Babür şah Hayatı Babürname Özellikleri Özeti

19.06.2011

 

BABÜR ŞAH

HAYATI

Hindistan’ın büyük fatihi Babür Şah Ferganalı bir TÜRK’tür. Babür, Türk Barlas Kabilesine mensup olup, Timurlenk’in torunudur. Fergana hükümdarı Ömer Şeyh Mirza’nın oğludur. 14 Şubat 1483 tarihinde Batı Türkelinde bulunan Fergana’nın Andican kasabasında dünyaya gelmiştir.


O zamanlar Timurlenk’in kurduğu devlet parçalanmış, torunları ayrı ayrı devletler kurmuşlardı. Bunlardan Ebu Said, Maveraünnehir’de, Hüseyin Baykara Horasan’da, Babür’ün babası Şeyh Mirza ise Fergana’da hükümdar bulunmakta idi. Şeyh Mirza’nın son zamanlarında kardeşler arasında kavga başlamıştı. Bu iç mücadeleler devam ederken 1494 tarihinde Şeyh Mirza vefat etti.

Babür Şah, 11 yaşında babasının tahtına oturduğu zaman amcası Semerkant Hanı Sultan Ahmet ve dayısı Taşkent Hanı Mehmet Fergana’ya hücum etmekte idiler. Babür, babasının kudretli kumandanları sayesinde bu tehlikeyi atlattı. Fakat Babür’ün gençlik hayatı, bundan sonra, tehlikeli ve pek heyecanlı maceralarla geçti. Her hadise, zekî ve cesur olan Babür’ün tecrübesini arttırmakta idi. Babür, büyük atası Timur’un muhteşem hükümet merkezi olan Semerkant’ı zapt etmeğe muvaffak oldu. Fakat Özbeklerin Hanı Şeybânî’ye mağlup oldu. Fergana Hanlığını kaybedip etrafındaki askerlerin dağılmasını önleyemedi.

Tek başına kalan bu genç Han, Pamir Dağlarına çekildi. Büyük bir felakete uğramış olmasına rağmen ümidini kesmedi. Yanında bulunan birkaç kişi ile bir Türk kadınının evinde saklandı. Bu kadının kardeşi, Timurlenk’le Hindistan seferlerine katılmış ihtiyar bir askerdi. O gün için aksakallı bir savaşçı olan tecrübeli koruyucusu, durmadan, Hindistan’ın zenginliğini, buraya ait efsaneleri, Hind’in eski tarihini her gece Babür’e anlatıyordu. Babür de bunları can kulağı ile dinliyordu. Edebiyata da ilgisi olan Babür, bu defa tarihe merak sardı. Atası Timur’un tarihini bularak okumaya başladı.

Ruhunda yepyeni bir mefkûre alevlenmişti: Hindistan’ı zapt etmek, orada büyük bir  TÜRK İmparatorluğu kurmak... Esasen kendisine, yeni bir devlet kurmak, kurabilmek için lazım olan özellikler mevcuttu. Bu idealle, Babür; Horasan İllerindeki Türklere haber gönderdi. Kısa bir süre içinde etrafında 20,000 cesur ve yiğit bir asker kalabalığı toplamaya muvaffak oldu.
Bu ordu ile Hindikuş Dağlarını aşarak Afganistan’ın merkezi olan Kabil şehrini zaptetti. Artık, Hindistan’ın kapısında karargâhını kurmuş bulunuyordu. Saka Türkleri, Hun Türkleri, Gazneli Türkler ve hatta Timurlenk bu noktadan geçerek Hindistan’ı istila etmişlerdi. Babür’ün talihine yeni bir güneşin doğma zamanı yaklaşmıştı. Kabil’de kendisini şah olarak ilan etti. Bu sıralarda da en büyük düşmanı olan Şeybanî de, düşmanları tarafından öldürülmüştü. Böylece Hindistan seferi hazırlıklarına başlamak için en önemli engel ortadan kalkmış oluyordu.

O zamanlar Hindistan’ın Pencap valisi bulunan Devlet Han, Hindistan’ın Delhi hükümdarlarından Sultan İbrahim ile bozuşmuş olduğundan Babür Şah’ı, Hind Seferine teşvik etmekte idi.

Bunun üzerine Babür Şah Delhi Sultanına, bu ülkenin, atası Timurlenk’ten kendisine miras kaldığını bildirdi. Bu haber Sultan İbrahim’e ulaştırıldığı sıralarda Babür Şah, Hindistan’a sefer yapacak olan ordusunu da hazırlamış bulunuyordu. Ordusunda kuvvetli bir de topçu bataryası vardı. Kuvvetleri 13,000 kişiyi bulmuştu. Hindistan Hükümdarı Sultan İbrahim’in ordusu ise 100,000 kişi idi. Hind ordusunda 1000 kadar da fil bulunmaktaydı. Türk ordusu Hayber geçidini aşarak Hindistan’ın Pencap bölgesine girdi. Türk askerleri, ataları gibi çelik miğfer ve elbiseler giyinmiş, vakurane bir surette, efsaneler diyarı olan Hindistan içlerine doğru ilerliyorlardı. Türklerin Sind nehri boylarından ilerlemekte olduğunu haber alan Sultan İbrahim, ordusunun başına geçti.  İki taraf kuvvetleri, Hindistan’ın Panipat mevkiinde karşılaştılar.

Babür Şah; uzun hortumlu, dev cüsseli fillerin ağır ağır üzerlerine geldiklerini görünce, bu ağır kuvvetlere mukavemet için ordusunun, önüne birçok arabalar dizdirip bunları zincirlerle birbirine bağladı. Aralarına da topları yerleştirdi. Böylece iki ordu 21 Nisan 1526 tarihinde kanlı bir savaşa giriştiler. Kılıçlar oynuyor, kalkanlar ses veriyor, Türklerin yıldırımı andıran naraları Hindistan semasına yükseliyordu. Bu yiğit sipahilerin önünde durmak ne mümkündü. Kısa bir zaman içinde Hind kuvvetleri birbirine karıştı. 25,000 ölü verdiren Türk askerleri bu savaştan muzaffer olarak çıktılar. Türk süvarileri kaçanları kovalayarak Delhi şehrine girdi. Aynı yıl içinde Osmanlı Türkleri de Mohaç Meydan Muharebesini kazanarak bütün Macaristan’ı fethetmişlerdi.
Babür Şah, Hind’in büyük şehirlerinden olan Delhi’ye girdiği zaman şehirde bulanan Ulu Cami’de cemaatle birlikte namaz kıldı. Kendisini Hind Padişahı olarak ilan ettiler. Babür’ün oğlu Humayun da öncü kuvvetlerle ilerleyerek Hind’in meşhur bir şehri olan Ağra’yı zapt etmişti. Hümayun, Sultan İbrahim’in Ağra’da bir eve sığınmış olan ailesini esir aldı. Bunlara fazlasıyla saygı gösterdiğinden Sultan İbrahim’in eşi, bütün mücevherlerini Hümayun’a hediye etti. Bu mücevherler içinde bir tek taş pırlanta vardı ki bu pırlanta Hind Türk padişahlarının giydiği taca konuldu. Bu pırlantaya Avrupalı kuyumcular 880,000 İngiliz lirası kıymet takdir etmişlerdi. Babür Şah’ın eline Hindistan’ın hadsiz hesapsız servetleri geçti. Fakat gözü pek tok olan Babür Şah, bütün bu hazineleri askerlerine dağıttı.

O zamanlar Hindistan’da birçok Müslüman Hint racaları hükümet sürmekte idiler. Türkler bu racaları teker teker kendi hâkimiyetleri altına alarak ilk defa Hindistan’ın birliğini temin ettiler. Bu racalarla mücadele tam beş yıl sürmüştü. Babür Şah, bu zaferleri neticesinde, Hint-Türk İmparatorluğu’nu kurmaya muvaffak oldu.

Babür Şah iyi ruhlu cömert ve adaleti sever bir Türk hükümdarı idi. Devlet kuruculukta müstesna bir zekâya sahip olan Türkler, Hindistan’da da kuvvetli bir devlet teşkilatı kurdular. Hâkimiyetlerine aldıkları çeşitli kavimlerin vicdan ve hürriyetlerine büyük saygı gösterdiler. Hindistanlılar dinlerinde ve adetlerinde serbest bırakıldı. Hindistan’ın her bucağında Türk kanunları hâkim olduğundan halk saadete erişti. Bunun neticesi iktisadi hayatta bir faaliyet görüldü.

Türkler zamanında Hindistan’da çok kuvvetli bir medeniyet meydana geldi. Hindistan’ın her tarafı, imar edilerek mermerden saraylar, camiler, köprüler ve birçok hayır müesseseleri meydana getirildi. Hint’in her tarafına yollar açıldı. Benares, Ağra, Delhi şehirleri cihanın en güzel sanat eserleriyle dolup taştı. Mimar Sinan’ın kalfaları Hindistan’a gelerek birçok abideler meydana getirdiler. Babür Şah’tan sonra gelen Türk hükümdarları zamanında yapılan Taç Mahal Türbesi, Hümayun Türbesi, Türk Sultanı denilen beş katlı Saray ve İnci Camii, Hindistan’ın en büyük sanat eserleri arasındadır.

Babür Şah, 26 Aralık 1530 tarihinde Agra’da ölmüş ve cenazesi sonradan Kâbil’e götürülerek şehir dışında mükemmel bir türbeye gömülmüştür.
Babürnâme adıyla ve Çağatay Türkçesiyle ile hatıralarını yazdığı eser, Abdurrahman Han tarafından Farsça’ya ve Pavet de Courteille tarafından da İngilizceye çevrilmiştir. Bundan başka Türkçe ve Farsça şiirleri, bir aruz risalesi, Mübîn veya Mübeyyen adlı manzum bir fıkıh kitabı da vardır.

Kurduğu, büyük devlet ise 1858 yılında İngilizlerin Hindistan’ı istilası ile sona erdi. Aynı topraklar üzerinde bugün, kardeş Pakistan ve Hindistan hâkimiyeti devam etmektedir.

 

Babürname:

Büyük bir fikir adamı, edip ve  Şairi de olduğu bilinen Babür Şah, Güzel Sanatların her dalına ilgi göstermiş ve bu dallarda başarılı olmuştur. Güzel yazı yazar, beste yapar, saz çalardı. Hatta Babür Hattı (Hatt-ı Babürî) diye bilinen bir yazı çeşidi de icat etmişti.

Babür'ün Hanefî fıkhına ait Mübeyyen isimli bir mesnevisi, tür şairlerinin aruzla yazdığı şiirleri hakkında da bilgi veren Aruz Risalesi, çeşitli şiirlerini topladığı bir "divan"ı vardır. Fakat Babür'ün asıl eşsiz eseri "Babürname" olarak anılan büyük seyahat ve hatırat kitabıdır.  Çağatay  Lehçesiyle (Orta Asya Türkçesiyle) yazılan bu eserde Babür, gezip gördüğü yerleri, bütün özellikleriyle, oralarda yaşayanların adet, gelenek, duygu ve düşünceleriyle, çok akıcı ve tabii bir üslupla tanıtmıştır. İyi ve kötü taraflarını sebep olduğu mutluluk ve mutsuzlukları, kendi çağının tarihî gerçeklerini çok samimi, çok güzel bir şekilde anlatmıştır. Eser 16.yy'ın ilk yarısında tamamlanmıştır.

Edebiyatçılarımız ve tarihçilerimiz bu eseri, lisanındaki tabi güzellik dolayısıyla "yalnız Orta Asya Türkçesinin değil, bütün Türk edebiyatının en güzel mensur eserleri arasında" sayar. Bazılar da " Türk tarihinin bütün zamanlarının en değerli hatırat eseri" olarak gösterirler.

Birçok yabancı dile çevrilen bu eser günümüz Türkçesine Prof. Dr. Reşit Rahmeti Arat tarafından tercüme edilmiştir. İlk defa 1943 ve 1946 yıllarında Türk Tarih Kurumu tarafından iki cilt olarak, 1970 yılında Milli Eğitim Bakanlığı 1000 temel Eser dizisinden üç cilt olarak (toplam 630 sayfa) basılmıştır.

 

Bu kaynak Babur’un bizzat kaleme aldığı ve İslam edebiyatında hatırat türünün ilk örneği olan kendi koyduğu adıyla Vekayi, daha sonra yaygın kabul gören adıyla ‘Baburnâme’dir.

Kişisel hayatını, yaptığı savaşlar, gördüğü yerler ve telkinler ve sevinçlerin ayrıntılı tasviriyle birlikte samimi ve teferruatlı bir biçimde sunar bu hatıratta.

‘Baburnâme’ dünya literatüründe Augustinus’un İtirafları’yla yan yana anılan, “tarih”ten ziyade hayatı kaydetme çabası olan ve on beşinci yüzyıl sonu on altıncı yüzyıl başında yaşadığı coğrafyada hayatın nasıl olduğuna dair canlı ve keyif veren bir eserdir.
 

BABURNAMENİN İÇERİĞİ –KONULARI- ÖZELLİKLERİ

Baburname; tarih, edebiyat, coğrafya, folklor, etnografya, botanik gibi bilimlerin uğraşı alanlarına giren bilgilerin içinde anlatıldığı bir kitap olduğu gibi gezilip görülen yerlerin faunasını ve yaban hayatını gözler önüne seren, derin gözlem ve tecrübeye dayanan bilgilerle teçhiz edilmiş bir zooloji kitabı da sayılır.

Babur’un Türkistan’da, Pakistan’da, Afganistan’da ve Hindistan’da, hemen hemen gittiği her bölgede, o bölgelere mahsus hayvanları inceleyerek ve gözlemleyerek onlar hakkında geniş bilgi sahibi olmaya çalıştığı anlaşılmaktadır. Babür’ün hayvanlar hakkında elde ettiği bilgileri kendi hayatının bir tarihi olan hatıratında yazması, onun hayvanlara karşı özel ilgisinin ispatı olduğu gibi yüksek Türk kültürünün derin ve büyük geçmişinden gelen mitolojik ve folklorik izleri yansıtması bakımından da önemlidir. Türklüğün karakterinde ve yaşam biçiminde, doğanın ve doğaya mahsus her unsurun önemli bir yeri vardır. Türklerin doğanın ayrılmaz parçası olan hayvanları birer kültürel ve folklorik motif olarak milli yaratıcılığının timsali olan her esere işlediği görülür.

Türk tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biri olan Babur, büyük bir hükümdar olmasının yanında bir doğa adamıdır. Türk yaşantısının mekânı olan doğayı ve doğanın ayrılmaz parçası olan hayvanları, kendi hayatının bir tarihi olan hatıratında anlatarak yazdıklarını süslemiş ve öz dilinin nakışlarını bir nakkaş hassasiyetiyle kullanarak, mensubu olduğu kültürün sanat şuurunda asırlar boyunca taşıdığı tabiat motiflerini kaleminden çıkan renkli tasvirlerin parıltısıyla eserine işlemiştir. İşte bu nüyle Baburname, araştırılmaya muhtaç bir kültür hazinesidir.

Babur, Haydarâbad nüshasındaki sıralanışa göre, 1493-1503 yıllarında geçen hadiselerin anlatıldığı 1b-120a numaralı sayfalarda, Fergana ve Maveraünnehr bölgesinin; 1504-1520 yıllarında geçen hadiselerin anlatıldığı 120b-251b numaralı sayfalarda, Kâbil ve civarındaki bölgelerin; 1525-1530 yılları arasında geçen hadiselerin anlatıldığı 252b-382a numaralı sayfalarda ise Hint coğrafyasının zoolojik yapısından söz etmiş, gözlemlediği ve özel bir dikkatle incelediği bazı hayvanlardan bahsetmiştir.

Fergana’dan Kâbil’e, Mâveraünnehr’den Hindistan’a kadar uzanan pek çok bölgede, bir savaşçı ve bir kültür adamı kimliğiyle dolaşan Babur, Türkistan coğrafyasından Türklerin hiç de iklimine alışık olmadıkları Hindistan coğrafyasına yöneldiği yıllarda, üzerinde asırlarca sürecek bir imparatorluk kurduğu Hint coğrafyasını, Hint kültürü ve Hint sosyo-ekonomik yapısı ile beraber iyi bir şekilde tanımaya büyük gayret göstermiş ve bilhassa bu ülkeye mahsus hayvanlar ile gayet yakından ilgilenmiş, hâtıratını onların tavsif ve tasnifi için adeta vasıta kılmıştır.

Türk yaşantısının vazgeçilmez bir uğraşısı olan avcılığın Baburname’de çok önemli ve özel bir yeri vardır. Çok canlı bir dille anlatılan oldukça hareketli av tasvirleri göze çarpmaktadır. 253b’de anlatılan gürk avı ve 204a’da anlatılan kulan avı buna örnek gösterilebilir. Baburname’de av teknikleri hususunda da önemli bilgiler verilmiş ve özellikle kuş, balık ve geyik avlamada kullanılan teknikler anlatılmıştır.

Bununla beraber eğitilmiş yırtıcı kuşların sadece avlanmakta değil, haber almada ve bilhassa düşmana muhtıra vermek maksadıyla kullanıldığı da Baburname’de belirtilmektedir. 226b’de, Türk kültüründe yırtıcı kuşların taşıdığı manayı yansıtan oldukça önemli bir ibare vardır: Türk hakanları kendilerine ait kabul ettikleri toprakları işgale yeltenen düşmanlara, kendi güçlerinin bir simgesi olarak eğitilmiş yırtıcı kuşları göndererek kesin uyarı veriyorlardı. Türk hakanlarının kendilerine güçlü hayvan adlarını takarak güçlerini sembolize ettikleri bilinir. Bu adlar içinde cüsseli yahut karasal yırtıcı hayvan adları ve yırtıcı kuş adları25 bulunmaktadır (Bugra [erkek deve], Buka [boğa], Arslan, Bars [panter], Babur [bir tür kaplan], Büke [bir tür büyük yılan], Böri [kurt], Togan [doğan], Tugrul [bir tür doğan],

 

TÜRK DİLİ VE KÜLTÜRÜ AÇISINDAN BABURNAME’DE AVCILIK, Mehmet Turgut BERBERCAN, İstanbul Arel Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Böl. Öğrt. Gör., A. Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi [TAED] 42, ERZURUM 2010, 125-145, 11-32
 

BABÜRNAMEDEN ÖRNEKLER

“Dileklerim doğrultusunda mektuplar yazıyorsun, ama yazdıktan sonra bunları bir kez daha okumuyorsun. Zira, okumayı düşünse idin, okunamaz olduklarını görecek idin. Ve okuduktan sonra elbette düzeltecek idin. Yazıların, zorlukla okunduklaranın yanısıra bilmece gibi kalıyorlar. Nesrin, bilmece olacak şekilde tasarlandığı hiç görülmüş müdür? İmlan fena değil, ama tam doğru da değil. El yazın bir şekilde çözülebiliniyor, İltifat’ı ta ile yazmışsın; kulunç'u da ya ile yazmışsın, ama bütün bu senin bilmece gibi sözcüklerinle tamamen anlam da verilemiyor, mektup yazmaktaki zorlanmalarını galiba, fazla gösterişli yazmaya çalışmana bağlamak gerekiyor. Bundan sonra basit, açık ve sade üslupla yaz. Bu, hem senin ve hem de okurunun zahmetlerini azaltacaktır.”

BABÜR ŞAHTAN BİR ŞİİR

Canımdan başka yâr-ı vefadâr bulmadım
Gönlümden başka mahrem-i esrâr bulmadım
Canım kadar başka dil-i efkâr görmedim
Gönlüm gibi gönlü giriftâr görmedim
Bir rubaisinde de şöyle diyor:
Aşkınla gönül haraptır ben ne ideyim
Hicrinle gözüm pür âbdır ben ne ideyim
Cismim bükülmüştür ben ne ideyim
Canımda çok ıstırap vardır ben ne ideyim.

Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.

 BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM  veya [email protected] 

 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar