Bilginin Tarihi Yolculuğuna Epistemolojik Bir Bakış

17.02.2019

Bilgi kısıtlanabilir bir kavram değildir. Bilgi bilimsel olarak“nesnel gerçekliğin insan zihnindeki yansıması” şeklinde tanımlanır.  Zira bu yansıma iki basamaktan oluşur. İlk basamakta insan nesnel gerçekliği duyumsarken, diğer basamakta bu bilgiyi düşünür ve yorumlar. Bu eytişimsel süreç basit bir algılamadan, karmaşık teoriler ve kuramlara kadar yol alır. Orhan Hançerlioğlu’nun “Düşünce Tarihi” kitabında söylediği gibi “gözlemden soyut düşünceye oradan da pratiğe; işte nesnel gerçekliği bilmenin eytişimsel yolu budur.”  Bilginin düşüncecilerin ( Platon, Descartes, Hegel vb.) anlattığı gibi, duyuları yadsınarak elde edileceği son derece yanlıştır. Platon idealar kuramı ve     “bilmek anımsamaktadır ”cümlesiyle tutarlı ancak bilimdışı öğretiler ortaya koymuştur. Hocası Sokrates’e saygı ve hayranlıktan daha öte bir vefa borcu olan Eflatun, akılcılık (rasyonalizm) ve inneizm ( bilginin doğuştan var olduğunu öne süren düşünce) fikirlerini benimsemiştir. Hiçbir yazılı eseri bulunmayan Sokrates’i tarihin müphem karanlığı içinde kaybolmaktan kurtarmış ve kaleme aldığı Menon Diyaloğu ile hocasının “Öğretmen, öğrenmeyi öğretmekten başka bir şey öğretemez” tezine sağlam bir destek teşkil etmiştir. Bu iki Antik Yunan filozofunun, yaklaşık bin üç yüz yıl sonra Alman filozof Immanuel Kant’ın (1724-1804) dile getireceği “A priori” kavramını, mantıken benimsemiş olduğuna şaşırılmaması gerektir. Aynı şekilde René Descartes ve Gottfried Wilhelm Leibniz’in usçu mantığı da bilimle uyumlu değildir. Bilginin yalnız düşünce ile elde edilebileceğini savunurken, bilimin çok kritik unsuru deneyimi yadsımışlardır.  Özellikle “Analitik Geometrinin” kurucusu olarak bilinen Descartes’ın “tanrı, özgür irade, mutluluk, erdem” gibi konular hakkında yazıya geçirdiği mülahazat, onun metafizik konularda Kıta Avrupası’nın gelişmesinin tohumları attığına işaret eder. Yalnız  “La recherche de la vérité par la lumière natürelle” eserinin önsözünde bu konularda ne denli çelişebileceğini anlamış ve felsefesinde bu alanları tartışmayacağını telaş içinde ifade eder. Descartes sadece iyiye bilgiyle ulaşma konusunda aklın gerekli olduğunu ve bu aklı nasıl kullanacağı dışında bir şey öğretmeyeceğini söyler. Usçuluk düşüncesini en uç boyutuna taşıyan ve sembolik mantık ile çürütülen, böylece bilimsel kabul edilmeyen “diyalektik” kavramını ortaya atan Georg Wilhelm Friedrich Hegel (1770-1831)idealist saçmalıklara ortam hazırlamıştır. Heidelberg Üniversitesinde profesörlük yapmış olan Hegel, “Geist” kavramını öne sürmüş böylece metafizik alanına tam bir geçiş yapmıştır. Ona göre “ussal olan gerçek, gerçek olan ussaldır”. İşte tüm bu usçu ve düşünceci filozofların, aklı yüceltip deney ve gözlemi yadsıyan bakışı kadar bilimden uzak diğer görüş ise deneyciliktir(ampirizm). Bu görüş ise özellikle John Locke(1632-1704) ve David Hume( 1711-1776) tarafında savunulmuştur. Tarihin ilk materyalisti Demokritos (MÖ 460-370) maddesel cisimlerin görünmez atomlar biçiminde imgeler yaydıklarını ve bu imgelerin duyu organlarını etkileyerek bilgi sağladığını söyleyerek aynı zamanda deneyci bir tavır sergilemiştir. Bu fikir en başta bahsettiğimiz bilimsel metot ve tanımla alakasızdır. Bu düşünceyi geliştiren birçok filozoftan biri olan Hume, “duyu yoksa fikir de yoktur” diyerek usçular gibi hataya düşmüş ve bilgi edinmenin eytişimsel özünü kaçırmıştır. Ne de olsa “İnsanlar algılarken düşünürler, yani algıladıkları nesneyi anlayarak algılarlar.” Şimdiye kadar bahsi geçen bütün filozoflar ve fikirlerinin batı menşeili olduğu dikkatlerden kaçmasa gerektir. Lâkin felsefeden nefret etmesine karşın, tarihin bir filozof olarak yargıladığı “Hüccet’ül İslam” olarak bilinen Ebû Hâmid Muhammed bin Muhammed bin Muhammed bin Ahmed el-Gazzâlî et-Tûsî ya da Gazali(1058-1111) doğu felsefesinde öne çıkar ve bir bakıma Gazzali’nin güçlendirdiği Eş’arilik yüzünden felsefeyi tekrar batıya göç etmeye zorlar. “Felsefe de bilim de küfürdür”diyen Gazali, günümüzde dahi çürütülememiş bir nedensellik eleştirisiyle adını tarihe yazdırır. “Bir elimizde pamuk, bir elimizde ise ateş olduğunu farz edelim. İkisini yan yana getirdiğimiz zaman pamuğun yanacağı bellidir ancak onu ateşin yaktığını nerden bilebiliriz? Bu soruya;‘E ne zaman bu ikisini yan yana getirsek bu yanar, tarihte de hep yanmıştır. Aksi durum gözlenmemiştir’ gibi bir yanıt verilir sanırım. O zaman bütün hayatımızı bir otlak alanda geçirdiğimizi düşünelim. Ömrümüz boyunca her gün bir çoban bir eşekle geliyor, o eşekten iniyor, daha sonra ikinci bir eşekle yoluna devam ediyor. Biz bu gözlemi, deneyi, deneyimi tüm hayatımız boyunca edindik ve aksi durum hiç yaşanmadı. Şimdi biz ikinci eşeğin gitme nedenine ilkinin durması diyebilir miyiz? İşte aynı sebeple ateşin de pamuğu yaktığından emin olmamız mümkün değildir.” Bu anlatısı ile nedenselliği eleştiren İmam Gazali, ancak ve ancak ereksel nedenselliğin var olduğunu söyler. Bu erek ise hiç şüphesiz Allah tarafından verilmiştir. Batı felsefesini okumuş ve üzerine uzun süre düşünmüş olan Gazali,”Makasıdü’l-felasife” eserinde filozofların amaçlarını açıklamış, “Tehafütü’l-felasife” eserinde ise bu filozofların tutarsızlıklarından bahsetmiştir. Akılcı filozofları da eleştiren Gazali, duyuların yanıltıcı olabileceğini aklımız ile anladığımızı ancak aklımızın yanıltıcı olma ihtimalini göz arda ettiğimizi söylemiştir. Eş’ari itikadının öğretilerini benimsemiş olan Gazali, akıl ile din karşı karşıya olduğunda aklı saf dışı bırakmamız gerektiğini söylemiştir. Ne de olsa mutlak doğru, bizi yaratmış olandır. Başka yerde aramak saçmalıktır ve boşunadır. Bilginin edinimi konusunda ortaya atılmış görüşleri, kendi içinde tutarlı argümanlarla eleştiren tek kişi İmam Gazali değildir. “Kritisizm” felsefesi adıyla tarihe geçen Alman filozof Immanuel Kant da Rasyonalizmi ve Emprizmi eleştirmiş ve aslında bilginin kaynağı konusunda bilimsel metoda son derece yaklaşmıştır. Duyum öncesi bilgiyi anlatmak için, Türkçeye Önsel olarak çevrilen “A priori”; duyum sonrası bilgiyi anlatmak için Türkçeye Sonsal olarak çevrilen “ A posteriori; Numen yani görünen ve Fenomen yani görünmeyen kavramlarını literatüre kazandırmıştır. “Görüsüz (deneysiz) kavramlar boş, kavramsız (aklın kalıpları dışında) görüler kördür” cümlesiyle felsefesini özetlemiştir. Ona göre yalnız akıl veya yalnız duyu değil, yarı yarıya hem akıl, hem duyu önemlidir. Ne kadar mantıklı ve bilime yakın olsa da maalesef o da yanılmıştır. Dönemin en muhteşem bilim insanı, İngiliz fizikçi Sir Isaac Newton(1643- 1727), insanlık tarihinde çığır açan buluşlarla ön plandaydı. “Philosophiae Naturalis Principia Mathematica” eseriyle Newton Mekaniği olarak da bilinen klasik mekaniğin temellerini atmıştı. Şüphesiz ki bu buluşlara hayran olan birçok kişiden biri de Immanuel’di. Gelişmelerin ardından Kant, düşünmeye başladı. Düşünme esnasında karşılaştığı iki büyük isim vardı: ilki en büyük akılcılardan Descartes, ikincisi ise “beni dogmatik uykumdan uyandırdı” dediği Hume’du. Descartes, bilgilere yalnız us ile ulaşılacağını söylemiş ve metodik şüphe yöntemiyle bunu desteklemişti. Öte yandan Hume, aklın değil duyuların ön plana çıkmasıyla doğru bilgilere ulaşılacağını söylüyordu. Duyumsayamadan fikir sahibi olunamayacağını savunuyordu. Ne var ki Newton, ulaştığı “kesin” bilgilere yalnız duyularıyla ulaşamazdı. Sonuçta “yerçekimi” gibi bir kavramı duyumsamak mümkün değildi. Diğer taraftan yalnız düşünmek de olmazdı. Belirli deneyler ve gözlemler neticesinde bir mekanik fikri öne sürmüş olması gerekiyordu. Tüm bu düşünmenin ardından Newton’un kesin ve tam anlamıyla genel geçer bilgiye yalnız ikisinin bir arada kullanılmasıyla ulaştığı sonucuna varmıştı. Ancak tüm bu mantıklı ve bilimsel fikirler çerçevesinde yarattığı felsefenin yanlışlığı, 1900 yılında “Planck Sabiti”, “Planck Işınım Yasası” ve “Kuantum Teorisini” geliştiren Alman fizikçi Max Planck(1858-1947); ve “Genel ve Özel Görelilik” teorileriyle ortaya çıkan Albert Einstein(1879-1955) tarafından kanıtlandı. Immanuel Kant ve felsefesini üzerine kurduğu Newton Mekaniği yanılmıştı. Zira bu mekanik kesin ve genel geçer değildi çünkü atom altı parçacıklarda çalışmıyordu. Böylece Kant da bilginin edinimi konusunda bilime teğet geçti. Bilginin edinimi hakkında düşüncelerin tarihsel süreci esnasında karşımıza çıkan bir diğer önemli felsefe ise, idealizme adeta isyan eder nitelikte bir felsefe “Analitik Felsefe” ya da “Mantıkçı Pozitivizm” dir. Temsilcisi ise bir matematik aşığı, Avusturyalı filozof Ludwig Wittgenstein(1889-1951)’dır. Formel bilimlere hayran olan Ludwig, üniversitede mimarlık okurken dönemin büyük filozoflarından Britanyalı Bertrand Russell’ın “Principa Mathematica” kitabını okumuş ve matematik algısı yepyeni bir boyut kazanmıştır. Dünyası değişen Ludwig, derhal Russel’ın öğrencisi olarak Cambridge Üniversitesi’ne gitmiş ve çalışmaya başlamıştır. Wittgenstein, felsefede yaşanan sorunların iki tane sebebi olduğunu söylemiştir. Bunların ilki, metafizik ve doğrulanamayan içerikler; ikincisi, çok anlamlılık taşıyan dildir. Tek gerçeğin bilimsel bilgi olduğunu savunan Wittgenstein, bu verileri aklın analiz edeceğini söyler. İşte tam bu noktada sıkıntı vardır çünkü bu analizin kullandığımız dil ile yapılması olanaksızdır. Filozofa göre, insanlar konuşurken birbirlerinin aklına resimler çizerler. Bu resimler ile anlaşır ve iletişim kurarlar. Ancak bu resimler her zaman düzgün ve tam çizilemeyebilir. Özellikle “tanrı, ruh, ölüm, cennet” gibi metafizik konularda her insanın aklındaki resim farklıdır ve bir başkasına aktarılması olanaksızdır. Aslında birçok zaman bu resim çizilemez ve analizi de yapılamaz. Tam bu noktada iki soruna birden çözüm getirecek, ünlü kitabı “Tractatus Logico-Philosophicus” kitabının son cümlesini yazmıştır: “Wovon mann nicht sprechen kann, darüber muss mann schweigen” yani “üzerine konuşulmayan hakkında susulmalı.” Bu cümleyle biten kitabını yazdıktan sonra felsefenin sona erdiğine inanmış ve Cambridge’den ayrılmıştır. Bu cümle tabi ki felsefenin sonu değildir ve bunu kendisi de sonra fark edecektir ancak bu yeni sistem Aristo’nun temelini attığı “mantık” kavramını, sistematik bir dil haline getirip “sembolik mantık” olarak karşımıza çıkaracaktır. Bu yeni dil ile metafizikten arındırılmış, yalnız bilime odaklanmış bir felsefe görüşü savunur. Dil çözümlemeleri ile doğru bilgiye ulaşmanın mümkün olduğunu söyler ve felsefeyi düşünsel bir etkinlik olmaktan çıkarıp dil analizine dönüştürür. Bu noktada o da bilimsel metottan uzaklaşır ve gelecek filozoflar tarafından felsefenin konusunu sınırladığı gerekçesiyle eleştirilir.

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar

Esa

Esa

6 years ago

Edebiyat ve Sanat dallarında ki kaynak yazıları ile Googlede otorite bir site haline gelmiş olan Esa' nın felsefe ve sosyoloji dalında hep güdük kalmış olması büyük bir handikaptı. Sadece Bayram Kaya beyin şahsi katkıları ve çabaları ile bu açığımız bir nebze kapanıyor, bilim, Sanat ve edebiyatla kopartılamaz bağlara sahip olan felsefe ile ilgili olması gereken yanımız hep güdük kalıyordu. Tam da bize yakışan bu yazılarınız bizlere sevinç veriyor. Sitemiz sizler için vardır ve bu tip kalemlerin önünü açmak için her şeyi yapacaktır. Yazınızda saygı, kaleminize muhabbetle... 🙂