Üniversite bitmiş, öğretmen de olmuştum. O zamanlar Öğretmenlik İçin Yeterlik Sınavı vardı. Sınavı geçenin ataması hemen yapılıyordu. Benim buna ilaveten bir de yüksek lisansım vardı. Yüksek lisans derslerimi takip etmek, aynı zamanda öğretmenlik yapmak durumundaydım. Belli bir programın dışına çıkamıyor, eksik de olsa bir şeyler yapmaya çalışıyordum. Hafta sonları öğrenci, hafta içi öğretmen olarak geçirdiğim bir kaç yıl, bu şekilde yaşadım.
Ne derslerin ağırlığı, ne araştırma için kütüphane ziyaretlerimin yaz tatilini beklemek zorunda olması... beni en çok zorlayan yol hikayelerimdi.
Her zaman “Zor geliyorsa yapma veya boş ver gitsin.” gibi sözler duymamak için yaşadığım zorlukları kimseye anlatamıyordum. “Güzel Anadolu’nun güzel insanları” diye başlayan çok güzel cümleler duymuşuzdur. Bu söz ne zaman söylense yüzümde hafif, alaycı bir gülümseme mutlaka belirir. Anadolu’da güzel insanlar vardır, onları tenzih ederim. Ancak benim gibi henüz 20’li yaşlarının başında olan, hayalleri ve idealleri olan, yolunu gözleyen ailesi olan bir genç kızın başına çok kötü olaylar gelebileceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Allah gece- gündüz demeden yolculuk yapmak zorunda kalan bütün hayat yolcularını korusun. Bir otobüse, dolmuşa, trene binerken sadece bir yerden bir yere gitmiyoruz, canımızı, sağlığımızı, namusumuzu da bu, daimi yol emekçilerine emanet ediyoruz.
O hafta sonu da bavulun içine yerleştirdiğim notlarımı, yardımcı kitaplarımı, hocalarımdan ödünç aldığım lugatlerimi toplayıp Konya’ya gitmiştim. Tezimin sonlarına gelmiş, son düzenlemeleri yapıyordum. Ama incelediğim divanın başka bir nüshasını daha bulmuş, onu da diğer metinlerle karşılaştırmaya başlamıştım. Bir kaç şiirin eksik mısra veya beyitlerini, bu yeni nüshayla tamamlayabilmiştim. Her tamamladığım beyit için büyük mutluluk yaşıyordum. Tezi bitirme sürem biraz daha uzamıştı, normal olarak. Ama ben bulduğum her boşlukta, bavulu açıp çalışmaya devam ediyordum. Bazen otobüste, bazen çay saatinde, bazen uykudan önce... sadece 10 dakika bakabilsem bir kelime dahi bulabilsem seviniyordum.
Nihayet hocalarımla görüşmelerimi bitirmiş, son talimatlarımı almıştım. Akşam otobüsüyle öğretmenlik yaptığım yere geri dönecektim. Bu, beni düşündürüyordu. Gece yolculuklarımda annem veya babam beni karşılamaya gelirdi. Bu hafta seçim haftasıydı, bütün ailem oylarını kullanmak için memlekete gitmişti. Bari çok geç bir saate kalmasam diyordum. Maalesef hesapta olmayan bir problem çıkınca gitmem gereken saatten iki saat sonraya kaldım. Gece 11’de anca ulaşmak istediğim şehre varabilecektim. Otogar ile öğretmen evi arasını nasıl yürüyecektim? İşte orası beni korkutuyordu.
Ayaklarım, bir dost veya arkadaş yüzü aramak için, Zafer’e doğru, beni sürüklemeye başladı. E mâlum... Konya’nın en işlek caddesi... Mutlaka bir tanıdığa rastlamak mümkün. Gerçi tanıdık görsem n’olacak ki... belki geçici olarak rahatlama sağlarsa... Zafer’e doğru yürürken, İnce Minare’nin önünden geçtim. Alaaddin Tepesi’ne baktım. Buralarda neler yaşamıştık bir zamanlar... Adım başı bir tanıdığa rastladığımız günler geride kalmış.
Aklımdan geçen bir şey vardı. İlk kulübeden annemi arayacaktım. “Geceye kaldım, korkuyorum, gitmesem mi?” diye soracaktım. Annemin sesi bana güç verecekti. Ayrıca annem ne yapmam gerektiğini bilirdi. Ayaklarım bu defa beni telefon kulübelerine doğru sürükledi. Hâliyle o dönemler cep telefonu sadece hayaldi... belki hayal bile değildi.
Gözümün önüne otogardaki bir kaç kişinin pis bakışları geliyordu. Gerçekten korkuyordum. Kalbimden, dilime doğru temenniler, dilekler, dualar dökülmeye başladı:
-Allahım bana yardım et... Yalnız gidersem, öğretmenevine kadar o uzuun caddeyi nasıl geçeceem? Gitmesem yarınki derse yetişemiiceem. Beni kimse karşılamayacak belli. Bari biriyle gitsem... Bana nazımın geçeceği birini gönder!
Dilimde duamla en işlek caddenin orta refüjündeki telefon kulübelerine doğru yürümeye devam ettim.
Aman Allahım...Hiç bu kadar çabuk kabul edilen bir duam olmuş muydu şimdiye kadar? Bu... bu bizim Şerafettin değil mi?
Caddenin karşısında, taa karşı kaldırımda, kıvırcık kumral saçlı, takım elbiseli, kravatlı, hafif sakallı çocuk... Bizim bölümde, benden iki sınıf altta olan, “ilk tanıştığımız günden beri “Hocam” diye hitap eden bu, şair çocuk tam da görüp yardım isteyeceğim bir arkadaştı.
Olduğum yerden ona seslenemedim ama bir kolumu havaya kaldırdım. Olmasını istediğim şey oldu, dikkatini çekmişim demek ki o da beni gördü. Yüzünde güzel bir mutluluk belirdi. Sanırım bana rastladığına sevinmişti. O karşıdan, ben bu taraftan orta refüje doğru yürüdük.
-Vayy hocam...bu ne güzel bir rastlantı. Tam da aklımdan geçiyordunuz.
- Hadi yaa... Cidden mi? Ben de tam Allah’tan, nazım geçecek birini istiyordum. Seni gördüm... Ahh güzel kardeşim seni Allah mı gönderdi?
Çok ciddi bir yüz ifadesi ile;
-Eveet... beni Allah gönderdi. Yurttaydım, sıkıldım. Belki bir tanıdık bulurum çıkıp bir bakayım dedim. Şimdi Özgecan hocam olsaydı, ne me fâilün fâilün’lü şiirler yazdırırdı diyordum. Öğretmen oldu olalı göremiyoruz diyordum. Karşı kaldırımda sizi görünce çok şaşırdım.
- Biliyor musun?… Çok zor bir durumdayım. Allah’tan, yana yakıla bana bir yol arkadaşı göndermesi için dua ediyordum...Ben köyüme gideceem ama otobüs gece varacak otogara... Benim geceyi öğretmenevinde geçirip, sabaha köye gitmem lazım...Ama geceden korkuyorum, bana refakat eder misin?
- Ne?… Sizin köyünüze mi gideceez? Öğretmenlik yaptığınız...
- Evet. Gelir misin?
- Seve seve... Amaa... çok özür dilerim. Yol paramı siz verirseniz gelebilirim.
- Ben çağırıyorum. Tabii ki yol paranı, oteli, kahvaltıyı ben ısmarliiceem. Sorulur mu? Talebesin nihayetinde.
- İnsanın öğretmen arkadaşı olması ne güzel... Gelirim.
- Tamam... ben evi arayım... annem merak ediyordu.
- Önce ben bizim çocukları arayım. Bu gece yokum beni idare etsinler.
Telefon kulübesine girdi. Kapıyı açık bıraktı. Cadde gürültüsünün imkan verdiği ölçüde sesi duyuluyordu. Konuştuğu arkadaşlarının çoğunu ben de tanıyordum. Ama “ Bu gece gelmiyorum, beni idare edin... Merak etmeyin, bir arkadaşım davet etti, onda kalacağım... Yaaa kim olduğunu sormayın. Evet kız arkadaş...söylemem... şu anda bana kötü kötü bakıyor. Sormayın. Tamam beni idare edin, gelince anlatırım.” gibi kaçamak cevaplarla “ kaçamak” yapacağını ima etti.
- Ne dediğini duydum. Arkadaşlığına ihtiyacım var. Ondan bir şey diyemiyorum... Ama sakın ola Özgecan Hoca’ylaydım deme... hem onlar döver, hem ben döverim.
- Bilmem mi? Arkadaşların hepsi sizin de arkadaşınız sayın hocam.
Ben de geçip evi aradım. Anneme “Bizim Şerafettin”i bulduğumu, onunla yolculuk yapacağımı, korkmaması gerektiğini söyledim. Çünkü sık sık Konya’ya gelip hem arkadaş çevremle hem hocalarımla yakınen tanışmış olan bir annem vardı. Bu, küçük kardeş görünümlü, sevimli arkadaşımı da tanıyordu. Annemin içi rahatlamıştı. “Ben de öğretmenevi müdürünü arayım, kapıyı açık bıraksınlar o zaman” dedi. Böylesi geç saatlerde geldiğimizde, bizi içeri alsınlar diye, önceden öğretmen evi müdürünü arardık.
*******
İkimiz ilk gelen dolmuşla otogara yöneldik. Dolmuştan inince koşa koşa gidip bilet aldık. Çok sık yolculuk yaptığımdan herkes beni tanıyordu. Bu defa iki bilet almıştım. Yanımdaki takım elbiseli, kravatlı, sepet kafalı çocuğa dik dik baktılar. Bir kaç meraklı “Arkadaş da mı öğretmen?” deyince “ Yok... kardeşim... geleceğin öğretmeni... “ dedim. Otobüse bindik, yolculuk başladı. Daha hangi otobüslere, hangi zamana karşı yarışacaktık, hiç bir fikri yoktu. Ben de her hafta sonu yaşadığım bu maratona bir şahit bulduğum için mutluydum.
Yolumuz dört saat sürecekti. Tezimi bavuldan çıkarıp, dosyaları kucağıma yaydım. Bir kısmı da Şerafettin’in kucağındaydı. Osmanlıca bildiği için o da bana yardım ediyordu. Bilmediğimiz kelimelerde ikimiz de lugatleri karıştırıyor, anlam alternatiflerini karşılaştırıyorduk. İki kişi çalışmak ne rahatmış... Adeta sular seller gibi çözülüp gidiyordu bütün beyitler.
Yolumuz bittiğinde saat gerçekten gece 11’i gösteriyordu. Otobüsten, önce ben indim. Bir kaç kişi etrafımı sardı. Belki taksici, belki otogarda çalışan değnekçi, belki de simitçi- börekçiydiler. Büyük ihtimal hiç biriydiler... Onlar gibi davranıp yaklaşmaya çalışan, yalnız yolculuk yapan kızlara dadanan kötü adamlar da olabilirlerdi. İşte benim en çok korktuğum durum...
Hemen arkamdan Şerafettin indi. Bavulumu elimden aldı, “ Ne tarafa...?” diye sordu. Adamlar uzak durup gene de bizi yakın markaja aldılar.
Birlikte yürüyerek terminal alanından uzaklaştık. Uzun ve karanlık caddeden şehir meydanına doğru, biraz yokuş yukarı çıkmaya başladık. Bazen sağımızdan- solumuzdan geçen, bazen koşup karşımızda duran kişilerin bakışlarına aldırmadan ilerliyorduk. Şerafettin de epey tırsmıştı. Bir ara “ Şeref hocam... babanız emniyet mensubuydu değil mi?” diye yüksek sesle sordum. Şerafettin, bir an durdu... Sonra büyük bir şey bulmuş gibi sevindi. Coşkulu bir sesle;
- Evvet... Babam... Emniyet Âmiri... Âmir... Âmir benim babam!
Biraz kısık bir sesle;
-Abartma istersen... dedim.
Etrafımızdaki tuhaf kalabalık bir anda yok oldu. Meydandan geçip, diğer caddeye yöneldik. Burası bir il merkeziydi ama bu saatte, dışarda kimse yoktu. Sessiz ve karanlık yollardan yürüyerek öğretmenevine geldik.
- Bak geldik nihayet...
- Hocam bu uzun yolu yalnız mı yürüyecektiniz? Aman Allahım iyi ki de karşılaşmışız...
Öğretmenevinin bahçe kapısı açıktı. İçeri girince ben kapattım. Daha önce de annemle geldiğimizde kapıyı hep biz kapatırdık. Merdivenlerden çıkıp resepsiyona gidiyorduk ki ana giriş kapısı önünde nöbetçi görevliyle karşılaştık.
- Aaa... Suphi ağbi... siz miydiniz bugünkü nöbetçi? Ben hep Ahmet ağbinin nöbetine rast geliyordum.
Adam tuhaf tuhaf baktı yüzüme. Bir hayal kırıklığı yaşıyordu, her hâlinden belliydi.
- “Bekle” dediler bekledim. “Yalnız gelecek” dediler. Yalnız değilsiniz.
- Aaa... evet... Şerafettin Bey de öğretmen olacak. Karşılaştık, bana refakat etti sağolsun... Kaydımızı yapacak mısınız?
- Tamam... İsterseniz arkadaşınızı kaydetmeyelim...Gizli tutmak istersiniz belki...Ben halden anlarım.
Önce şaşırdım... Hiç beklemediğim bir hareketti. Şerafettin;
- Hocam, hocamdır. Kimseden de gizlisi, saklısı yoktur. Kaydımızı yapabilirsiniz.
Suphi ağbi aynı yüz ifadesiyle;
- Aynı odada mı kalacaksınız?
Benim şaşkınlığım artarak devam ediyordu. Şerafettin;
- Hocamızı rahatsız etmeyelim. Ayrı odalarda kalmamız daha iyi olur.
Adam kaydımızı yaparken;
- Siz geleceksiniz diye çay demlemiştim. İçer miyiz?
Bu defa ben konuşabildim.
- Hayır, teşekkürler. Biz yarınki ilk otobüse yetişmeliyiz. Oyalanmadan uyumamız lazım.
- Siz bilirsiniz. Çayımız her an hazır... haberiniz olsun.
- Tamam... unutmayız... teşekkürler.
Devamlı gelip gittiğim, barındığım, sığındığım bir yerdi. İlk defa bu kadar sessiz görüyordum.
- Bizden başka kimse yok mu? Çok sessiz sanki.
- Evet... Bu gece sizden başka misafir yok. Odalarınız da bu katta. Bana en yakın odalar...
Eline anahtarlarımızı aldı, kalacağımız yerleri gösterdi. Biz de teşekkür edip odalarımıza çekildik. Ben kapımı kilitledim. Gri eşofmanlarımı giydim, elimi yüzümü yıkadım. Dişlerimi fırçaladım. Yatağa oturdum. Belki yatsaydım uyurdum ama yüzümü falan yıkayınca açılmış olan uykum, geri gelmeden tezimle biraz daha uğraşmak istedim.
Tez bavulumu açıp yatağın üstüne yaydım. Tam ortaya oturup çalışmaya başladım. İyice dalmışım... kapının anahtarı oynadı. Oturduğum yerden, kıpırdamadan kapıya bakıyordum. Anahtar yere düştü. Tınnnn... Biraz sonra kapı açıldı. Resepsiyon görevlisiyle göz göze geldik.
- Hocaanım... çay... diicektim. İçer misiniz?
E ama... bu adam da çok oluyor.
- Hayır... teşekkürler.
Ayağa kalkıp kapıya kadar geldim. Bağırıp paniklesem o da panikleyebilirdi. Çok sakin davrandım.
-Çay aklıma gelmedi. Ama içecek olsam gelirdim. Gerçekten... Tez, çok vaktimi alıyor.
Şerafettin, kapısını açtı, yanımıza geldi. Adam, bundan hoşlanmadı.
- Hocam... çay mı içiyoruz?
- Ağbi sağolsun... ikram etmek istiyor ama çay içecek vaktim yok. Gene teze çalışıyordum.
- Uyumayacaksanız, yardım edeyim.
- Sevinirim.
Şerafettin, odama geldi. Bir sandalye çekti, yatağın yanına...Yine notlarımın ortasına oturdum, çalışmaya devam ettik. Gerçekten Osmanlıca yazıyı bilen bir arkadaşla yardımlaşmak, çok iyiymiş. Ne kadar çalıştık bilmiyorum. Arada esnemeye başlayınca “Hadi uyuyalım” dedik. O sırada kapının önünde bir hareket daha oldu. İkimiz de o tarafa dönüp baktık. Gümm diye kapı açıldı. Resepsiyon görevlisiyle gene göz göze geldik.
- Çay...?
Şerafettin;
- Çok teşekkürler... Bu gecelik bu kadar deyip tam da çalışmayı bırakıyorduk. Hocam dinlenecek. Müsaadesini isteyip kalkalım.
Kapıya doğru giderken birden arkasını dönüp
- İyi geceler hocam... (Eliyle “kapıyı kilitle” işareti yaptı.)
- İyi geceleer...
Onlar gidince kapıyı kilitledim. Arkasına komidini çektim. Notlarımı bavula özenle yerleştirdim. Lambayı söndürdüm... Baktım çok karanlık oluyor, yeniden yaktım. Karanlığı hiç sevmem de... Yatağıma yattım. Hemen uyudum.
Ne kadar uyudum bilmiyorum. Gece büyük bir gürültüyle yerimden fırladım. Işıklar açık olduğundan hemen gördüm. Kapı yarı açılmış, komodine çarpmıştı. Dışarda resepsiyon görevlisi...
- Ağbi ben uyuyordum... Çay içmiiceem teşekkür ederim.
O sırada dışarda Şerafettin’i gördüm. Hiç mi uyumadın mübarek? Kravat, ceket, bozulmamış kabarık kıvırcık saçlar...
- Hocam, bir kitabınız var mı? Uyku tutmadı da...
- Saatleri Ayarlama Enstitüsü var...ister misin?
- Evet... lütfen.
Tamam yüksek lisans öğrencisiydim, vaktim çok değerliydi ama yine de çalışmaktan yorulan beynimi dinlendirmek için roman okurdum. O gün yanımdaki kitap, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü idi. Bir koşu bulup getirdim.
- Çok teşekkürler...İyi geceler hocam.
- İyi geceler... Ağbi size de iyi geceler, çay yaptınız o kadar ama içemedik. kusura bakmayın. İyi nöbetler...
Adamın kıpkırmızı olmuş gözleri, öfkeyle mi, yorgunlukla mı bakıyordu anlayamadım. Kapıyı kapattım, biliyorum anahtar işe yaramıyor. Yine komodini kapının arkasına çektim. Işığı yine söndürmedim. Yatağıma yattım. Gece bir daha uyanmadan rahat rahat uyudum.
Sabah içeri giren güneş ışığı, lambanın aydınlığını bastırmış, ortalık iyice aydınlanmıştı. Hemen kalkıp giyindim. Şerafettin’i uyandırmam lazımdı. Sonra da ilk otobüse yetişmek için, gece geldiğimiz yolu gerisin geriye katetmemiz gerekiyordu. Komodini kapının arkasından çektim. Kapıyı açtım. Bir de ne göreyim?!
- Aaa... sen... ne zamandır burdasın?...Yoksa hep mi burdaydın?
Şerafettin, benim kapımın önüne iki sandalye koymuş, birine oturmuş, öbürüne ayaklarını uzatmış... Elinde kitap... epeyce de okumuş. Kravatlı, ceketli, kıvırcık saçlı... formundan bir şey kaybetmemiş. Gayet canlı, dinamik... bütün geceyi uyumadan geçiren kendisi değilmiş gibi...
- Günaydıın... Hocam bu ne güzel romanmış. Bitmeden sabah olmasa dedim inanın.
- Öyledir... hadi hazırlan da 10 dakkaya kadar yola çıkalım. Dün geldiğimiz caddeleri geri dönüp otogara gideceez.
- Hemen... 10 dakka sonra burdayım.
Gerçekten de biraz sonra hazır bir şekilde - elimizde bavul- merdivenlerden iniyorduk. Öğretmenevi müdürüyle karşılaştık. O da yeni geliyordu.
- Günaydın hocaanım. Gidiyor musunuz? Rahat ettiniz mi?
- Evet hocam... Çok teşekkürler... gerçek evimiz olsa bu kadar rahat etmezdik. Suphi Ağbimiz ne kadar insan canlısı, ne kadar misafir-pervermiş... Gece kaç defa kapıları zorladı ille de çay için diye anlatamam... Hem arkadaşımı kaydetmek de istemedi, sevgilimle kaçamak yaptığımı sanıp... Halden anlarmış da... Söz... öyle bir kaçamağım olursa kendisinin nöbetine denk getireceğim... Kapının arkasına komodini çekip kilitliyorum... Bir çay içeyim diye kilitleri açıp komodinleri yıkıyor... Gerçekten... böylesini hiç görmemiştim. İkramda bulunmak için zorla uykudan uyandırıyor... Güzel Anadolu’mun güzel insanı... Ancak bu kadar olur... Hocam şu otogardan buraya gelene kadar normalde korkardım. Bundan sonra burdan da korkacağım demek ki... Hele de kimse kalmıyorsa, benden başka misafir yoksa... Sizi ayırarak söylüyorum. Devletin öğretmenine sığınak diye yaptığı bu evde bile canımız, namusumuz tehlikedeyse biz nerelere gidebiliriz?.. Allahaısmarladık... inşallah bir daha görüşmemek üzere...
Son sözümü söylerken, kırmızı gözlere eklenmiş mor suratla bize mahcup mahcup bakan resepsiyon nöbetçisine dönmüştüm. Müdür beyin bir şey demesine fırsat vermeden hızlıca merdivenleri indik, koşar adım... yok yok uçar adımla terminale yöneldik.
Şerafettin, gözleri kocaman açılmış, hayret, daha çok da hayranlıkla;
- Adamı övüyorsunuz sanıyordum, dövdünüz. Ne güzel söylediniz.
- Haketti ama de mi?
- Hem de nasıl?… Hocam var ya... o çayı içseydik nolacaktık acep diye düşünmekten kendimi alamıyorum.
- Allahımıza bin şükür... kazasız atlattık... ne maceraydı...
*******
Köyümün otobüsü her zaman olduğu gibi hınca hınç doluydu. İnsanlarla birlikte tavuklar, sepetler, çuvallar da vardı. Öğretmene oturacak bir yer gösterdiler fakat yanındaki delikanlı ayakta kalmıştı.
Otobüs hareket eder etmez uyuklamaya başlayan kurtarıcıma kıyamadım. Yer versem oturmayacağından emindim. Kalktım, yaşlı bir amcaya “Sen burda otur” dedim, ben de onun yerini, yani merdivenleri aldım. Şerafettin’i de yanıma oturttum. Biraz sonra kıvırcık başını omzuma dayayıp uyumaya başladı. Ne de olsa Anadolu’nun gerçek güzel insanlarının yanındaydık artık. Rahatça uyuyabilirdi.