Eskici Hikayeleri-TAŞ
Bugün yine bir ev boşalttık. 90’lı yaşlarında vefat etmiş bir anne/ ninenin eviydi. İnsanın yaşı 90’lara ermişse, ev değişikliği yapmadan da yaşamışsa, genelde, antikadır eşyaları. Bir kere almıştır, kırılıp eskimediği müddetçe kullanmıştır ölünceye kadar.
El yapımı oyma sandıklar, kiraz ağacından masif mobilyalar... İsviçre’nin eski sanat dallarından biri, ağaç oymacılığı... Bazen kendi nenemin dedemin odasının kokusunu da ararım bu tip eşyalarda. Derin bir nefes çekerim, o tanıdık havayı hisseder etmez gözlerim yaşarır. “Şu ağaçları koklama bir gün zehirleneceksin.” Uyarı güzel de gözler, boyada kullanılan kimyasallardan dolayı yaşarmıyor ki niye zehirleneyim... Hem nerde görülmüş, nineyi içinde 90 yıl yaşatan mobilyanın, başka birini zehirlediği...
Torbalar, sandıklar, karton koliler... Dükkanda boş bulunan her yere istiflendi. Müşteri gelse yan yan yürüyecek. En hızlı hâlimle hem seçiyor hem yerleştirmeye çalışıyorum. İçinde ne olduğunu bilmeden, sırası gelene dalıyorum adeta. Hepsine tek tek bakıyorum. İçinden kötü kokular da gelse, kırıklar-bozuklar da olsa...
Bir gün çöp sanıp atacakken torbanın altı parçalanmış bütün her şey yere dökülmüştü. Bir deste gümüş kalem ve bir altın bilezik de dökülenler arasındaydı. “Aman Allahım... atıyordum az daha!” “Altın çöpe düşse değerini kaybetmez.” sözünü bizzat yaşamıştım.
Alet-edavat bulduysam da bütün parçalarını bir araya getirmem gerekiyor. Bazen biri bir torbadan diğer bir parçası, iki üç gün sonra, başka bir torbadan çıkıyor. Bazen ellerim madenci eli gibi kömür karası oluyor, bazen yaralanıyorum dört parmağımda dört yara bandı ile dolaşıyorum bir süre. Genelde eldiven kullanırım ama onlar da kesilip yırtılabiliyor.
O eşyaları seçip düzenlerken, rahmetlinin çocuklarının bile bilmediği bir çok anıyla karşılaşıyoruz. Ah o anılar...
Bir gün eski bir dikiş makinesini boynundan tutup kaldırdım. Aslında dikkat etmem gerekiyordu, annemin de vardı aynısından. Sandığının mandalı yerinden kaymış, ben makineyi kaldırınca sandık açıldı, içindekiler yere saçıldı. İplikler, iğneler, düğmeler... mezura, masura, taşlaşmış sabun... Hepsi yerdeydi, sandığın içinde hiç bir şey kalmamıştı. Sadece masuraların konduğu minik gözde, sararmış ince bir kağıt duruyordu, onu da ben aldım. Alır almaz toz gibi dağıldı. Kağıdın yıllarca sarıp koruduğu şey ince, narin parmaklar için yapılmış bir nişan yüzüğüydü. İçinde “L . R” yazıyordu ve bir de tarih... 19. 3. 45... İlk düşündüğüm şey “Heeey altın buldum!” olabilirdi. Ama ben “Niye bu kadar gizli bir yere saklamış ki, niye takmamış, hadi parmakları zamanla tombullaşmış olsun, niye diğer takılarının yanına koymamış?” diye düşünmüştüm. Daha sonra çok eski bir kitabın arasında siyah-beyaz bir fotoğraf buldum “Rikardo’dan sevgiler”le gönderilmiş. O fotoğraftaki adamın yüzüne, bize gelen hiç bir albümde rastlamadım. Kadının düğün fotoğraflarında başka bir damat vardı. Demek ki nişanlısıyla evlenmemişti. Kim bilir belki de Rikardo, İkinci Dünya Savaşında ölmüştü... Bilemiyorum... ama Bayan Luiza’nın yıllar süren acısını tahmin edebiliyorum.
Bugün de torbaların, sandıkların içinde tam bir konsantrasyonla çalışıyordum. Ben genelde, şimdiki gibi, işin en ağır olduğu zamanlarda bir şeyler yazarım. Özleşimli şiirlerim en çok böyle ortamlarda doğar. İç sesimle çok yalnız kalıyorum, iyi sohbet ediyoruz belki ondandır.
Bir torbadan ayakkabılar çıktı, eşleştirip dizdim. Başka bir torbadan kazaklar... başkasından perdeler, masa örtüleri çıktı. Bazen eşyalardan şans tutarım, Bir torbadan hiç alakasız bir şey çıkar. Mesela yatak çarşaflarının, nevresim takımlarının olduğu torbadan saksı çıkar... o bana bir mesaj gibidir. Veya kitap kolisinden, mesela, bir fincan çıkarsa, hatta o fincanın üstünde benim hayal dünyamla ilgili bir resim, desen veya şekil varsa... işte o, benimdir.
Sanki doğum günü partimdeyim, hiç durmadan hediyelerimi açıyorum. Sürpriz sürpriz üstüne...
Elimdeki torbayı epey boşaltmıştım ki en dipte bana bakan bir kedi gördüm. “Canlı değildir herhalde... yoksa torbada ne işi var?” derken uzanıp aldım. Güzel bir taştı. Tam da sokakta çizgi, sek sek, kale oynadığımız taşlardan...üstüne sevimli bir kedi suratı resmedilmiş. Çok güzeldi... sanat eseri... “Bu defaki hediyem bu mu acaba...” dedim kendi kendime. Altında biraz yapıştırıcı kalıntısı vardı. Bir şeyin üstüne yapıştırılmış, sonradan nasılsa kopmuş. Torbayı açmaya devam ettim. Bir seramik parçası buldum. Üstünde yapıştırıcı kalıntısı ve kırmızı kalemle yazılmış bir yazı vardı. “Liebe ist...” (Aşk) sonrası çok karışıktı, bazı yerleri silinmiş, bazı yerleri kırılmıştı. Bu şekilde başlayan ve genelde komik cümlelerle biten aşk tarifleri vardı bir ara. Vazo, fincan, mumluk gibi eşyalara yazılırdı, sosyal medyanın bu kadar sosyal olmadığı yıllarda... Acaba bu kedili taşla bu yazının alakası neydi... Bilebilmem için Almanca’yı ana dil seviyesinde halletmiş olmam gerekiyor. Eksik kelimeleri veya ekleri ancak bu dile gerçekten vâkıf olanlar yerine koyabilir.
-Merhaba... nasılsın?
-Aaa... merhaba... hoş geldiniz... siz nasılsınız?
-Good... ne okuyorsun?
-Bakıyorum ama okuyamadım.
-Bakayım.
-Tabii ki... buyrun.
John, bir kaç dil bilen yaşlı bir beyefendiydi. Bir zamanlar, fabrikalar açıp çalıştırmış, kendi çizimleri Nasa’nın uzay araştırmalarında kullanılmış, eski bir mühendisti. Şimdi de otel, pansiyon tarzı bir mekan çalıştırıyordu. Seramik parçasını evirdi çevirdi, gözlüğünü taktı;
-Oo... ooo... oo...
-Ne oldu, ne Oo?
-Ah aşk... aşk...
Tane tane okudu. Her kelimesine bastıra bastıra...
-Aşk... Vazgeçebilmektir de... gitmesine izin verebilmek...
Ama... geri dönmesi için de...
Kapıyı açık bırakabilmektir...
Hatta... olur ya belki... rüzgar... kapatmasın diye...
Önüne taş koyabilmek...
-...
Kedi resimli taşı elime aldım, nereye koyacağımı bilemeden öylece kalakaldım.