Cemal Süreya Şimdi Geçer Buradan
"Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı"
Cemal Süreya
bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah
kül rengi ışık salvosunda kaybolmuş gözleri
adı Cemal Süreya
kahvaltısı dağılmış dört bir yana" Anadolu şiiri"
güneş taptaze doğuyor çiyli tepelere
"aşkı haraca bağlanmış"kızlar
kale duvarlı evler
sisli yalnızlıklarında bir Cemal Süreya aşkı bekler
tüfekler iyi niyet bağdaş kurmuş
düzyazı suskunluğunda sığ sular
yollarda jandarma ,eşkiya
kahvaltı sofralarında bir Cemal Süreya arar
sen ki
yersiz yurtsuz edilmiş bir göçebe çocuğu
damağında döllenir tadı yol kavşağı kahvaltıların
hasbelkader yudum yudum yaşadın savrulmuşluğu
ve hasım düşlerin gelir "yırtılan ipek sesiyle"
peyderpey gelirler otururlar sofrana sefil sefil
çilesi dolmamış evlerden
yıkılmış çadırlardan gelirler "Afrika dahil"
beklediğin "geniş zaman" uslanır telgrafın tellerinde
kalk gidelim Necibe "vakit var daha "deme
kalk gidelim geç kalmadan
Cemal Süreya şimdi geçer buradan...
Galip Sertel
Cemal Süreya Şimdi Geçer Buradan
(veya göç yollarında bir şiirin hikâyesi)
Her nasılsa, neredeyse ansızın büyümüş, delikanlı oluvermişiz Tuna Boyları'nda... Bir mecnunluk havalarında, bir Alişim edası ile kızlara iltifatlar etme, "sevda sözleri" söyleme zamanları gelip çatmış başa...Bir de Anadolu'nun sıcak bağrından kopup gelmiş bir Cemal Süreya şiiri haykırıp duruyor akşam sabah içimizde dışımızda...Cemal Süreya'nın 'Kanto'sunu' okuyoruz uluorta,yüksek sesle,etrafta işidilsin diye,dünyada güzel sözlerin varolduğu duyulsun diye,Tuna Yalısı'nda sazlar şiirin sihirli sözlerini dört bir tarafa iletsin diye....Nereden, nasıl geçtiyse ele,el yazmalar eksikyazılmış mısralarla, kızların gökyüzü mavi gözlerinin derince pınarlarına damlayıp:
" Ben nerede bir çift göz gördümse/Tutup onu güzelce hep sana tamamladım /Sen binlerce yaşayasın/Sadece benim olasın diye yaptım hep bunu"
diyerek gururla,israrla okuyoruz...Şaaşalı efsunlı delikanlı havalara girip tantanalar basıyoruz, garsonu çağrıyoruz... Garsonun adı Barba,getirdiğ bira,garsonun adı Hakkı,getirdiğ rakı... Efkârlanıp, gemiler, abalar yanıyor, halimiz harap,garsonun getirdiğ şarap...Hey gidi delidolu gençlik heyyy...
Sonra uzun bir zaman diliminde yaşanılacak büyük acılardan yılmamayı, gencecik beyinlerimize cesaret,umut aşılayan Cemal Süreya şiirlerini bulup okumaya başladık...
Olanlar yine hep bizlere,Osmanlı'nın çöküşü sonrası Balkanlar'da azınlık satatüsündeki Türklere oluyordu...1950 lerde Bulgaristan'dan Türkiye'ye bir büyük göç yaşanmış,iki devlet arasında anlaşmazlıklar,iki tarafın birbirlerini suçlamaları olmuş,sınır kapıları kapanmış,soğuk savaşın soğuk rüzgârları esmeye başlamıştı.Asırlarca yüzüstü bırakılmış fakir fukaranın, sefillerin yegâne umudu olan sosyalizmin,sosyalist sistem günün emperyal güçlerine karşı koyabilme kaygısının ekseninde,bir savunma cabasında, bir işgüzarlık çaresizliğinde o 'demir perdesi' bloku ülkelerindede varolan, uykularda olan milliyetçilik akımları hortlamış,ne bileyim,belki de dünyayı yöneten katrani kara karanlık güçlerin bir büyük oyunu devreye sokulmuş,dünyamızın çok köşesinde şovenistliğe kapılar ardına kadar açılmış veTürkiye'den Bulgaristan'a her çeşit kitabın sokulması yasaklanmıştı...
Bu sebeplerle Cemal Süreya'nın şiirleri aslından farklı farklı,herkesler kendinden bir şeyler ilâve ederek elden ele dolaşıyor,gönüllere yerleşiyordu. Taaa ki 1985 cehenneminde,müslüman azınlıkların adları hristiyan adları ile değiştirilp,koca memeleket kocaman bir toplama kampına dönüştürülmüştü.Müslüman Türk'ün,Pomak'ın, Roman'nın, hattâ Hristiyan Bulgar'ın da bir hafıza tutulmasına mahkum edilip, 1989 senesinin 10 Kasım günü milliyetçi Jivkov rejiminin çökmesine kadar...
Lâkin alem yine o alem,yine göç, yine sokaklar,meydanlar ırkçı söylemlerle çalkalanmakta, tehditler,tedhişler durmadan artmakta ve Ocak 1990...
Silistre şehrinin buz tutmuş kaldırımlarında,ellerinde Bulgaristan bayrağı ile binlerce yurttaşım,vatandaşım, meslekdaşım,hani şairin sitemler ettiği gibi /Fakat alıp verilir bir selam kalmıştır/ dercesine kapı komşum,hani çocuklarımızın çocuk parklarında kaydıraklarda beraber eğlendiği, salıncaklarda hep beraber sallanan çocukların anaları,babaları,beraberce oturup muhabbetler ettiğimiz insanların:
"Bulgaristan Bulgarlar'a,Türkler Türkiye'ye" diye bağrışları,çığırtkanlıkları Tuna düzlüğünü çınlatırken, bir de acı haber Türkiye'den geliyor:
Cemal Süreya öldü...9 Ocak 1990... Olamaz diyorum, olmamalı diyorum...Şimdi değil zamanı! ...
"Ben nereye gittimse bütün zulumlardı
Bütün açlıklardı kavgalardı gördüğüm
Kötülüklerin büsbütün eğemen olduğu
Namussuz bir çağ bu biliyorsun"
diye haykıran,acıların cehennemini yaşamış, 'kan var bütün kelimelerin altında' diyebilen hüznün şairi,'zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar' diye isyan eden, sen değil miydin Cemal Süreya?
Sen bir umut ağacımız iken, bizi böyle yüzüstü koyup ölümün sükutuna nasıl sığınabilirsin?
Olamaz diyorum ve irkiliyorum... Çaresizliğin çıkmaz sokaklarında yine o büyük şiirin şairi Cemal Süreya geliyor yorgun parmaklarının arasında yorgun sigarasıyla... "Bir çocuktun sen parıltılar yaratacaktın düzensizliğinden " diyerek sitemini başka zamanlara sakla diye tenbihlercesine,"su verdim bu sabah çiçeklere" deyivereyim mi ağabey?
Ve birdenbire,birdenbire o kahredici akşamlar bir mucize gibi, aydınlığın muştusu pırıl pırıl bir sabaha dönüşüyor.Terlemiş gibi duruyor buz tutmuş kaldırımlar. O buzlu kaldırımlarda gözünü millyetçilik bürümüş faşizan isteriyle, düşmanca çığlık atan,feleğin iradesiz bir oyuncağı olmuş o aldatılmış kalabalıklar, bir masum çocuğu andırır gibi oluyor gözlerimde,gözlemlerimde.
Ve o gün bu gün yazmaya çalıştığım şiirin ilk mısaralarını mırıldanıyorum sessizce:
"bir çocuk geçiyor terli kaldırımlardan sabah sabah
kül rengi ışık salvosunda kaybolmuş gözleri
adı Cemal Süreya"