Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Siyah beyaz düşlerimi sırtlayıp vuslatın tepelerine tırmandım kan ter içinde. Zamanı yükledim akrebin sırtına. Berrak sular gibi içime aktı yokluğun. Özlemin kuytularında benliğim senliğine dönüştü. Kavuşma iştiyakı, kavuşmaktan çok daha güzeldi. İçimde öyle bir bölünerek çoğaldın ki bana yer kalmadı derunumda. Kapı dışarı ettin bana ait her ne varsa...
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Çölün yağmura duyduğu hasretti sana duyduğum iştiyak… Yılların her dem tazelenen özlemini gönül kozasında büyüten kalbim, acıyla dost olmayı öğrendi sonunda. Şekva etmedi pürmelâl hâlinden. Baharı müjdeleyen, özüne su yürüyen tomurcuklar gibiydin sen. Gönlüme düşen ilk ve son cemreydin besbelli… Hasretin sıcağında vuslatın tohumları yeşerdi derbeder…. Ürkek bir serçe misali gönül ağacımın dalına tünedin uzun kış gecelerinde…
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Sevda gemisinin dümeni elindeyken, masmavi ufuklar çağırdı seni uzak ötelere. Vuslat orucuyla sınandım hissiyatın akla galebe çaldığı demlerde... Gönül arsama diktiğin kaçak yapıları tarumar etmeye yok gücüm. Kendi evrenimde bir mülteciyim heyhat!... Sıtma nöbeti geçiriyor muhacir duygularım. Yitiğimin farkında olsam da bulmaktan aciz... Her savruluşumda düşlerim, menziline taşıyor beni. Sesinin yankısı tuz buz oluyor gönül duvarlarımda. Zevalim kemalime galebe çalıyor göklerin katran karası abus çehresinde…
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Gönül aynam tuz buz oldu hasretin şafağında… Yalınayak dolaşıyorum, içim acıyor, cam kırıklarının can kırıklarına karıştığı demlerde… Hasretin kızgın ateşine teslim oluyor içimdeki o mağrur balmumundan heykeller… Ayrılık baldıran zehrini zerk ediyor içime, sükûtun çığlığa dönüştüğü tenhalarda… İç denizlerim kurudu hasretin ve hicranın katı hararetinden. Kader defteri keder defterine dönüştü kilitli dudakların söz orucunda…
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Nazarlarım gözlerinin karasında kaybolmuşken, izini iz etmiş düşlerim ve harlanmış düşüncelerim. Nice kasırgalara mezar olmuş içimdeki sessizliğin ölü toprağı. O ılık nefesinle içimdeki devasa yangınlar sönmeye yüz tutmuş. Yokluğunla çoğalmış sana dair sevgim ve hasretim. “El intizar eşeddü minen-nâr” sözünün gölgesinde kendimi tüketmekteyim çarnaçar… Aldığım son nefes de yarım kalmış sonsuzluğa giden yolların kavşağında...
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Bir deli rüzgâra tutulan saçlarım dağınık kalmış sensizliğin kuytusunda. Dünde(n) kalmış hayata dair kırık dökük mülâhazalarım... Gönlümün panjurlarını ardına kadar açtım teninin kokusuna. Vuslata dair sözcükler firar etmekte gönül lügatimden şimdi. Yarım kalan şarkımızı mırıldanmaktayım titrek dudaklarımla. Gözyaşı sağanağında içimden akan nehirler kurudu kuruyacak. Yolcunun acısı dinmeyecek hasret yüklü trenler son istasyona varmadan…
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Bir sonbahar ertesi, dalıyla vedalaşan turuncu bir yaprak misali rüzgârın önünde çaresiz ve kararsız bir ruh hâli içindeyim. Gül yüzlü umutlar yeşertiyorum hasretin kara toprağında. Sular tutuşuyor bir ikindi güneşinin can verdiği vakitlerde. Bir hüzün artığı seyrüsefer eyliyor yüreğimin kılcal damarlarında. Sualler cevaplardan kaçmakta dörtnala…
Ben en çok senin yokluğunu sevdim!…
Belli ki gönül haritasının bir yerlerinde nefes alıyorsun. Hasretinden pare pare olan bu yüreğin avdeti sanadır. Kutlu menzili sensin bu sabır yürüyüşünün. Umudun ipine yapışmışım Eyüp sabrıyla. Can kadehiyle sunduğun hasretin şarabını içmekteyim kana kana… Rüzgâr kokunu taşıyor gönül haneme, ellerinin uzağında… “Ne seninle, ne sensiz” nakaratını terennüm ediyor buz tutmuş dudaklarım. Uzak yolları gözlüyor mücrim nazarlarım…
M. NİHAT MALKOÇ