Bir Mayıs Günü
Mayıs ayıydı, bavullarımı hazırladım, aldım elime, doğru havalimanına... Memlekete gidiyorum. Aman ne saadet... bir an önce uçmak, varmak istiyorum. Bu defa yalnız gideceğim. Çocukları babaya, babayı çocuklara, hepsini Allah’a emanet edip çıkmışım yola.
Biletin barkotunu okutuyoruz, turnike açılıyor. İlk defa görüyorum, bu sistem yeni her halde. Benden sonrakiler de benden görüp okuttular. Kapıya vardık, boş sandalye bulup oturdum. Yanımda bir aile var. Biraz hoş beş ettik. Hepimiz heyecanlıyız. “Memleket nere?... Burda nerde kalıyorsunuz?.. Çalışıyor musunuz?.. Çocuk var mı?.. “ ile başlayan geçici dostluklar, geçici muhabbetler... Beni yalnız görünce, “Okullar tatil de değil...niye tek gidiyorum, cenazem neyim yoktur inşallah”lı meraklı sorular...
Kapımız açıldı, yürüdük. Yalnız olduğum için kalkıp kuyruğa girmem kolay oldu. Etrafımda benim gibi yalnız seyahat eden başka yolcular da vardı. Bir ara hepsinin ortasında kaldım. Grup olarak otobüse bindik. Uçağa doğru gidiyoruz. 30’lu 40’lı yaşlarında 4-5 kişi, hepsi yalnız... Havalimanında karşılaşmışlardı. Eski tanıdıklar olduğu için her halükarda sohbet ediyorlardı. İçlerindeki en genç olanını aralarına aldılar ve sorgu sual başladı.
- Gördün mü Fidan’ı?
- Hee gördüm
- Konuşmadınız heral?
- Konuşmadık.
- Selam neyim de yok?
- Yok...
- Niye ki?
- Konuşmuyoruz.
- Yanında çalışmadın mı?
- Hee çalıştım.
- Eee... ?
Genç adam epey sıkıldı. Etrafına bakındı. Kurtarıcı arar gibiydi. Meraklı adamların soruları bir türlü kesilmiyordu. En sonunda sinirlendi, açtı ağzını, yumdu gözünü:
- Fidan’ı diyorsunuz değil mi? Fidan’ı... Fidanlara kurban olsun odun herif... Yüzünü şeytan görsün. Allah bildiği gibi yapsın. Kazancının betini bereketini görmesin inşallah!...
- Çok ağır olmadı mı?
-Az bile söyledim.
- Ne yaptı ki?
- Türkiye’den gelmişim... dayımın kızıyla evlenmişim... ağzımda dil yok diş yok. Bilmediğim bir memleket... dayıma mahcup da olmak istemiyorum... bulduğum ilk işe girdim. Aha bunun dükkanına... Başlangıçta temizlik işi diye konuştuk. Bulaşık, paspas, çöpleri toparlama, masaları silme... hepsine bakıyom, her yere koşuyom. Gece uyumuyom, döneri hazırlıyom, salataları doğruyom... Mahir koş içecek bitti... Mahir koş yeşillik al... Mahir koş yeni sos çıkar... Mahir müşteriye bak... Mahir ekmekleri çıkar... Mahir aşşaa Mahir yukarı...
- Tabii çalışacaan... işe diye girmişin.
- Tabii çalıştım. Hiç zorsunmadan, devamlı çalıştım. Günde 18 saat çalıştığım oldu. Aralarda yemeği geçtik, çay içecek vaktim bile yoktu. Hiç oturamıyordum ki... Bana para diye 1000 lira attı önüme ayın sonunda. Dedim “ne bu?”... Dedi “para”... Dedim “az”... Dedi “yeter bu, ne azı” Dedim “ağbi bir aydır eşşek gibi çalıştım, aylık ücret hadi asgari olsun, fazla mesaim nerde?” Dedi “sen burayı devlet dairesi mi sandın?”. Dedim “Ağbi ne alaka? Çalıştım emeğimin karşılığını istiyom.” Bana demez mi ki “Neeyyy? Ulan it seni acıdık işe aldık, şükredip elimizi öpeceğine bir de çemkiriyon mu?” Ben de parasını buruşturup suratına attım. Bir de yüzüne tükürdüm. Çıktım gittim.
- Ayıp etmiş hakkaten.
Bu konuşma daha da uzadı mı bilmiyorum ama otobüs bizi uçağın yanına getirdi. Biz de bu defa uçağa bindik, yerlerimize oturduk.
Üç saat sonra Türkiye semalarına girdik. Yine her zamanki heyecanımızla bulutların komşuluğunda yeryüzünü izleyerek ineceğimiz havaalanına geldik. Uçak yere indiğinde beni bir ağlama tutar. Ağlamamak için yutkuna yutkuna kapıdan çıktım. Merdivenlerden aşağı indim.
Alanda yine bizi bir otobüs bekliyordu, bindik. Bu defa terminale gidecektik. Etrafıma bakındım. Yine aynı grubun içine düşmüşüm. Ama bir farkla... Bu kez Mahir değil, ortada Fidan vardı.
- Mahir’i gördün mü?
- Gördüm.
- Konuşmadın heral...?
- Konuşmadım, konuşmam da...
- Niye?
- Kadir kıymet bilmeyen, nankör itin biri... ne konuşacaam!
- Biraz ağır olmadı mı?
- Az bile dedim. Türkiye’den gelmiş, dil bilmez yol bilmez... acımış işe almışız. Verdiğimiz parayı beğenmedi bir de... Ulan ben azülleri çalıştırıyom 700’e... Sen demişim bizim oraların çocuu demişim goosgoca 1000 vermişim. Türkiye’de o kadar parayı bir arada gördü müydü? Hangi memur hangi paşa bir ayda 6000 alıyor?
- Türkiye parası olarak...?
- Hee...
- İyi de çocuk Türkiye’de oturmuyor, burda o para 1000 lira... Ev kirası mı ödesin, sağlık sigortası mı ödesin, evine ekmek mi götürsün?
- Onu bunu bilmem... Ekmek yediği eli ısırdı. Ben onu bilirim, onu söylerim. Hakkım haram olsun. Burnundan fitil fitil gelsin inşallah. Gördüğümden beri moralim bozuldu zaten verme şu itin lafını.
- Haram edecek kadar hakkın kaldı mı çocukta?
- Nasıl...?
- Verdiğin parayı aldı mı? Yoksa buruşturup suratına mı fırlattı?
- Haa... almadı inek. Ama sonra gittiği her yere benden için “Para vermiyor” diyormuş. Ona hakkımı helal etmiyorum.
Neyse ki terminale geldik. Bu konuşmaya daha fazla şahit olmayacaktım. Ama söylemek isteyip söyleyemediğim bir kaç cümlem vardı. İçimde büyük hortumlar oluşmuştu, döne döne dilime kadar gelmiş sözlerim çıkmaya bahane arıyordu. Yutkundum...
Bazıları yüzüne tükürülünce bunu, hakaret olarak görmüyormuş. Hatta “Oh para da bende kaldı.” diye seviniyormuş. Bunu da gördük çok şükür(!)
Aman şimdi kavga çıkmasın, laftan sözden anlamayan şerefsiz birine şerefi, insan onurunu nasıl anlatacağım ki?
Bavulumu yerden alırken o da kendi bavulunu alıyordu, nasılsa göz göze geldik. Birden titredi, rengi bembeyaz oldu. Dilimden değilse de gözlerimden çıkan sözlerimi duydu sanıyorum:
- Bak hele Odun Efendi, bu karşında çalışan insan, emeğini, zamanını, bilgi ve tecrübesini sunarken bunları, sana kiralıyor. Senin için harcadığı emeğin, senin için ayırdığı zamanın, senin için kullandığı bilgi ve tecrübenin -gerçek anlamda-hakkını ödeyebilmen zaten çok zor. Neye göre sen helal veya haram ediyorsun?
Ah sen ve senin gibiler... bir bitin ya hu bitin artık yeter...