BORÇLU
Bir haber alamadım çok mu uzak yolların?
Yoksa kırgın yüreğin gurbete mi sürüldü?
Uzansan bir an için erişmez mi kolların?
Hasretinden ciğerim pare pare yarıldı.
Bastığın yerlerde hep çimen çiğdem biterdi,
Kuşlar bile sadece sen gelince öterdi.
Aşkının yedi rengi semalarda tüterdi,
Oysa sevda karası tam içimde karıldı.
.....
Elimde kağıt-kalem-silgi... İlhamın, aşkın doğum sancısı devam ederken bir şeyler yazmaya çalışıyorum. Bazen başarıyorum da... En çok bu, herkesin uyuduğu ama beynimin benim uyumama izin vermediği saatlerde çıkıyor sözcükler, dizeler...
En son yazdığım dizeleri şarkı gibi terennüm ede ede yatağıma gittim. Artık rahat uyuyabilirdim. Sancım bitmişti.
....
Bu gece gördüm o rüyayı... Nihayet... Biliyordum, aklımdaki soruların bir nebze de olsa cevap bulacağı bir rüya göreceğimi. Uzun zamandır bekliyordum.
Rüyalarımda sıkça gördüğüm o cam evdeydim gene. Camdan ev... küçüklüğümden beri bazen kabusum bazen güzel rüyam olurdu. Kabusum olduğu zaman; dokunma, vurma, çarpma, canlıca yürüme, koşma!... Kırılır haa...korkusu.
Bazen de aksine, güneşi doya doya alabildiğin, lambaya fenere ihtiyaç duymadan aydınlık içinde yaşayabildiğin ışıl ışıl bir ev... Çatısı kırmızı camdan, duvarları turuncu, yeşil, mavi...
Bir anda dokuz-on çocuk olduk, evde oynuyoruz. Çocuklu misafir gelince annem beni çağırır, “hadi sen bak, oynat küçükleri” derdi. Güvenirdi, bilirdi onlara iyi bakacağımı. Kimse kimseyle kavga etmez, küçük cisim yutmaz, balkondan - pencereden sarkmaz, sağa-sola çarpmaz, yarasız-beresiz teslim ederim annelerine. Yine öyleyim sanki... yine çocuklarla birlikte oynuyorum. Hepsinin üstünde değişik renklerde kıyafetler var. Kimi tamamen sarı, kimi mavi, kimi kırmızı giyinmiş. Aralarında yeşil renkli, üstünde kocaman papatya desenleri olan kazağıyla bir çocuk daha var. Herkes kısa saçlı olduğu halde sadece o kabarık kıvırcık saçlı.
Öyle oyunlar oynuyoruz ki kahkahalarımız çınlıyor, kıkırdamalar, şakımalar hiç eksilmiyor. Saklambaç oynadığımızı hatırlıyorum, cam evde nasıl saklanılır ki... Nereye gitsek bulunacağız. Bir sedirin örtüsünü kaldırıyorum, altını gösteriyorum. Oraya doluşuyorlar... Oyun, o anda boyut değiştiriyor. Saklambacımız, kapıları kırarak tuz-buz edip içeri giren kötü adamlardan saklanmaya dönüyor. Gözlerimi sıkıca kapatıyorum...karanlık...
....
Başka bir yerde açıyorum gözlerimi. Ev kaybolmuş. Bir taşın arkasında saklanmışım. Sessizce etrafıma bakınıyorum. Tanıdık bir yer... Evet evet... şu ahlat ağacının yanından yokuşa doğru yürüsem sonra tepeye çıksam... O tepenin başında bir kuyu vardı. Daha bu düşünce aklımdan geçmişti ki tepenin başındaydım. Su kuyusunun yanında... kuyunun suyu çok derindeydi. Yanıbaşında eskimiş hatta karnı yırtılmış bir yağ tenekesi duruyordu. Sonradan yapılmış, ip bağlanmış kulpu çok sağlam görünüyordu. Tenekeyi kuyuya saldım, biraz su alıp çekecektim. İlk önce ağır olup, gittikçe hafifleşen bu tuhaf su kabımı yukarı çekerken, yırtık yerinden sular geri dökülüyordu. Çıkarır çıkarmaz kuyunun yanındaki yalağa suyu boşalttım. O kadar azdı ki... bu işlemi daha ne kadar yapacaktım kim bilir...
Arkamdan bir çıtırtı duyunca tenekeyi atıp saklandım. Elinde kazma, sırtında heybe olan bir dede, yanında kıvırcık saçlı küçük bir kız... kuyuya doğru geldiler.
Yaşlı adam, yeni ve sapasağlam oluveren tenekeyi kuyuya saldı. Bir çırpıda doldurup rahatlıkla çekti, yalağa boşalttı. Küçük kız, kuyunun yanına kadar gelip içine baktı.
-Dede su çok pismiş, içilmez ki niye çekiyorsun, bağı bununla mı sulayacaksın?
- Su pis değil, sadece biraz bulanık, yeni yağmur yağdı ondan... bu yalak da kurdun kuşun hakkı olan su için. Buraya gelen herkes önce bunu doldurur, sonra bağlarını sular. Hayvanların hakkını vermeden bağa girersek, bereket neyim olmaz. Bak bu tepede başka su yok, sadece kuyuda var. Onu da biz bu yalağı doldurmazsak kurtlar kuşlar içemez.
Adam bir kaç teneke suyla yalağı doldurdu. Bu arada kuyuya çok yaklaşan torununa;
- O kadar yaklaşma düşersin. Bir kadının tası düştüydü de... tee aşaa dereden buldular. Bıraksak Göksu’ya kadar gidecekmiş.
Kız korkup kenara çekildi. Dedesinin elinden tuttu. Yola devam ettiler. Ben arkalarından geliyordum saklana saklana...
Etrafı derme çatma telle çevrili bir bağa geldiler. Kapı yerinde sadece ağaçtan bir mandalın kapattığı “kaspalık” vardı. Adam mandalı kaldırıp açtı, içeri girmedi. Yanındaki kıza eliyle “Dur” yaptı. Kız da bekledi.
Adam, kazmayı yere üç kere vurdu. “Bismillah” deyip bağa girdi, arkasından torunu da sağ adımını abartılı bir şekilde atıp bağa girerken “Bismillah” dedi.
-Dede niye yere vurdun?
- Yılanlar, çıyanlar gürültümüzü duyup kaçsınlar da üstlerine basmayalım diye.
- Nee..? Burda yılanlar, çıyanlar mı var? Hadi ya bizi sokarlarsa? Saklanmasınlar, hepsini öldürelim.
- Buranın gerçek sahibi onlar. Biz onları öldürmesek onlar da bizi öldürmez. Hem hayvan da olsa birini öldürmek büyük günahtır. Allah beğenmiş yaratmış, sen niye beğenmeyip öldüresin ki?
Yaşlı adam arkasını döndü. Beni gördüğünü düşünüp çekindim. Gözlerini gözlerime dikip bir müddet baktı. Küçük kıza söyler gibi bana bakarak konuştu.
- Hz. Hızır burdan geçerken bir şeyini bırakır. O şeyi kim bulursa onun bağının bereketi çok olur. Etrafına bakarak ol da belki sen bulursun.
Küçük kız, o şeyin ne olduğunu bilmeden aramaya başladı. Bu arada dedesi de kuşağından çıkardığı çakısıyla, iki salkım üzüm kesti, bir ipin bir ucuna birini, bir ucuna diğerini bağlayıp kızın boynuna astı.
-Bak sana kolye yaptım. Acıktıkça da yersin susadıkça da... deyip güldü.
Kız, üzümlerden tek tek koparıp ağzına attıkça o tadı ben de alıyordum. Onun ağzının kenarından akan, yapış yapış üzüm suyunu ben de yanağımda hissediyordum. Mutluluğumuza diyecek yoktu.
O sırada hafif bir meltem esti. Yüzümü esintiye döndüm. Gözlerimi kapatmaya cesaret edemedim. Ama... ama
-Aman Allahım... Gördüm... evet evet gördüm... Hz. Hızır’ın ayak izleri... burdan geçmiş...şşt şşt küçük kız bak... buraya bak.
Kız, dedesinin yanından ayrılmadan kendi oyununu oynamaya, hayal kurmaya başlamıştı bile...Beni duyması mümkün değildi.
“Hz.Hızır’ın geçtiği yerler yeşillenirmiş, bastığı yerde çimenler bitermiş” diye söylerlerdi bize. Dağın bağlara giden yolları, basılıp geçildikçe düzleşmiş, belirgin patikalar oluşmuştu. İşte o yolların üstünde, küçük daireler halinde öbek öbek çimler vardı.
Kızla dedeyi bağda bırakıp o çimleri adımlamaya başladım. Hızlandıkça onlardan uzaklaşıyor, çok güzel ve hoş kokulara yaklaşıyordum. Dere kenarına kadar indim. Daha önce görmeye alıştığımız milli, çamurlu yerlerde bile öbek öbek çimenler vardı. Yaklaştığımı hissediyordum.
Yağan yağmurdan sonra derenin suyu biraz fazlalaşmıştı ama sel gibi değildi. Küçük mırıltılar, şırıltılar şeklinde akıyordu. Suya dokunmak istedim. Güneşte parlayan bembeyaz taşların üstüne basarak dereye girmeye çalıştım. Düşmemek için çok dikkat ediyordum. Etrafıma bakmam mümkün değildi. Sadece basacağım yerlere odaklanmıştım.
Tam o sırada bir kişneme ve nal sesi duydum. Hemen başımı kaldırıp baktım, kıpırdayan dallar ve çalılardan başka bir şey göremedim. Suya dokunmaktan vaz geçip, o çalıların yanına koştum.
Yerde at nalı şeklinde yeşil çimenler vardı. Onları takip ettim. Gele gele küçük, bahçeli bir eve geldim. Kapı gibi kullanılan yarı açık kaspalığın yanında eski bir at arabası duruyordu. At ölünce yenisini alamamışlar, araba da eskimeye terk edilmişti sanki... Eskiden beyaz boyalı olduğu anlaşılan arabanın çok güzel nakışları da varmış belli ki...
Arabaya yaklaştım. Üstünde bir şey parlıyordu. Uzanıp aldım. Arkası horozlu ayna olduğunu sanıyordum. Yuvarlak çerçeveli bir fotoğrafmış. Kimin fotoğrafı diye baktım...
Ellerim küçücüktü. Biraz önce küçük olan yuvarlak çerçeve mi büyümüştü, ellerim mi küçülmüştü?
- Buldun mu?
Dedemin sesiyle irkildim.
- Buldum... ayna sandım ama fotoğrafmış.
- Kimin fotoğrafı? Bakiim...
Dedeme uzattım.
- Başı siyah dolamalı, ince yüzlü, siyah bıyıklı genç bir adam.
- Hayır... Beyaz sarıklı, beyaz sakallı bir adam.
- Aaa... Bir kadın... Siyah uzun saçlı, ince belli...
- Yok... şimdi de bir koca karı... dişsiz ağzında, dudakları içine içine yumulmuş...
- Dedee... niye değişiyor fotoğraf?
- Değişmiyor. Hep aynı kalıyor. Hz. Hızır’ın aynasını bulmuşsun. Kim bakarsa kendi ruhunu görüyor. Bazen küçük bir çocuk, bazen savaşçı bir yiğit, bazen kocamış bir ihtiyar... nasılsan o... buraya bırakalım da evin sahibi bulsun. Bu sene Hızır bereketi bunlara nasipmiş...
Aynayı aldığım yere koyarken üstündeki görüntü yine değişmeye başlamıştı. Bu defa yüzü yaralarla dolu bir çocuk resmi oluşuyordu ki her yer birden bire karardı. Göz gözü görmüyordu. Elim karanlıkta dedemin elini ararken bir cam kırığının batmasını hissettim. Beyaz bir ışıkla etraf yeniden aydınlandı.
....
Yine camdan evdeyim.
Sedirin örtüsünü kaldırıyorum.
- Hadi çıkın oyun bitti... Anneleriniz çağırıyor.
Camdan evin içinden rengarenk kıyafetli çocuklar, yine sevinç içinde, kollarını açarak koşuyorlar. Kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi, lacivert, mor kazaklar gökkuşağı gibi parlıyor.
Üstünde kocaman papatya desenleri olan yeşil kazaklı çocuk, gitmeden önce kollarını boynuma dolayıp sarıldı. Ben de ona sarıldım. Kıvırcık saçlarımız birbirine karıştı. Küçücük elini yanağıma dayadı.
- Bana gülümsemeni borç verir misin? Seni onunla tanıyabilirim ancak...
Sonra avucunda tuttuğu bir şeyi bana uzattı.
- Saklandığım yerde buldum, senindi herhalde... Üstünde resmin var.
Uzattığı şeyi alırken uyandım.
.........
Huzur camdan yapılmış bir ev gibidir canan
Kapıyı hızlı çarpsan tuz-buz olur bak o an
Ama sen içindeysen sağlam kalır her zaman.
Yokluğunla cam evin duvarları kırıldı.
Gönül seninle tattı bu aşkın badesini
Borçlandım mutluluğun yasak ifadesini
Sürgünlerde yetirdim ömrümün vadesini
Kendi toprağım bile bana kızdı, darıldı.
Gel de gülüm şarkımı senin için çalayım
Hızır’ın heybesinden birazcık dem çalayım
Muhabbet dergahının kapısını çalayım
Kalbim yalnız atmaktan inan ki çok yoruldu.