ANILARDA MUSTAFA KEMAL
Mazhar Müfit Bey anlatıyor:
Muallimler Ankara’da bir toplantı yapmışlardı. Bu içtimaya iki-üç muallim hanım da iştirak ederek salonda ayrı bir yere oturmuşlardı. Muallim hanımların içtimaya gitmelerini hoş görmeyen meclisin sarıklıları Gazi’ye şikayete gitmişler.
Gazi kızarak: ”Kimmiş muallimler cemiyet reisi ? Çağırın onu!”demiş. Beni çağırdılar. Hemen Gazi'nin odasına gittim. İçeri girince gürleyen bir sesle bana çıkıştı: ”Siz Muallimler içtimada ne yapmışsınız ? Ne ayıp şey bu?”
Şaşakalmıştım...Gazi’den bu hareketi beklemiyordum...Sarıklılar muzaffer bir beşaretle gülmekteydiler. Gazi’nin sesi hep aynı tonda devam edmekteydi:: ”Olur şey değil,olur şey değil!"
Ben hala ayakta ve hala ne diyeceğini şaşırmış bir halde cevap vermeye çalışıyordum: ”Efendim vallahi…
”Bırak bırak ben hepsini biliyorum; içtimaya muallime hanımları da çağırdınız. Fakat onları niye ayrı sıralara oturttunuz ? Sizin kendinize mi itimadınız yok,Türk hanımlarının faziletine mi ? Bir daha öyle ayrılık gayrılık görmeyeyim, anladınız mı ?”
Salih Bozok anlatıyor:
İngilizler Çanakkale’de Anafartalar Grubu’nu mağlup edip de cepheyi sökemeyince, yeni bir harekete giriştiler ve bu cepheyi sağdan çevirmek istediler. Düşmanın planını bozmak için Kireç Tepe’yi tutmak lazımdı. Halbuki oraya giden tek bir dar yol savaş gemileri tarafından makaslama ateş altında tutuluyordu. Her an gülleler korkunç patlayışlarla ortalığı alt üst ediyor, ölüm saçıyordu. Bir insanın değil, bir kurdun bile geçmesine imkan görülmüyordu.
Kireç Tepe’yi tutmak emrini alan Türk subay ve askeri tereddüt içindeydiler; fırsat gözetiyorlardı. Fakat düşmanın ateşi bir an bile kesilmiyordu. Mustafa Kemal bu hali görünce siperlere koştu,askerin arasına karıştı ve sordu: ”Niçin geçmiyorsunuz ? ”
İçlerinden biri cevap verdi: ”Düşman ölüm saçıyor, geçilmez !”
Mustafa Kemal zerre kadar korku ve tereddüt göstermeden: ”Oradan böyle geçilir!” dedi ve ileri fırladı.Mehmetçik artık durur mu ? O da kumandanının arkasından ileri atıldı. Toz, duman, alev ve ölüm kasırgasını yaran askerler karşıya vardılar, tepeyi tuttular.
Bahçe mimarı Mevlüt Baysal anlatıyor:
Atatürk’ün Çankaya Köşkü’ndeki bahçesini yapıyordum. Bir gün Atatürk, yaveri ve ben bahçede dolaşıyorduk. Çok ihtiyar ve geniş bir ağacın Atatürk’ün geçeceği yolu kapadığını gördük. Ağacın bir yanı dik bir sırt,diğer yanı suyu çekilmiş bir havuzdu.
Ata,havuz etrafındaki kısma yaslanarak karşı tarafa geçti. Derhal atıldım: ”Emrederseniz derhal keselim Paşam.”
Bir an yüzüme baktı, sonra: ”Sen hayatında böyle bir ağaç yetiştirdin mi ki keseceksin !” dedi.
Niyazi Ahmet Banoğlu anlatıyor:
Bir Amerikalı kadın gazeteci, Atatürk’e: ”İşlerinizde nasıl başarılı oluyorsunuz ? ” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: ”Ben bir işte nasıl başarılı olacağımı düşünmem. O işe neler engel olur, diye düşünürüm. Engelleri kaldırdım mı, iş zaten kendi kendine yürür.”
Muzaffer Kılıç anlatıyor:
Erzurum’dan kongre için Sivas’a geldiğimizde, Mustafa Kemal’in karargahı olarak, Sivas lisesini hazırlamışlardı. Paşa, kendisine hazırlanan odaları dolaşırken, yatak odasında, karyolanın arkasında bulunan sarı satırlı atlas yastık gözüne ilişti. Yastığın üzerinde, koyu renk bir ibrişimle işlenmiş şu beyit vardı:
Cihanın cahına mağrur olup incitme insanı. ( Dünyanın şaşasıyla gururlanıp incitme insanları)
Süleyman-ı zaman olsan bırakırsın bu eyvanı (Zamanın Süleymanı da olsan bırakırsın bu dünyayı)
Atatürk, yazıyı okuduktan sonra durdu. Mazhar Müfit Bey’i çağırttı. Beyti ona okuttu. Mazhar Müfit: ”Paşa’m, bu sizin için yazılmış değil.” deyince, Atatürk: ”Bu uyarı hepimiz için ve her şey için bir prensip olmalıdır.” cevabını verdi.
Ahmet Hidayet Reel anlatıyor:
1924 yılının ilkbaharıydı. Erzurum ve Pasinler’de depremde birçok köyün evleri yıkılmıştı. Zarar gören halkla görüşmek için Pasinler’e gelen Atatürk, halkın içinde ihtiyar bir köylüye yaklaştı: ”Depremde çok zarar gördün mü, baba ?” diye sordu.
Atatürk ihtiyarın şüphesini görünce tekrar sordu: ”Hükümet sana kaç lira verse, zararını karşılayabilirsin ?”
İhtiyar, Kürt şivesiyle: ”Valle Padişah bilir!” dedi.
Atatürk gülümsedi. Yumuşak bir sesle: ”Baba, Padişah yok;onları siz kaldırmadınız mı ? Söyle bakalım zararın ne ? ”
intiyar tekrar etti: ”Padişah bilir!…”
Bu cevap karşısında kaşları çatılan Atatürk, Kaymakam’a döndü: ”Siz daha devrimi yaymamışsınız.”dedi.
Bu sırada görevini başarmış insanlara özgü bir ağırbaşlılıkla ortaya atılan tahrirat katibi: ”Köylere genelge yolladık Paşam.” dedi.
Atatürk’ün fırtınalı yüzü, daha çok karıştı: ”Oğlum”dedi,”Genelgeyle devrim olmaz!…”
Salih Bozok anlatıyor:
Bir gün Çankaya civarında bir köylü evine gitmiştik. Girdiğimiz kulübede, ihtiyar bir köylü ile karısı oturuyordu. Bize ikram ettikleri kahveleri içerken Atatürk, köylü ile konuşmamı söyledi. Ben bu emre itaat için ak sakallı köylüye ilk aklıma gelen suali sordum: ”Gazi’yi tanırmısın baba ?”
İhtiyar beni, saçma sapan bir sual sormuşum gibi alaycı bir şekilde süzdü: ”Gazi’yi tanımayan mı var ?” dedi ve ilave etti: ”Ben görmedim ama her hafta Hacı Bayram Veli Camii’nde Cuma Namazı kılarmış. Ta göbeğine kadar sakalları varmış. Melek gibi nurlu yüzü, Peygamber gibi mübarek bir ihtiyarmış!”
Gülmemi güç tutarak, Atatürk’ün sakalsız ve genç yüzüne baktım.O, kaşlarını kaldırarak kendini tanıtmamamı emretti. Dışarı çıktığımız zaman da güldü ve: ”Varsın, o da öyle bilsin. Hakikati öğrenmek belki biçarenin hayalini yıkar, onun hayalindeki şirin sakallıyı öldürüp sevgisini kaybetmekte ne mana var? ” dedi.
Aktaran : YUSUF BİLGE