12.09.2022
Yaşım küçük. Henüz 10 yaşındayım. Yaşadığım sokakta solcular çoğunlukta. Sağcı iki aile var. Komşuluk ilşkileri komşuluk oranında devam ediyor. Ama şunu iyi biliyoruz ki sokağın gençleri, hayran oldukları komünist sistemin, sadece, hayalini kuruyor. Farklı bir girişimleri yok. Sağcılar, bağımsız tek Türk devletinin varlığı mücadelesinde... Bazen bu düşüncelerin felsefî ve ilmi yanları da konuşuluyor. Bunun yanı sıra, her gün silah sesleri duyuyoruz. Kavgalar, çatışmalar... Sağcı öğretmenler solcu öğrencilerden, solcu öğretmenler sağcı öğrencilerden dayak yiyor. Öğretmenlerden bazıları, kendi görüşünden olmayan öğrencilerin sınavlarına kötü not veriyor. Bazen de dersler boykot ediliyor. Evler taranıyor, bombalar atılıyor.
Ve bir gün sabah ezanını okuyan müezzin, sokağa çıkma yasağı olduğundan kimsenin camiye gelmemesini anons ediyor.
.....
Hepimiz birden yataktan kalktık. Babama bakıyoruz. Annem;
- Radyoyu açalım, dedi.
Radyoyu açtık, odaya kahramanlık türküleri söyleyen Hasan Mutlucan'ın dâvudî sesi yayıldı. Annem:
- İhtilal olmuş, dedi.
Sustum, bakıyorum O ne demek diye
- 60 ihtilâlinde Menderes'i devirdilerdi, şimdi de Demirel'i mi devirecekler?
Babam;
- Bu defa anarşiyi durduracaklar herhâlde, dedi.
O sabahtan sonra silah sesleri, sağ-sol kavgaları, çatışmalar, boykotlar, kalabalık içinde bıçaklanmalar... Hepsi birdenbire kesildi. Biz de bu ihtilal denen şeyin ne olduğunu anlamaya çalıştık geçen günler içinde. Dedim ya daha 10 yaşındayım.
O gün, öğleden sonra, evde kalmaya alışık olmayan babalar, çizgili pijamalarıyla, kapının önünde, ayakta sohbete başladılar. Bir evden bir fırçayla, kireç geldi, duvarlardaki yazıların üstünü kabaca kapatmaya çalıştılar. O gün sokağa polis gelmedi, gelseydi o pijamalı babaları götürürler miydi bilmiyorum.
Sokağa çıkma yasağı, sadece akşam saatlerine çekilince, gündüzler işe güce, okula gitmeli normalleşme başlamıştı.
Bir tatil günü sokakta oynuyorduk, üç tane polis geldi. Hava çok sıcaktı. Polisler terlemiş, saçları alınlarına yapışmıştı. Şapkalarını çıkarıp, başlarının üstüne hafifçe kondurmuş, kravatlarını gevşetmişlerdi. Arkadaşlarımdan birine bir şey sordular, o da beni gösterdi ve seslendi. Yanlarına gittim. Polislerden biri çömelip elini omzuma koydu.
- Evinizde çok kitap var mı kızım?
-Var...
- Kim okuyor?
- Biiz... Bazen de mahallenin öğrencileri, dönem ödevi yapmaya gelirler.
- Dönem ödevi mi? Ne tür kitaplar var?
- Ansiklopediler, atlaslar, keşifler, uzay, bilim, teknoloji falan...
- Baban ne iş yapıyor?
- Kütüphane müdürü.
- Pekii...
Komiser olduğunu sandığım polis ayağa kalktı, diğer polislere dönüp,
- Adam kütüphane müdürü, tabii ki evinde kitap olacak, Biz niye geldik buraya yahu... Dedi.
Tekrar bana dönüp;
- Babana söyle, komşularına çok güvenmesin. "Bunlarda büssürü kitap var," diye sizi ihbar ettiler. Tamam mı kızım?
-Tamam, söylerim.
Kitapsever, iyi bir polisin göz yummasıyla, içimde hiç silinmeyecek derin bir travma oluşmasından kurtulmuşum meğer.
Arasalar bulamayacaklardı ama evimizde siyasî kitaplar da varmış. Ben de bilmiyordum.
Ablam okuldan tanıdığı arkadaşlarının kitaplarını birer ikişer eve getirir, saklarmış. Her gün okul kitaplarının arasında, dışı gazeteyle veya takvimle kaplanmış kitaplar getiriyormuş. Hem sağdan hem soldan... Arkadaşları ceza alıp hapis yatmasın diye...
Biz içimiz rahat yaşayıp giderken evde saatli bomba saklıyormuşuz meğer...
Benim Yaşar Kemal, Aziz Nesin, Tarık Buğra, Nihal Atsız, Muzaffer Oruçoğlu, Fakir Baykurt, Emine Işınsu kültürüm o yasaklı, saklı kitapları okuyarak oluştu. Dışları, ders kitabı gibi kaplanmış olduğundan, kimsenin merak edip sormadığı kitaplar... Tabii ki yakalanmadım. Yazarının sağcı veya solcu oluşuna göre kitaplar yasaklanıyordu. Oysa hayatın gerçeklerini anlatan hikâye veya romanlardı... Bu arada yasaklı olmayan, Reşat Nuri, Yakup Kadri, Ömer Seyfettin gibi klasikler de okuduklarım arasındayd... Tabii ki çocuk olduğumuz için en başta Kemalettin Tuğcu... Romantizmin zirvesi Kerime Nadir, Muazzez Tahsin de cabası...
Ablam, kitapları tavan arasında karton koliler içinde saklamış. Bazen birini alır, kendi kitaplarının arasına koyarmış. Ben de oradan alıp okuyordum yasaklı olduklarını bilmeden...
12 Eylül, bana bir hazine kazandırmış meğer...
Ablam, sağ sol ayırımı yapmadan, bütün arkadaşlarına yardım etmişti. Annem de bütün gençleri kendi çocuğu gibi görürdü. "Kolay mı çocuk doğurmak, yetiştirip büyütmek... Ayaklarına taş değse yüreğimiz ağzımıza gelir."
Bir gün şehirler arası otobüsteyiz. Ankara'dan geliyoruz. Annem, ablam, bebek kardeşim, ben... Otobüse dört genç bindi. Ellerinde bir tomar gazete... Bazen okuyorlar bazen bulmaca çözüyorlar, gazetenin oyunlarıyla oynuyorlar ama çok çabuk sıkılıyorlardı.
Aksaray yolunda askerler, otobüsümüzü durdurdu. Kimlik kontrolü yapacaklardı. Ben korkmadım, artık olağan karşılıyorduk bu durumları. Annem bana;
- Şu ağbilerden, gazetelerini iste de biraz da biz okuyalım, dedi.
Şaşırdım tabii ki... Annem, kucağında bebek varken gazete mi okuyacak?.. Yine de yerimden kalkıp yanlarına gittim. Gazetelerini istedim. Boncuk boncuk terleyen, kocaman açılmış gözleriyle bana bakan, sakallı ağbi titreyerek uzattı gazete tomarını. Ben koridordaydım, onlara yakın duruyordum. Vücut dilim, benim de onlarla birlikte, aynı aileden olduğumu gösterir gibiydi. Asker kimlik sormadan, annem elinde iskambil kâğıdı gibi tuttuğu kimliklerimizi uzattı. Bebeğin kimliği mavi, bizimkiler pembeydi. Maviyi öne koymuş olarak, askerin yüzüne tuttu. Eliyle, hem gençleri hem bizi içine alan bir daire çizdi.
- Çocuklarımla memlekete gidiyoruz, dedi.
Asker, annemin uzattığı kimliklere bakmadan geçti, otobüsten indi.
Gençler büyük bir şaşkınlık içinde, seslerini çıkarmadan oturdular. İlk mola yerine geldiğimizde, kalkıp sırayla annemin elini öptüler.
- Neden böyle yaptın teyze?
- Belli ki anarşistsiniz. Hapse girip ceza almanız iyi olurdu. Ama girenlerden haber alınamıyor. Kim bilir nerelerde döveceklerdi, belki de öldüreceklerdi sizi... Beni siz değil, annelerinizin yanacak ciğerleri ilgilendiriyor. Ondan sizi vermedim.
- Sağ ol teyze... Annemize gidebilirsek ona da anlatacağız seni, dediler.
Tekrar otobüse bindiğimizde ben sordum, "Neden?" diye.
- Eğer yardım etmeseydim, vicdanımın sesi beni uyutmazdı. Ama şimdi rahat rahat uyurum, dedi. Kucağında duran oğluna sarıldı, başını kokladı.
Biz 12 Eylül görmüş çocuklardık. Görebildiğimiz kadarı bile unutturmadı o günleri...
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın