Çehov'un Cip'i

06.12.2013

Bu Eser 06.12.2013 Tarihinde Günün Yazısı Seçilmiştir

İç güveysinden hallice bir eğitim almış, hatırı sayılır bir şirkette yıllarca çalışmış 5 yıl önce kendi şirketini kurmuştu. Şirketi hızla büyümüş kısa sürede tahmin edemeyeceği paralar kazanmıştı. Kendisine ait yarım oda bir salon evi satmış, daha büyük bir ev almış içinde salınacak bir yar arayışına girmişti. Çok sevdiği kıytırık arabasını gözünü kırpmadan satıp yerine son model siyah renkli koca bir cip almıştı. 

 

Son model cipine gözü gibi bakıyor, gün aşırı yıkatıyordu. Hafif puslu bir akşam iş yemeğinden dönerken birden yola fırlayan gence çarpmış, genç havalara uçmuştu. Asfaltın nemli zeminine ani ve sert bir iniş yaparak yuvarlanan genç, kaldırıma çarpıp hareketsiz halde kalmıştı. Birkaç saniye içinde aklından birçok şey geçirdi; bir tarafı kaçıp gitmesini, diğer tarafı arabadan inip yardım etmesini söylüyor fakat ne yapacağına karar veremiyordu. Korku ve panik içinde cipinden inip gencin yanına gitti, yüzünü çevirdi; olsa olsa 17-18 yaşlarında sıska biriydi. Suratı yer yer yüzülmüştü; başı hafif kanıyor, yarı açık fersiz gözleri kapanıyor, inceden inceye inliyordu.

 

Adam ne yapacağını şaşırmıştıYoldan geçen kimi araçlar kazayı fark etmeden geçiyor, kimi fark edip başıma iş almayayım diyerek yola devam ediyordu.  Nihayet meraklı birkaç araç sahibi yanaşıp “geçmiş olsun” diyerek olayın nasıl olduğunu sordular. Adam panik halde olayı anlatıp genç çocuğu hastaneye götürmek için yardım istedi. Etrafındaki kişilerin de yardımıyla son model cipin arka koltuğuna yatırılan yaralı genç, cipin beyaz renkli deri koltuğunu kana buladı. Gencin kaburgası ve ayağı kırılmış, beyninde ödem oluşmuş, yoğun bakıma alınmıştı. 3 gün yoğun bakımda kaldıktan sonra doktorun “artık yoğun bakıma gerek yok” demesiyle defnedilmişti.

 

Mahkeme adamı suçsuz bulup serbest bıraktı. Gencin ailesi “kanımız yerde kalmayacak bunun hesabını vereceksin” diye tehditler savurdu. Bu savruk sözleri söyleyen aile bireylerinden birinin belindeki silahı görünce dehşete kapıldı.

Bir gencin ölümüne sebep olan cipine atlayıp gazı kökleyip ilk molada cipini iç dış yıkatıp, ayaküstü bir şeyler atıştırıp babasının köy evine doğru devam etti.

 

            …………………………………………………………………………………………

 

Senelerdir yanından bile geçmediği babadan kalma köy evine gece yarısı ulaşmış, yol yorgunluğuyla toz kokulu divana yatıp uyumuştu… Ölümüne sebep olduğu genç gözünün önünden hiç gitmiyor rüyalarına giriyordu. Uyumasıyla birlikte benzer bir rüyaya daldı. Genç kaldırım kenarında yatıyor, hiçbir şey demeden kendisine baygın baygın bakmaktaydı. Gencin başında adeta matkapla açılmış iki delikten tazyikli yeşilimsi kan fışkırırken cebinden çıkardığı dübelleri bu deliklere yerleştirip vidalayarak kanı durdurmuştu. Genç ölmemişti; hala yaşıyordu, onu kurtarabilirdi. Alıp onu hastaneye götürmeye çalışıyor bir türlü yapamıyor panik halde etrafından geçenlerden yardım istiyor “Biri ambulans çağırsın” diye bar bar bağırıyor hiç kimse oralı olmuyordu. Cep telefonunu arıyor ama bulamıyordu. Yerden yaklaşık bir metre kadar yüksekte havada bağdaş kurmuş alaycı bir tebessümle durumu seyreden Azrail’i görünce korkusundan kalp atışı tavan yaptı. Üstüne rektum bölgesindeki kasları bir büzülüp bir açılınca Yusuf Yusuf sesleri duyuldu. Bu sesi bastırtmak istercesine Azrail’e “Hayırrr!... Git buradan!...” diye bağırıyor nedense hiç sesi çıkmıyor, kimse onu duymuyordu. Bağdaş kurmuş Azrail elinde orak, suratında samimiyetsiz bir tebessüm takınmış halde sabırla gencin ölümünü bekliyordu. Genç, yerle yeksan ve yarı baygın halde, bağdaş kurmuş oraklı Azrail’i görünce fersiz gözleri yerinden fırlayacak gibi oldu. Son anlarını yaşayan birinin ses tonuyla “188 ara” diyerek bayıldı. Gencin ceket cebindeki cep telefonunu bularak 188’i aradı… Telefon uzun uzun çaldı ama açan olmadı. Panik haldeki gözleri fer fecir okuyor ve ne yapabilirimi düşünüyordu. Birden 189’u aradı. Neresi çıkarsa oradan yardım isteyecekti. “Alo maliye” diye mekanik bir ses duyunca hemen kapattı telefonu. Ortada maliyeyi ilgilendiren bir durum yoktu. 155’i polis ihbar hattını arasam mı diye düşünürken, Azrail sevecen ve yardım sever bir yüz ifadesiyle “999 ara” diye akıl verdi. Azrail’in sevecen ve yardımsever yüz ifadesine bakmadan teşekkür ederek 999’u tuşladı.  Telefonu tuşlamasıyla hep birlikte babadan kalma köy evine ışınlandılar. Azrail, “Sana iki gün veriyorum bu çocuğu kimseden yardım almadan iyileştirirsen bir daha gelmem, iyileştirmezsen tekrar gelirim” diyerek ortadan kayboldu.

 

Telefonunun çalmasıyla sıçrayarak uyandı. Sekreteri arıyordu. 1 saat sonraki toplantıyı hatırlatıp, öğleden sonra da… Diye zevzekleniyordu ki… Adam sinirli haldeyken konuşma arasına girmek amacıyla sıklıkla kullandığı “lafını balla kesiyorum” sözüyle lafın arasına tatlı bir giriş yaptı ve bu haftanın tüm programlarını iptal etmesini, özel bir işinin çıktığını, bir hafta şehir dışında olacağını söyledi. Sekreter kadın yapışkan bir şeyle nasıl bir kesme işlemi yapılabilir ki diye düşünmeden “Peki efendim” diyerek kapadı telefonu.

Yol esnasında bir markete girip -ülkede savaş çıkmışçasına- ne bulduysa aldığı yiyecek ve içecek stoklarını market poşetlerinden çıkarıp dolaba tıkıştırdı. Sekreterine 1 hafta demişti fakat ne kadar kalacağını tam olarak bilmiyordu.

 

Evin önüne çıktı. Ciğerlerine derin bir nefes çekti. Ormanın yeşil tonlarını, yere düşmüş kimi yaprakları, kuşların cıvıltısını ve hafif rüzgârın havadaki bulutları bir yöne sürüklediğini fark edemedi. Gözü bakıyor görmüyor, kulakları işitiyor ama duymuyordu. Köy yolu patikasından devam edip köy meydanına vardı. Market yazılı bakkala girip 2 ekmek, bir karton sigara ve bir çakmak alarak geri döndü.

 

İştahsız bir kahvaltı eşliğinde yıllardır gelmediği evin hüzünlü haline bakıyordu. Her yer toz içindeydi. Pencere ahşapları iyice eskimiş, beyaz kireçli duvar yer yer sarıya dönmüştü… Eski tip şömine, önünde bir bakraç, bakracın üstünde özensiz bir örümcek ağı vardı. Sabah güneşi iki küçük pencereden içeri sızıyor odanın bir kısmını aydınlatıyordu. Duvarda toz renkli bir elek, karşı duvarında asılı bir tüfek vardı. Tüfeği görür görmez Anton Çehov’un “Eğer birinci perde açıldığında duvarda bir tüfek asılıysa veya oyunculardan birinin belinde bir tabanca varsa o tüfek patlamalı o tabanca kullanılmalı.” kuramıyla birlikte aklına tehditkâr aile bireylerinden birinin belindeki tabanca gözünün önüne gelmesiyle ağzında evirip çevirdiği lokmalar boğazına dizildi.

 

Çehov bunu tiyatro oyunu ve öykü için söylemişti. Fakat hayatın kendisi de bir tür tiyatro değil miydi? Oturup yazsan her gün ayrı bir hikâye çıkmaz mıydı? O zaman duvarda asılı bu tüfek de o tabanca da patlayacak silahlı bir çatışma çıkacaktı.

 

Şirket müdürünü ve sekreterini aradı; yokluğunda işlerin nasıl yapılması gerektiğini yarım saat kadar süren telefon görüşmesinde ince ince anlatıp acil bir şey olmadığı sürece aramamalarını tembihledi. 2 sene önce bıraktığı sigaraya başlama zamanıydı; sigarasız geçen 2 yılın acısını çıkarmak istercesine birbiri ardına 3 sigarayı birbirine ekleyerek içti. İçerisini biraz havalandırmak maksadıyla ahşabı iyice eskimiş uzun süredir açılmamış pencereyi zorlukla açtı. Hafif esmekte olan rüzgâr eşliğinde içeri sızan çam kokusu odanın havasını kısa süre içinde değiştirdi. Sigaradan mı evin tozundan mı bilinmez bir öksürük başlayınca akşama kadar süren bir temizliğe başladı. Ortası kelleşmiş eski bir çatal süpürge bulup yerleri süpürdü. Toz almak için bir bez bulamayınca bavulundaki fanilayı toz bezi olarak kullandı. Oda içindeki her şeyin tozunu almaya özen gösterip kimi eşyaların yerlerini beğenmeyerek değiştirdi. Yerdeki kilimleri arka odaya tıkıştırdı, divan üstündeki çarşafları çöp torbası olarak kullandığı çuvalın içine, çuvalı ağaç gövdesinden oluşturulmuş yayık içine tıkıp, yayığı bir zamanlar hayvanların ikamet ettiği tezek kokulu boş ahıra bıraktı. Duvardaki tüfeğin önce tozunu aldı, sonra gez göz arpacık eşliğinde sağa sola gelişi güzel nişan aldı. Ne olur, ne olmaz? Çehov doldurur diye düşünüp tekrar yerine astı.

 

Karnı acıkmış ama canı bir şey istemiyordu. Dolabı açtı, yiyecek stoklarından kendine küçük bir sandviç yaptı, lokmalar ağzında büyüyor, yutarken zorlanıyor, yedikleri hazımsızlık yapıyordu. Sandviçin yarısını zorla yiyerek üstüne bir sigara yaktı. Ölen gencin babasının cep telefonunu bulup kendisine mesaj olarak bildirmesini istediği sekreterinden beklenen mesajın geldiğini görüp sevindi. Yoldan şarap almıştı, fakat tirbuşona ihtiyacı olacağını hiç düşünememişti. Şarap mantarını dışarı çıkaramayınca bir takım alet edevatlar uydurarak mantarı şarabın içine röveşata yaptırıp açtı. Mantar boğulmadan şarabın şişesinin üstünde yüzüyordu. Üstüne üstlük şarap bardağı da yoktu… Mantarın izin verdiği ölçüde şişeyi dikleyerek içiyor kısmen parçalanan mantar taneciklerini dilinin üstünde biriktirip tükürüyor ve ölümüne sebep olduğu gencin babasıyla nasıl bir uzlaşma yapabilirimi düşünüyordu. Şarabında etkisiyle cesaretlenerek size kendimi nasıl affettirebilirim soru işaretli bir mesaj attı. Mesaja cevap gecikmedi “Bu bizim için bir kan davası olmuştur” cevabıyla kan beynine sıçradı. Çakmağını çaktı sigarasını yaktı, şarabı üst üste dikleyerek bitirdi… Evdeki bıçaklar körelmiş ve yer yer paslanmış olduğundan kaşar peynirini kesip dilimleyemeyince faresel bir çözüm üretip peyniri kemirmeye başladı.

 Noterden bir sözleşme yaparız düzenli olarak size kan verebilirimi mesajlayarak cevap beklemeye koyuldu. Dakikalar geçip herhangi bir cevap gelmeyince bir anlaşma zemini oluşmayacağı duygusuyla ikinci şarap şişesini de aynı sistemle açarak şişeyi diklemeye başladı. Telefonu elinden bir an olsun bırakmıyor mesajına olumlu ya da olumsuz bir cevap bekliyor, cevap gelmedikçe vücut ısısı artıyor boncuk boncuk terliyor çakmağıyla sigarası sıklıkla buluşuyor, sigara üstüne sigara içmeye devam ediyordu. Odanın içi iyice duman altı olmuştu. İkinci şişe bitmeden sigara dumanlı oda içinde kendini divana bırakıp üstüne bir şey örtmeksizin kıvrılıp yattı.

 

Sıkıntılı düşünceler içinde anında sızmıştı… Beyni artık saniyede en fazla 4 kez salınan alfa dalgaları yaymıyordu. Alfa dalgaları, yerini saniyede 40 kez salgılanabilen beta dalgalarına bırakmıştı. Alfa, ölü denizin dinginliğiyse, Beta Karadeniz’in hırçın dalgalarıydı. Beyninin içindeki Beta denizinde gemisini kurtaran kaptan olabilmek için dalgalarla boğuşuyordu. Karmakarışık sıkıntılı kâbuslar görüyor sabah kan ter içinde sıçrayarak uyanıyordu.

Adamın ceketinde gördüğü tabanca ile duvardaki asılı tüfek hiç aklından çıkmıyordu. Birden telefonunu alıp 155’i tuşladı. Heyecan içinde silahlı bir çatışma olacağını söyleyince, polis memuru bu bilgiyi nereden aldığını ve adamın kimliğini sordu. Bilginin Çehov’un kuramından kendi imbiklediğini söyleyince polis memuru bir psikiyatra görünmesini veya 999’u araması gerektiğini söyleyerek telefonu yüzüne kapattı. Hiç düşünmeden 999 tuşladı. Odanın içinde korku filmi efektleri gibi bir ses duydu. Gökkuşağımsı renklerin bir girdap şeklini almasıyla ürküp gözlerini kapadı. Sessizliğin oluşmasıyla gözlerini açıp odanın ortasında yatan genci ve Azrail’in sinirli halini görüp korkusundan kaskatı kesildi. Bir an duvardaki asılı tüfeği alıp Azrail’i öldürmeyi düşündü. Azrail’in yüzündeki ciddiyetin birden bire kaybolup kahkahalar atmasıyla ne olduğunu anlamaya çalıştı.

“O eski ve içinde kurşun olmayan paslı tüfekle Azrail’in Azrail’i mi olacaksın?” sorusuyla dumura uğradı.

 

Adam: Çehov derki… Duvarda bir tüfek asılıysa… diye devam edecekti ki...

 

Azrail adamın sözünü kesip “Anton Çehov’un böyle bir şey söylemediğini,” söyleyerek adamın yanına oturup orağını ikisinin arasına koydu. Adam Azrail’le gereksiz samimiyetten kaçınırcasına hafif geri çekilerek ve terlemiş alnını silerek “Peki o zaman neden Çehov’un öykülerinde de her öğe kurguya titizlikle yerleştirilmiştir? Gereksiz bir sözün, tasvirin, kişinin öyküde yeri yoktur.” Denir?

Azrail adamın sigara paketini alıp adama ikram etti. Adam bir an tereddütle sigarayı aldı. Azrail gevrek gevrek gülerek Çehov’un gereksiz bir söz ve tasvire yeterli yeri yoktu... Çünkü yazılarını gönderdiği yazı işleri müdürü Çehov’a yazıların 100 satırı geçmezse yayınlayabilirim diye bir mektup göndermişti. Odanın ortasında yatmakta olan genç hafiften inliyordu. Adam Azrail’e “sigarayı verdin ama yakmadın” diye serzenişte bulunarak kendi sigarasını kendi yaktı.

 

Yerde öylece yatan yaralı genç bu konuşmaları duyuyor kendini hatırlatacak mecal bulamıyordu… Gücünü topladı ve “Çehov aynı zamanda bir doktordu. Eminim yerde yatan yaralı için de bir kuram oluşturmuştur” diyerek sitemde bulundu.

Adam gencin yanına gidip kanayan yerlerine sigara tütününü basarak kanamayı durdurmaya çalışırken Azrail “Ben kaçtım çok yoğunum” diyerek ortadan kayboldu. Telefondan tanımadığı bir numara arıyordu...” Alo” demesiyle… Tehditler eşliğinde daha önce hiç işitmediği küfürleri seri halde ve yüksek tonda art arda sıralamaya devam eden adamdan yatağından sıçrayıp uyanarak kurtulabildi.

Sırılsıklam terlemiş halde odanın içine göz gezdirip bir “ohhh” çekti… Kalp atışları odanın sessizliği içinde rahatlıkla duyuluyordu.

 

Akşamdan bolca içtiği sigaraların etkisiyle oda leş gibi sigara, kendisi ter kokuyordu. Aç karnına bir sigara yakıp, zor açılan pencereleri bir hışımla açtı… Ne yapacağını düşünüyor, bulamıyor, bu durumun ne kadar devam edeceğini merak ediyordu. Acaba tüfek gerçektende çalışmıyor muydu? Duvarda asılı tüfeğe yönelmişti ki gelen mesaj sesiyle telefonuna yöneldi. Ölümüne sebep olduğu gencin babasının ancak yazılarak iletilebilecek küfür içerikli mesajına ne cevap vereceğini düşündü. Uzunca bir süre düşünüp bir şey bulamayınca bavulundan temiz çamaşır ve rahat birkaç giysi çıkarıp üstünü değiştirdi. Biraz kafasını dağıtmak ve temiz hava almak için köyün orman yönüne doğru hızlı adımlarla yürüdü. Çam ağaçları içinden geçerken bir kozalağın önüne düşmesiyle aklına bir fikir geldi. Hemen bu fikri ölen gencin babasına mesajladı. Önüne düşen kozalağı şutlayarak gönderdiği mesaja gelecek mesajı beklemeye başladı. Bu fikir işe yarayabilirdi. Oldu oldu, olmadı birbirinden güzel hatunların bolca olduğunu Çehov’un ülkesine yerleşirim diye düşünüyordu.

 

Geniş gövdeli bir ağacın dibine oturup ağaca yaslanmasıyla mesajına cevap geldi. Adamın yaptığı teklifin tam beş misline anlaşabileceği mesajıyla aralarında sıkı bir pazarlık başladı. 12 mesajın sonunda her iki tarafın da onayıyla anlaştılar. Ertesi gün adamın şirketinde buluşup acının, yasın, özlemin, ölümün nesneleştirilip takaslandığı ödemeyi yapıp el sıkışarak anlaştılar.

 

Ne köy evinin duvarındaki asılı tüfek patladı, ne de adamın belindeki silah… Cipin havalara uçurduğu gencin kan parası ödenmiş, kana bulanmış cinayet aleti satılmış yeni sahibi tarafından her gün yıkanıyordu…

 

Kasım 2013

 ABDAL YAZILAR

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar