“Siz, kıyamet günü kendi isimleriniz ve babalarınızın adları ile (huzuru ilâhîye) çağrılacaksınız. Bu sebeple isimlerinizi güzelleştiriniz.“
Amcam Hacı Ömer son bir defa unuttuğum bir şey var mı acaba diye kıl şalvarının ceplerini karıştırırken aslında baktığı tek şey kırık ayna ile tarağıydı. Fesini düzeltti, omuzlarını dikleştirmesine gerek duymadan en son anasının elini öperek biraz ilerde bekleyen jandarma onbaşısına doğru yürüdü. Nereye gideceğini sormadı bile. Arkasına dönüp bakmadı. Sesler, uğultular azaldı, azaldı, azaldı.
Kırık bir ayna ve tarak, Cepheye giderken bile düğüne gidiyormuş gibi süslenerek, kınalı koçlar gibi salına salına gitmek yok mu? Hayat bu olsa gerek. Rahmetli babam bana da her seferinde bıkmadan, usanmadan söylerdi hep. “ Oğlum gurbete giderken de gurbetten gelirken de saç sakal tıraşı ol, aynanı tarağını yanında taşı.” O gün bu gündür babamın söylediklerini kulağıma küpe yaptım.
Dedem Pat Hasan oğlu Mehmet öteki oğlunu da, yani babam Mustafa’yı Şark cephesine gönderirken sanki iki kolu kökten budanmışçasına acı çekiyordu. Ne zaman köye cendermeler gelse yüreği yerinden sökülürcesine acı duyardı. Bir taraftan cendermelerin olur olmaz yere dayakları, bir taraftan da iki oğlundan her an acı haberi gelir diye tedirginliği onu yiyip bitiriyordu. Ağzının tadı tuzu kalmamış, hayat sanki omuzlarında ağırlığını gün be gün artırıyordu.
Dedem Pat Hasan oğlu Mehmet için cenderme dendi mi akan sular dururdu. Kolay mı; daha çocukluğundan bu yana neredeyse cenderme korkusu olmadan nefes aldıkları bir gün bile hatırlamıyordu. Babası Pat Hasan Elbistan’ın Maraba köyünde kanlısını vurup kaçtığı günden bu yana ev horantası hep tetikte beklerdi. Neredeyse cendermenin kokusunu bile duyacak kadar hassaslaşmışlardı. Hele unutamadığı bir gün var ki; aklına geldikçe o acarlığı nasıl yaptığına hala kendisi bile inanamamaktaydı. Babası Pat Hasan’ın kaçak olarak arandığı günlerden birinde cendermeler nasıl haber aldıysa eve baskın yaparlar. Pat Hasan dedem evin arka odalarında samanlıkla ahır arasında olan kuytu bir odada uyumaktadır. Cendermelerin geniş avludan içeriye girdiklerini gördüğü zaman dedem evimizin damında hedik bekçiliği yapmaktaymış. Serçelerden korumak için. Aklına nereden geldiyse bir an avazı çıktığı kadar “imdat, imdat” diye bağırmaya başlamış. Cendermelerin dikkati dağılmış, çığlığın geldiği yöne doğru koşturmuşlar ve o arada geçen birkaç dakikalık zaman içinde babası Pat Hasan arka duvarlardan aşarak kayıplara karışmış.
Avluda kızılca kıyamet koparken ben kerpiç evin en ücra odasında (Büyük dedem Pat Hasan’ın kaçak günlerinde ara sıra gelip kaldığı oda)anamın kollarında her şeyden habersiz ağlıyormuşum. Babamın göğsünü yumruklaya yumruklaya ulumaları kesilecek gibi değilmiş. Dedem; hiç değilse Mustafa'ma bir şey olmasın diye şehit oğlu Hacı Ömer'in acısını unutmuş titrek dudaklarıyla mırıldanıp duruyormuş. Ben her şeyden habersiz ağlıyormuşum.
Dedem Pat Hasan'ların Mehmet kulağıma ezan okuyup "Adın Hacı Ömer, adın Hacı Ömer, adın Hacı Ömer" derken sakallarını abdest alırken ıslattığı kadar gözyaşlarıyla ıslatmış. Anam Iraz babama dönüp "Çanakkale de neresi olur ki?" diye usulca sual edince babamın ters bir bakışıyla yutkunup kendi köşesine çekilmiş.
Bu gün altmış üç yaşındayım. Göğsümdeki illet büyüdükçe büyüdü namussuz. Acısı dayanılacak gibi değil ama yine de dişimi sıkıyorum. Ölüm artık uzakta değil. Ayak seslerini duyuyorum. Oğullarıma her ne kadar hissettirmemeye çalışsam da onların da bunu bildiklerini biliyorum. Çoğu zaman "Yapma baba ya, daha torunlarının sünnetlerini de düğünlerini de göreceksin inşaallah" derken nasıl acı çektiklerini görüyorum da bu daha çok canımı acıtıyor.
Şaka yollu Mustafa'mın “Baba köyü özledin mi, köye götüreyim mi, ister misin?” Diye sual etmelerini anlıyorum ki " Baba mezarının nerede olmasını istersin?" Bunun başka açılımı yok. Ben de günlerce "Benim bu memlekette işim ne ola ki?" diye düşünüp duruyordum. Ama işin içinden çıktığım da söylenemez tabii ki.
Amcam Hacı Ömer’in Çanakkale’ den şehit haberi geldiği gün doğmuşum. Onun için adım Hacı Ömer. Babam Mustafa’nın ilk oğlu olmama rağmen kimse doğumuma sevinememiş. Başımın her okşanışında beni değil de sanki şehit amcamı bağırlarına basıyorlarmış gibi haz duyduklarını çok sonraları anladım.
Şimdi artık ben de sekiz çocuk babasıyım. İki oğlumun birden Çanakkale’ye öğretmen olarak tayinlerinin çıkması üzerinde kafa yormamıştım. Cafer daha küçük, öldüğüme yanmam da onun da okulunu bitirip iş güç sahibi olmasını görmeden gidersem gözüm açık gideceğim. Kızlarım mı; onların emanetini oğlum Mustafa’ya vasiyet ettim. “Köyde bırakma onları” dedim. Ama şimdilerde yatak mahkumu biri olarak düşünecek o kadar vakit var ki. Tabii kanser illetinin acısına ara verdiği zamanlar.
Geçenlerde bir rüya gördüm. Uzun serviler altında uzanmış yatıyorum. Başucumda yaklaşık 20-25 metre uzunluğunda tek bir servi ağacı var. Rüzgar da nasıl serin serin esiyor anlatamam. Zaten Çanakkale’nin arkası kesilmeyen rüzgarlarını herkes bilir. Bu arada boğazın öte yanından birinin bana doğru yaklaştığını görüyorum. Hayret, o kadar uzaklıkta bile gelenin yüzünü seçebiliyorum. O da ne; sanki suda değil de düz yolda yürüyormuşçasına rahat. Şaşkınlığımı anlamış gibi gülümsüyor. Ayakları bile ıslanmamış. Gün gibi aşikar. Bana yaklaştıkça tüylerim diken diken olmaya başladı. Sanki benim askerlik dönüşü halim. Aman Allah’ım aynada sanki kendimi görüyorum. Ben, bana doğru geliyorum sanki. Gülümseyerek “Seni bekliyordum yeğenim” diye bana doğru eğilip güçlü kollarıyla beni kavradığı gibi bağrıma bastı.
“Emmi” dedim usulca.
Beni kokladı, kokladı. “Köyümün kokusunu alayım biraz” dedi. Kendimi güven içinde o güçlü kollara bıraktım.
“Beni yalnız bırakma” diyerek geldiği gibi uzaklaşmaya başladı. Arkasından avazım çıktığı kadar bağırdım.
“Emmi……”
Gözlerimi açtığımda Mustafa’mın alnımda biriken terlerimi sildiğini gördüm.
“Beni burada bırakın, benim yerim yurdum burası artık, köyüme değil buraya defnedin beni, vasiyetim size bu” dedim. Kimsenin bir şey söylemesine gerek duymadan. Oğullarım sessizce başlarını öne eğdiler.
Kader denilen şeyi hiç merak etmedim dersem yalan olur. Gerçi merak etsem ne olacak ki; aklımızın bunu kavramaktan uzak olduğunu biliriz de fazla derinlere dalmayız. Ama şimdi ölümün bir adım ötede beni beklediği bu günlerde gördüğüm rüyanın da etkisiyle ha bire “acaba adımın peşinden mi sürükleniyorum?” diye düşünmeden de edemiyorum. Darende nere, Çanakkale nere? Şehit emmim Hacı Ömer’in adını almam, rüyamda bana “seni bekliyordum yeğenim” demesi acaba kader miydi?
Bu gün 5 Ocak 1987. Babamızı ebedi istiratgahına emanet ettik. İmam efendi Yasin suresini okurken dikkatimi çeken şeyle birlikte irkildim. Hazırlanan mezar yerini babam bir gün önce gördüğü rüyasında bize anlatmıştı. Allah’ım sen aklımı koru diye içimden dua ettim. Bir an aklıma benim de doğum günümün 5 Ocak olduğu geldi. Benim doğum günüm babamın ölüm günü, babamın doğum günü şehit emmisinin ölüm gününe denk gelmişti. Kader dedim. Midem kasıldı. Başım döndü. Yanımda beni teselli eden arkadaşımın kollarına doğru kaydığımı hayal meyal hatırlıyorum.
Mustafa Berçin / Çanakkale / 18.082014