mekke o tarafta değil!.. Hey arkadaş Mekke o tarafta değil!.. Hey arkadaş...

   Yönümüzü doğru bilince yolumuz da doğru olur mu acep?





Seferi (Nurcan Bedir Ören)Admin / Kadın / 6/19/2016