Bilal-i Habeşi Hazretlerinin Sünneti
Elif değnek gibi, Be börek gibi, Te de ona benzer, Se de ona benzer, Cim’in karnıyarık, Ha da ona benzer, Hı da ona benzer. Dal semer kaşlı, Zel de ona benzer. Rı ay gibi….
Hamza hoca elinde pelit sopası ile kabartılmış yer minderinde bağdaş kurmuş oturuyordu. Kısa gür sakalları, tıknaz vücudu, güler yüzünün aksine ondan fazlasıyla çekiniyorduk. Elleri yaba gibiydi. Belki de öyle değil ama bizim minik avuçlarımızın yanında öyle geliyor da olabilirdi.
İki kız, altı yeni yetme oğlan toplam sekiz kişi koro halinde hocamızın ağzından çıkanları sular seller gibi ezberlemiştik. İstersen ezberleme. Pelit sopasının geldiğini görmeden acısını sırtında hissedersin. Ben ise övünmek gibi olmasın ama diğer arkadaşlarımın yediği sopanın toplamından daha fazlasını yedim diyebilirim. Arsızlığımdan mı, şımarıklığımdan mı, densizliğimden mi bunu o zamanlar bilemiyordum.
Kurs biter bitmez Tohma’nın serin sularına kendimizi atmak için neredeyse koşarken üzerimizdekileri çıkarır, (sanki üzerimizde bir şey varmış gibi) anadan üryan suya dalardık. Gözlerimize kan otururdu çimmekten. Üşüdükçe kızgın kumlara yatar birbirimize Hamza Hoca’nın taklidini yapardık.
Elif değnek gibi, Be börek gibi…..
Köyümüzün kuzey tarafından Tohma denilen Fırat Nehrinin bir kolu olan ırmak akardı. Tohma’nın her iki tarafı da ağaçlarla çevriliydi. Su kenarları genellikle söğüt, iç taraflarda ise daha çok kaysı ve kavak ağaçları. Tepeler ise bomboz kıraç toprak. Rahmetli ebem “Karşı tepeden tilki geçse kıçı görülür” derdi.
Kerpiç evlerimiz çatısızdı. Çatıyı bilmediklerinden değil de ihtiyaçtan dolayı çatı kaplaması yapılmazdı. Her evin damında yazın, bulgurluk buğdaylar, yani hedik kurutulur, pekmezler bizim teş dediğimiz büyük leğenlerde kıvamını alması beklenir, islimden çıkan kaysılar çekirdeklerinden çıkarılacak hale gelinceye kadar güneşte bekletilirdi. Bir de yazın serin serin yatmak için. Yıldızlarla arkadaşlık ederek, onlarla dertleşerek uyumanın keyfi de bir başka oluyordu.
Çok sopasını yesem de hakkını ödeyemem Hamza Hocanın. Allah mekanını cennet eylesin. Kurs bitiminden sonra çok yaşamadı. Sanki bizi bekliyormuş zavallı. Ben ise en çok sopa yemenin yanında en çok sure ve dua ezberleyendim. Bu benim zekamdan çok sanıyorum ezberlediğim her duanın bana menfaat olarak dönmesinden de kaynaklanıyor olabilirdi. Zira dedem rahmetli sedirin başköşesinde otururken bana da kendi yanında bir yer ayırmış ve “Faruk’tan çok ümitliyim, bana öldükten sonra mezarımda Fatiha okuyacak sadece bu var” derdi. Sadece bu mu? Hayır tabii ki. Her kursa gidişimde cebime üç beş kuruş sıkıştırırdı.
Artık yaşım on altı. Delikanlıyım. Ağzım laf yapıyor. Cemaatle namazı kaçırmıyorum. Zaman zaman imam efendi müezzinlik şerefini de bana bahşediyor. Aldığım aferinler, iltifatlar gögsümü kabartmıyor dersem yalan söylemiş olurum. Hele ki Çiğdem bu durumdan hoşnut ya, gerisini boş ver. Köyde okuma yazma bilenlerin sayısı bir elin parmaklarını geçmiyor. Onlar da zaten köyde değil. Anlayacağınız köyün imam efendi hariç mürekkep yalamış tek kişisi benim.
Güneş eskiden olduğu gibi gülümsese de sıcaklığını kaybetmişti.
Kör Zeynep iteğayı yaymış un elerken bir taraftan da sürekli " ahhh başım, kör olası ağrı geldi mi gitmek bilmiyor, ahh başım, zonk zonk zonkluyor" diye hayıflanıp duruyordu. Tandır, ara sıra yanan gazellerin, çalı çırpının dumanıyla boğuluyor, hamur yoğuran, bazlama pişiren kadınları öksürük nöbeti tutuyordu. Üstüne üstlük Kör Zeynep'in(Kör dediysek bu onun baykuş gibi görmesine nazire olsun diye takılan lakaptı. Hemen hemen bütün lakaplar bu minval üzerine takılmıştı) bitip tükenmeyen sızlanmaları huzursuzluğa davetiye çıkarıyor gibiydi.
İç odada Durdu çilingir sofrasını kurmuş ufak ufak demlenirken, tandırdan gelen anasının ikide bir sızlanmalarıyla keyfinin kaçtığını görüyordu. Çay bardağının dibinde kalan rakıyı kafasına dikmesiyle birlikte yerinden fırladı. Yüzünde belli belirsiz bir gülümsemenin yalazı geçti. Hemen elindeki bardağı rakı ile doldurup tandıra daldı.
"Ana" dedi. "Bende bir ilaç var, ağrı kesici."
"Aman kurbanım oğul" dedi Kör Zeynep. "Başım kazan gibi oldu. Getir hele şu mereti."
"Ana" dedi Durdu, "Bu ilaç çok acı, sen içemezsin, boğazını yakar."
"Oğlummm." diye inledi Kör Zeynep. "Acısı batsın, sen benim neler çektiğimi biliyor musun?" diye çıkıştı.
Tandırdaki diğer kadınlar işlerini bırakmış Durdu'nun nasıl bir halt edeceklerini meraklı gözlerle izliyorlardı. Durdu kim, ilaç kim? Durdu'nun her tarafı ilaç olsa ne yazar. O'nun ne mal olduğunu bilmeyen mi var. Aslında Kör Zeynep de oğlunu çok iyi tanıyordu ama ne yapsın biçare "Denize düşen yılana sarılır." hesabı bu baş ağrısından kurtulmak için oğlunun uzattığı çay bardağını aldı. Suratını biraz ekşitti.
"Ne kötü kokusu var bunun" dedi.
"İlaç dediğin mis kokacak değil ya ana" dedi Durdu. "Bir dikişte iç, sakın yarım bırakma" diye de ilave etti.
Kör Zeynep bir dikişte çay bardağını boşaltmasıyla birlikte;
"Yandım anam" diye bir çığlık atıp elindeki çay bardağını avluya fırlattı. Bardak tuz buz olurken süyükteki serçeler birbirine karışıp uçuştular.
On on beş dakika kadar sonra Kör Zeynep'in sızlanmaları sona ermişti. Gel gör ki Kör Zeynep un elerken;
Köselerin gelini Kiraz hanım; "Zeynep bacı unu iteğanın dışına eliyorsun." diye çıkışırken, Kör Zeynep "Aman Kiraz kızım bana her yer iteğa" derken sağa sola yalpalıyor, Durdu ise takadan kıs kıs gülerek densizliğini pişkin bir şekilde keyfini çıkarmaya çalışıyordu.
Faruk Köselerin Mehmet'in çocuklarından biriydi. Zekası bedenine fazla geldiğinden çoğu zaman kendisinden beklenmedik olayların içine dalar, sonrasında ise tereyağından kıl çeker gibi sıyrılmasını da becerirdi.
Dedesi ve amcasının arkasında cemaatle namazları kaçırmaz, her seferinde ise hatırı sayılır bir harçlığın cebine sıkıştırılacağını da bilirdi. Dedesi ve amcası Köse Hasan bu yeni yetme torun- yeğenlerinin ailenin yüz akı olacağını düşünerek camiye gidip gelirken yürüyüşlerinin de değiştiğini köylülerine hissettirirlerdi.
Faruk zekası sayesinde kısa sürede bütün sureleri ezberlemiş, ara sıra da imamın "hadi bu gün ezanı sen oku" demesiyle de cemaatin gözünde bir kademe daha yükseldiğini hissediyordu. Bu arada ortaokulu da başarıyla bitirmişti.
O yaz köyün imamının tayini çıktı. Akşam namazı için camiye gelen cemaat namazı kim kıldıracak diye birbirlerine bakarken dedesi Faruk'un kolundan tuttuğu gibi mihraba sürdü. Faruk alık alık bakınırken biri de kamet getirmeye başladı. İş başa düşmüştü. Faruk kendisinden beklenmeyen bir acarlıkla akşam namazını kıldırdı. Dedesinin ve amcasının sevinci görülmeye değerdi. Nasıl olsa yaz tatili, dolayısıyla yeni imam gelinceye kadar namaz kıldırmaya memur edilmişti Faruk. Canına minnet bu yaz sıcağında tarla tapanda, kan ter içinde çalışmaktan da kurtulmuştu. Alacağı övgü de cabası. Hele ki sevdalısı Çiğdem'in ona bakışlarının bile değişmiş olması Faruk'un ayaklarını yerden kesiyordu.
Öğle namazını kıldırmak için hızlı adımlarla camiye doğru koşuştururken çeşme başındaki Çiğdem'in sitillerini doldurmak üzere ve yalnız olduğunu gördü. Su içme bahanesiyle sessizce köy çeşmesine yaklaştı. Usulca "seni seviyorum" dedi. Belki de dediğini zannetti. Anlamlandıramadığı bir şekilde Çiğdem'i görünce nutku tutulur, kelimeler boğazında düğümlenir, zemheride soğuk soğuk terlerdi. Çiğdem ise kara gözlerini, bakışlarını kaçırarak yüzündeki allığı saklayamadı.
Köy yerinde bir kızla konuşmak, hele bir başlarına kalmak orta yerde bile olsa akla zarar bir olaydı. Ama Faruk için her yol Çiğdem'e çıktığından çok ta umurunda değildi. Biraz da kem küm etmeden konuşabilse! "Çiğdem" dedi. Bundan sonra ezan okurken ezanın bitiminde "öhöö" diyeceğim. "Bu aramızda şifre olsun. Öhöö dediğim zaman bil ki seni seviyorum demek" dedi ve hızla uzaklaştı.
O gün öğle ezanını can kulağı ile dinleyen sadece Çiğdem'di. Faruk “Allahu ekber, Allahu ekber / Lâ ilahe illallah." diye ezanı bitirdi. Arkasından "kuvvetli bir "öhöö" dedi. Ezanı dinlemek için ihtiyacı olmadığı halde çeşme başındaki Çiğdem "öhöö" yü duyunca sitiiler parmakları arasından kaydı, çeşme başındaki su dolduran kızlar da ıslaklıktan nasibini aldılar.
Yaz günleri köyde pek insan bulunmadığından Öğlen ve ikindi ezanlarını üç beş ihtiyar ile Çiğdem can kulağı ile dinliyorlardı. İhtiyarlar Faruk'a methiyeler düzerken, Çiğdem'in etekleri zil çalıyordu. Artı her ezan vakti daha iyi duymak için çeşme başında idi. Yürüyüşü bile değişmişti Çiğdem'in. Kolay mı 5 vakit ezanda sevdiği ona hem de hoparlörden ilan-ı aşk yapıyordu. Kim hangi kadın bu kadar şanslı olabilirdi ki?
Çuhurların Ali Osman akşam namazı çıkışı Faruk'un önüne dikildi. " ulan oğlum okumuş yazmış insansın ama bu ne her namazdan sonra öhöö demek, hep ezan vakti mi hıçkırık tutuyor seni?" diye çıkıştı. Faruk bilgiç bir tavırla" De get işine ağa, senin aklın ermez bu işlere, sen namazını kıl yeter." dedi. Ali Osman ağa yorgunluktan Faruk ile tartışacak durumda değildi. Üzerinde fazla durmadı.
Cuma günü Faruk yine ezanı kendisi okudu. Yine "öhöö" ile bitirdi. Cuma namazını kılan köy halkı alel acele işlerine koşarken, ki bu mevsimde köylülerin ağzında ayran çalkalayacak zamanları bile yoktur. Üç beş ihtiyar yerlerinden bile kıpırdamadılar. Belli ki bir dertleri, sıkıntıları var diye düşündü Faruk. Kolay mı koskoca köyün imamı!
Tüylü Hamza ( ki kafasında ilaç için bir tane saç yoktur.) "Faruk" dedi. "Yeğenim bu ezandan sonra öhöö demene bir mana veremedik. Hani bir, iki olsa hıçkırık tuttu diyeceğiz ama artık her ezan da öhöö demeyi ihmal etmiyorsun."
Kirik Hacı " Hamza haklı" diye ilave etti.
Diğer cemaat mensupları da onaylar şekilde başlarını salladılar.
Artık zurnanın zırt dediği yere gelmişti Faruk. Burada kem küm etmesinin kendisine yakışmayacağını, usturuplu bir cevap vererek durumu kurtarması gerektiğini yıldırım hızıyla düşündü.
Sesini olabildiğince kalınlaştırarak " Siz" dedi, "Bilal-i Habaşi Hazretleri Efendimizin Sünnetini bilmiyor musunuz?"
Çıt yok. Hepsinin üzerinde bakışlarını usul usul gezdirerek " Sünnete aykırı mı davransaydım" diye çıkıştı.
Köse Hasan "yeğenim" dedi. "Biz şimdiye kadar böyle bir şey duymadık. Belki okuma yazmamız yoktur ama şehir de de böyle ezan okuyan yok." diye yeğenine çıkışmaya çalıştı.
Faruk hiç bozuntuya vermeden " o onların problemi emmi, ben günaha giremem, bildiğimden de şaşmam" dedi. Arkasından “mezhep imamlarımız da bu yolda fetva vermişlerdir” deyip kestirip attı.
Cemaat ikna olmuş gibiydi. Yavaş yavaş doğruldular. "Okumak başkadır canım, baksana bilmediğimiz ne çok şey var. Allah günahlarımızı affetsin. Tövbe istiğfar edelim bari. " diyerek söylene söylene çıktılar. Faruk derin bir nefes aldı.
Artık okulların açılma zamanı geldi. Bu arada köye de yeni imam tayin ettiler. İmam efendi ilk ezanını okudu. Daha namaza başlamadan caminin müdavimi ihtiyarlar imam efendiye çıkıştılar.
"İmam efendi ezanı niye sünnete uygun okumuyorsun?"
"Anlamadım, ne sünneti, yanlışlık nerede?"
"Sen Bilal-i Habeşi Hazretleri'nin sünnetini bilmiyor musun?"
İmam efendi ciddileşerek "Bunca yıl imamlık yaptım böyle bir şey duymadım" dedi. İlave olarak "Peki nasıl okunacakmış ezan?" diye çıkıştı.
Kirik Hacı ayağa kalktı. Bir güzel ezan okudu. Sonunu "öhöö" ile bitirmeyi de ihmal etmedi tabii ki. Nede olsa Bial-i Habeşi Hazretlerin'in sünneti böyleydi!
Ay sonu gelmeden imam efendi köyü terk ederken arkasından konuşmalar devam ediyordu.
"Bunca yıl okudum diyor, imamlık yaptığını ifade ediyor ama daha ezanı sünnete göre okumayı bile beceremiyor densiz."
Çanakkale 19.01.2017
* Bu alan, ortaya serilen iteğa (un ve bezelerin konduğu çadır bezinden yaygı) ve tahtalarının başına oturup yufka açacak ka- dınlar için yeterli bir alandı.