Bir Çanakkale Şehidinin Son Mektubu

17.03.2018

 
 
Mektubu yazan ihtiyat zabit (yedek subay) namzedi Edhem, İstanbul Hukuk Fakültesi son sınıfına devam ederken, aynı zamanda Beyazıt Numune Mektebinde öğretmenmiş (1912). Gönüllü olarak katıldığı Çanakkale Savaşında bu mektubu yazdıktan sonra şehitlik mertebesine yükselmiş.
 
Şehit Muallim Edhem
(Harp Mecmuası, 1915, No 22, sayfa 351)
 
Vâlideciğim,
Dört asker doğurmakla müftehir şanlı Türk annesi!
Nasihat-âmiz mektubunu, Divrin Ovası gibi güzel, yeşillik bir ovacığın ortasından geçen derenin kenarındaki armut ağacının sâyesinde otururken aldım. Tabiatın yeşillikleri içinde mest olmuş rûhumu bir kat daha takviye etti. Okudum, okudukça büyük büyük dersler aldım. Tekrar okudum. Şöyle güzel ve mukaddes bir vazifenin içinde bulunduğumdan sevindim. Gözlerimi açtım, uzaklara doğru baktım. Yeşil yeşil ekinlerin rüzgâra mukavemet edemeyerek eğilmesi, bana, annemden gelen mektubu selâmlıyor gibi geldi. Hepsi benden tarafa doğru eğilip kalkıyordu ve beni, annemden gelen mektup geldi diyerek tebrik ediyorlardı.
Gözlerimi biraz sağa çevirdim; güzel bir yamacın eteklerindeki muhteşem çam ağaçları kendilerine mahsus bir sedâ ile beni tebşir ediyorlardı. Nazarlarımı sola çevirdim; çığıl çığıl akan dere, bana vâlidemden gelen mektupdan dolayı gülüyor, oynuyor, köpürüyordu… Başımı kaldırdım, gölgesinde istirahat ettiğim ağacın yapraklarına baktım. Hepsi benim sevincime iştirak ettiğini, yaptıkları rakslarla anlatmak istiyordu. Diğer bir dalına baktım, güzel bir bülbül, tatlı sedâsı ile beni tebşir ediyor ve hissiyatıma iştirak ettiğini ince gagalarını açarak göstermek istiyordu.
- İşte bu geçen dakikalar ânında, hizmet eri:
- Efendim, çayınız, buyurunuz, içiniz, – dedi.
- Pekâlâ, – dedim. Aldım baktım, sütlü çay…
- Mustafa, bu sütü nereden aldın? – dedim.
- Efendim, şu derenin kenarında yayıla yayıla giden sürü yok mu?
- Evet, – dedim. – Evet, ne kadar güzel!
- İşte onun çobanından on paraya aldım.
Vâlideciğim, on paraya yüz dirhem süt, hem de su katılmamış. Koyundan şimdi sağılmış, aldım ve içtim.
Fakat bu sırada düşünüyorum. Ben vâlidem sâyesinde onun gönderdiği para ile süt içeyim de, annem içmesin, olur mu? Şevket neden içmiyor? dedim.
Fakat yukarıdaki bülbül bağırıyordu: “Vâliden kaderine küssün, ne yapalım. O da erkek olsaydı, bu çiçeklerden koklayacak, bu sütten içecek, bu ekinlerin secdelerini görecek ve derenin âheste akışını tetkik edecek ve çıkardığı sesleri duyacak idi.”
Şevket merak etmesin, o görür, belki de daha güzellerini görür.
Fakat vâlideciğim, sen yine de müteessir olma. Ben seni, evet seni mutlaka buralara getireceğim. Ve şu tabiî manzarayı göstereceğim. Şevket, Hilmi de senin sâyende görecektir. O güzel çayırın koyu yeşil bir tarafında, çamaşır yıkayan askerlerim saf saf dizilmişler. Gayet güzel sesli biri ezan okuyordu.
Ey Allahım, bu ovada onun sesi ne kadar güzeldi! Bülbül bile sustu, ekinler bile hareketten kesildi, dere bile sesini çıkarmıyordu. Herkes, her şey, bütün mevcudât onu, o mukaddes sesi dinliyordu. Ezan bitti. O dereden ben de bir abdest aldım. Cemaat ile namazı kıldık. O güzel yeşil çayırların üzerine diz çöktüm.
Bütün dünyanın dağdağa ve debdebelerini unuttum. Ellerimi kaldırdım, gözümü yukarı diktim, ağzımı açtım ve dedim:
Ey Türklerin Ulu Tanrısı! Ey şu öten kuşun, şu gezen ve meleyen koyunun, şu secde eden yeşil ekin ve otların, şu heybetli dağların Hâlıkı! Sen bütün bunları Türklere verdin. Yine Türklerde bırak. Çünkü böyle güzel yerler, seni takdis eden ve seni ulu tanıyan Türklere mahsustur.
“Ey benim Yarabbim! Şu kahraman askerlerin bütün dilekleri; ism-i celâlini İngilizlere ve Fransızlara tanıtmaktır. Sen bu şerefli dileği ihsan eyle, ve huzurunda titreyerek, böyle güzel ve sakin bir yerde sana dua eden biz askerlerin süngülerini keskin, düşmanlarını zaten kahrettin ya, bütün mahveyle!”
Diyerek bir dua ettim ve kalktım. Artık benim kadar mes’ut, benim kadar mesrur bir kimse tasavvur edilemezdi.
Anneciğim, oğlun Halit de benim gibi güzel yerlerdedir.
Dünyanın en güzel yerleri burası imiş. Yalnız bu memleketlerde düğün olmuyor. İnşallah düşman asker çıkarır da, bizi de götürürler, bir düğün yaparız, olmaz mı?
Kadir’e mektup yazdım.
Vâlideciğim, evdeki senet vesaireyi kimselere kat’iyyen vermeyin ve sorarlarsa bilmiyoruz deyin.
Çantayı al, sandığa koy. Ben sana vaktiyle anlatmış idim, bu dünya böyledir.
Fakat sen merak etme. O parayı vermese, adliyedeki adam vermezdi. Hani nasıl aldık. Yalnız zaman ister.
Vâlideciğim, çamaşır falan istemem, paralarım duruyor, Allah razı olsun.
Oğlun
Hasan Etem
 
4 Nisan 1331
(17 Nisan 1915)
Mektubun yayımlandığı TDAV Türk Dünyası Tarih Dergisi. Nisan 2004

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar

Cemal Köroğlu

Cemal Köroğlu

7 years ago

Bu konu hakkında yazılmış en iyi yazı bu denemez ama yapıcı bir yaklaşım var. Güzeldi.

Handan Çalık

Handan Çalık

7 years ago

Pek çok yazıyı okurum niye yazılmış ki diye düşünürüm. Bu yazınızda bunları hissetmedim.Kutlarım yazınızı

Ahmet Zeytinci

Ahmet Zeytinci

7 years ago

Çanakkale de çok hüzünlü hikayeler vardır. Ancak ilkel şartlarda mektuplar ile haberleşebiliyordu o ağır savaş şartları altında insanlar. Ve asla o kahramanlar dönmeyi düşünmediler... Tıpkı Afrin'de ki o Mehmetçik gibi ''Beklemesinler'' düşüncesine sahip idi bütün Mehmetlerimiz. Atalarımız bu yurdu bize vatan yaparken bir adım ne geri gittiler ne de canlarını düşündüler. Allah hepsinden razı olsun... Her Türk çocuğunun Çanakkaleyi mutlaka ama mutlaka görmesi, görmeyenlere de anlatması lazım. Var olasınız...