Bu Eser 01.10.2013 Tarihinde Günün Yazısı Seçilmiştir
Çılgın Türkler
Kurtuluş
Savaşı, dünyadaki en meşru, en haklı ve en kutsal savaşlardan biri.
Kazanılan zafer üzerine bugüne kadar çok söz edildi.
Kurtuluş
Savaşı eskilerde mi kaldı?.. Bu ülkenin verdiği bağımsızlık kavgasını
konu alan bir eser yüzlerce baskı yapıyor ve 400.000'den fazla insan
tarafından gözyaşları arasında okunuyorsa sorunun cevabı çok net:
"Hayır!" Kadınıyla erkeğiyle, genciyle yaşlısıyla; gücünü Anadolu
topraklarından alan bir ulusun "İsimsiz kahramanlar" albümünden insan
manzaraları.. Kurtuluş Savaşının ilk günlerinde doğru dürüst ne
kılıçları, ne de mızrakları vardı. Eksiklikleri giderildiğinde
Yunanlılar için en korkulan güç oldular. Büyük Taarruz'da, Süvari
Kolordusu sel gibi akarak düşmanın kaçış yollarını kesecekti... Anadolu
yanan gözleriyle duruyordu bu dünyanın üzerinde. İzmir, Manisa, Menemen,
Aydın, Akhisar; 1919'un Mayıs ortalarından Haziran ortalarına kadar
düşmüştü. Adana, Antep, Urfa,
Maraş dövüşüyordu... Murat Nehri, Canik Dağları ve Fırat, Yeşilırmak,
Kızılırmak, Gültepe, Tilbeşar Ovası İngilizlerle boğuşuyordu. Aksu ile
Köprüsü, Karagöl ile Söğüt Gölü, belki de ilk kez görüyordu İtalyan'ı.
Çukurova, Seyhan ve Ceyhan Fransızlara bakıyordu.
Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış en güzel esere, "Kuvva-i Milliye" destanına
Nazım Hikmet, Kurtuluş Savaşı üzerine yazılmış en güzel esere, "Kuvva-i Milliye" destanına
"Ateşi ve ihaneti gördük"
diye başlar,
"Dayandık"
diye sürdürür:
"Dayandık her yanda,
dayandık İzmir'de, Aydın'da,
Adana'da dayandık.
Dayandık, Urfa'da, Maraş'ta, Antep'te..."
20.
yüzyılın ilk yıllarından beri bir kavgadan ötekine sürüklenen ülke,
müttefikleriyle birlikte Büyük Savaş'tan yenik
çıkmıştı. Bu topraklarda yaşayan hemen her ailede ya bir gazi vardı ya
da bir şehit. Umutlar tükenmiş, bezginlik ve çaresizlik artmış,
teslimiyetçilik dalga dalga yayılmıştı.
İşte böyle bir ortamda, bir
"Çılgın Türk"ün önderliğinde, "Çılgın Türkler" ortaya çıktı ve yedi
düvele karşı kavgayı başlattı. Bu kavga, Anadolu'nun tek vücut, tek
yürek olan insanların hayranlık duyulacak destanlarıyla kazanıldı.
Kadınlar, bizim kadınlarımız...
Kurtuluş
Savaşı'ndaki "Çılgın Türkler"in birbirlerinden farkı yok. Ancak;
anamız, avradımız, bacımız ve de yârimiz olan kadınların o akıl almaz, o
çılgınca fedakârlıkları olmasaydı, bu savaş nasıl kazanılırdı? Bu,
günümüzde bile kimsenin kolayca cevaplayamayacağı bir soru. Savaş
galipleri arasında çıkar çatışması başlamış, geleceğe dönük planlar
müttefikleri
yol ayrımına getirmişti. Çukurova, Antep, Urfa ve Maraş'ta "Çılgın
Türkler"den umulmayan bir direniş gören Fransa, Ankara hükümeti ile
anlaşma yolları aramaya girmiş, Fransız temsilcisi Franklin Bouillon,
Ankara yollarına düşmüştü. O günlerde, Türk ordusunun silah ve cephane
ihtiyacı İnebolu üzerinden karşılanıyordu. Özellikle İstanbul'da, işgal
güçlerinin denetimindeki depolardan çeşitli yollarla kaçırılan silahlar
ve cephaneler, küçüklü büyüklü teknelerle İnebolu'ya getiriliyor,
buradan da "İstiklal Yolu" üzerinden cepheye götürülüyordu. Hangi araçla
mı? Kağnılarla tabii. Başka araç yoktu ki!
"...
Genç adam 'uğurlar olsun anam' diye seslendi. Kolbaşı 'Sağ ol oğul'
dedi, elindeki sopayla öküzleri dürttü. Kağnılar, tekerlekleri inleyerek
kımıldayıp yürüdüler. Kağnıcıların hepsi kadındı. Yalnız üçüncü
kağnıyı 12 yaşında bir erkek çocuğu götürüyordu. Kadınlardan biri
hamileydi. Yedinci kağnının yanında yürüyen sırım gibi genç kadının
ayakları çıplaktı. Bazı kadınlar, bebelerini torbalayıp sırtlarına
bağlamışlardı. Konvoyu uğurlayan genç subaylardan birisi 'Ne mübarek kadınlar bunlar' dedi."
Öyleydiler...

Kağnı kamyonu yener mi?
Onlar,
Franklin Bouillon'un Ankara yollarında gördüğü konvoylardan yalnızca
birisiydi
ve Fransız temsilcisi müthiş etkilenmişti. Şerefine verilen akşam
yemeğinde, "kağnıcı kadınlar"ı anlata anlata bitiremiyordu. Sofrada
geleceğe dair konuşuluyordu. Mustafa Kemal, girdikleri kavgayı kısaca
özetledi F. Bouillon'a:
"Mösyö Bouillon, milli yeminimizin özü
tam bağımsızlıktır. Yani; siyasi, mali, iktisadi, adli, askeri, kısaca
her hususta bağımsızlık! Türk milleti kanını tam bağımsızlığı sağlamak
için akıtıyor."
Yemek bitip Mustafa Kemal odadan çıktığında,
Bouillon, Birinci Meclis'in Hariciye vekili Yusuf Kemal Bey'e
(Tengirşenk) hayretle sordu:
"Yoksa siz aklınızdan kapitülasyonları kaldırmayı mı geçiriyorsunuz?"
"Evet Mösyö. Milli Mücadele toprak için yapılmıyor. Biz İstiklal için mücadele ediyoruz.
Büyük Millet Meclisi kapitülasyonların kalktığını görmeden kılıcını kınına koymaz..."
Fransız diplomat gülmeye
başlamıştı:
"Ah dostum! Azminizi ve sabrınızı temsil eden
kağnı kollarını büyük bir hayranlıkla izledim. Ama gerçekçi olun ve
bizimle uzlaşmaya bakın. Çünkü kağnı kamyonu yenemez!"
Franklin Bouillon,
30
Ağustos 1922'de Dumlupınar Meydan Savaşı'nın bu kağnıların taşıdığı
silah ve cephanelerle kazanılacağını nereden bilebilirdi ki...
"Şu bir liramı al kızım!"
Halide
Edip (Adıvar), cepheyi görmek üzere trene bindi. Kompartımanda
İstanbul'dan kaçıp gelen, İstanbul'un tanınmış ailelerinden birisinin
kızı ile genç bir subay vardı. Sohbet sürerken, Halide Edip, genç
subayın dizindeki yamayı eliyle örtmeye çalıştığını fark edince
gülümsedi;
"Lütfen
dizinizi örtmeye çalışmayın. Utanmayın da. O yama, bizim için
İngilizlerin dizbağı nişanından çok daha değerli. Ordumuz, heybetini
yoksulluğundan alıyor..."
Kütahya
Eskişehir Cephesi'nde ölümüne savaşıldığı günlerde, Ankara Öğretmen
Okulu'nun konferans salonunda, kadınlar Halide Edip’i dinlemek için
toplanmışlardı. Ön sıralarda uzun mantolu, iskarpinli İstanbullular.
Arkalarda rengârenk çarşaflı, potinli, mest lastik giymiş, yüzleri açık
Ankaralılar. Halide Edip, çok tutumlu olduklarını
duyduğu Ankaralı kadınların orduya yardım etmelerini sağlamak için bir
konuşma yapacaktı;
"Bir
hafta önce Eskişehir'deydim. Uçakları gördüm. Kanatlar ve gövde, özel
keten kumaşla kaplanırmış. Bizimkiler kaput beziyle kaplıyorlar. Özel
yapıştırıcı olmadığından kaput bezi, nal mıhı veya zamkla tutturuluyor.
Bezin gerginliğini sağlamak için emayit kullanılırmış.
Bizimkiler,
bezi kaynatılmış patates kabuğu ve paça suyuna tutkal, kola
karıştırarak yaptıkları pelteyle kaplıyorlar. Ve pilotlar, gözlerini
bile kırpmadan bu uçaklara binip havalanıyorlar. Kardeşlerim! Sizleri,
milletin şerefini ve namusunu canından aziz bilen bu genç ve yoksul
orduya yardıma çağırıyorum!"
Salonda
çıt çıkmıyordu. Sonra, Ankaralı
kadınlar hareketlendiler, sıraya girdiler. Masanın üstü kısa sürede
para, altın bilezik ve yüzüklerle dolmuştu. Tam bu sırada, beyaz
başörtülü, gözleri görmediği anlaşılan yaşlı bir kadının seslendiği
duyuldu:
"Ne olur bana Halide Hanım'ı bulun!"
Yaşlı hanım, hemen yanına koşan Halide Edip'in yüzünü okşamaya başladı:
"Çamaşırcılık
yaparak geçiniyorum kızım. Bunu zor günüm için saklamıştım. Ama
sözlerinden anladım ki, ordumuz benden daha zordaymış. Al bunu kızım!"
Görmeyen gözleriyle Halide Edip'e gururla bakan kadının derisi çatlamış avucunda 1 lira vardı.
Halide Onbaşı, gözlerinden
yaş fışkırırken sarıldı yaşlı hanıma;
"Ah anam ah! Bir kere daha iman ettim. Kurtulacağız.. ."
İşte onlar dünyanın hiçbir yerinde görülmemiş fedakârlıklarıyla bizim kadınlarımızdı.

"Bir hilal uğruna ya Rab, ne güneşler batıyor!"
Mehmet
Akif in Çanakkale Şehitleri için yazdığı şiirdeki bu mısra, aslında bu
vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden tüm "Mehmetler" için
yazılmıştı... En acemisinden yedek subayına, teğmeninden albayına şehit
olan tüm Mehmetlerin amacı; Anadolu topraklarını arsızca işgal eden,
kadın erkek, çoluk çocuk gözetmeksizin hoyratça davranan düşmanı geldiği
yere göndermekti. 15 Mayıs 1919... İzmir limanına demirleyen Yunan
savaş gemilerinden karaya asker çıkmaya başlamıştı. İzmir Askerlik
Şubesi başkanı Miralay Süleyman Fethi, gelişmeleri makamında endişeyle
izliyordu. Sabah evinden ayrılırken, eşi
Edibe Hanım, kötü bir şey olacağını hissetmiş gibi, o gün işe
gitmemesini söylemiş, ancak Miralay Süleyman Fethi’nin cevabı kısa
olmuştu;
"Ben askerim! İşime böyle bir günde gitmezsem, başka ne zaman gideceğim!"
Edibe
Hanım'ın korktuğu başına gelecekti. İzmir'i işgal eden Yunanlılar,
Fethi Bey'i savaş esiri olarak tutuklayıp, Pasaport'ta, rıhtım boyunda
esir diye getirdikleri başka Türk subaylarının da bulunduğu sıraya
kattılar. Özel kıyafetli efzun askerlerinin başındaki Yunan subayı
sıradakilere seslendi:
"Kimin önünde durursam, o kollarını iki yanda kaldırıp indirecek ve 'Zito Venizelos!' diye bağıracak. Karşı gelen süngülenecek."
Venizelos,
o tarihteki Yunan başbakanı idi. Subay, Türk
askerlerinden başbakanı kutsamalarını istiyordu. Bir tek Miralay
Süleyman Fethi direndi. Bağırıp duran Yunan subayının karşısında kayadan
oyulmuş bir heykel gibi duruyordu. Subay, ummadığı bu direniş
karşısında öyle kızmıştı ki, birden elini uzatıp Fethi Bey'in
omuzlarındaki apoletlerini sökmek istedi. Fethi Bey, Yunan subayının
elini şiddetle itti.
"Onları sen takmadın ki sen sökesin!"
diye
bağırdı ve ilk süngü yarasını aldı. Efzun eri, süngüyü onun göğsüne
sokmuştu... Yirmi iki kez önünde durdu, isteğini yineledi Yunanlı subay
ve yirmi iki kez süngülendi Miralay Süleyman Fethi. Artık ayakta durmaya
direnci kalmayan, kendi kanından oluşan gölcüğe yığılıp kalan kahraman
asker, İzmir'deki Fransız Konsolosluğu aracılığıyla kaldırıldığı
hastanede, sabaha
karşı şehit oldu. İşgalciler, ertesi gün, tüm İzmir'in katıldığı cenaze
törenine müdahale etme cesaretini gösteremediler. İzmir'deki Mevlevi
tekkesinin mezarlığına gömüldü. Bu kahraman subay, bugün çok yalın
yapılan mezarında, üzerinde kabartma bir kılıç ile bir kalpak resmi
yontulu taşın altında, huzur içinde yatıyor.
"Bölükten geri Kalan budur komutanım!"
Porsuk
Çayı'nın kuzey kıyısındaki bir patikada 40 kişi yürüyordu. Çoğunun
ayağı çıplak, bazılarının ayakları çuvalla, çaputlarla sarılıydı.
Aralarındaki yaralılara arkadaşları destek olmaya çalışıyorlardı.
Bunlar,10-25 Temmuz 1921 arasındaki Kütahya-Eskişehir savaşlarında
yarılan cepheden kopan askerlerdi. Düşe kalka, dövüşe dövüşe
birliklerini bulmak için cephe gerisine ulaşmaya çalışıyorlardı. Aniden
ortaya çıkan bir süvari birliği, grubu çevirdi. Asker kaçaklarının
peşinde olan süvari yüzbaşısının sesi çok sertti:

"Hangi birliktensiniz? "
"4. tümen, 55. Alay, 3. Tabur 1. Bölük'teniz komutanım."
"Bölüğün geri kalanı nerede?"
"Geri kalan biziz komutanım!"
"Nereye gidiyorsunuz?"
"Duyduk ki ordu Sakarya ötesine çekiliyormuş. Alayımızı aramaya gidiyoruz."
Yüzbaşı sevindi. Bunlar, silahlarının şerefini sonuna kadar korumaya kararlı sahici askerlerdi:
"Şu tepenin ardında suyu bol küçük bir köy var. Orada dinlenin. Sonra doğuya yürüyüp Sakarya'yı aşın.
Ama birliği köye bu haliyle sokmayın. Halkı üzmeyin. Anladın mı asker?"
"Evet komutanım. Köye belimiz
kırılmamış" gibi gireceğiz. Baş üstüne!"
Süvariler dörtnala uzaklaşırken çavuş birliğe döndü:
"Duydunuz. Halka teftiş vereceğiz. Ona göre. Sıraya girin, çabuk olun, çabuuuk. Hazır ol! Arş!"
Perişan Mehmetçikler ayaklarını sürüyerek yürümeye koyuldular. Çavuş birden dellendi;
"Bu ne biçim yürüyüş? Başınızı kaldırın, canlı yürüyün. Haydi hep beraber...
Annem beni yetiştirdi, bu ellere yolladı
Al sancağı teslim etti, Allaha ısmarladı..."
Çavuşun
başlattığı, yavaş yavaş tüm Mehmetçiklerin katıldığı bir marş
yükselmeye başladı bozkırın ortasında. Sanki çıplak ayaklı, yaralı ve
bir muharebeyi kaybetmiş olanlar onlar değildi. Çınarlı köyüne sefil ve
bitkin görünüşlerine hiç uymayan bir çalımla girdiler. Süvari
yüzbaşısının gözü arkada kalmayacaktı...
Cepheyi tuttular değil mi?
Kurtuluş
Savaşı'nın kırılma noktalarından biri, Kütahya-Eskişehir
muharebeleriydi. 14 Temmuz 1921 günü Yunanlılar 180 top ve 40.000
kişiyle yüklendiler Türk hatlarına. Karşı koymaya çalışan kuvvet ise,
113 top ve parça parça cepheye ulaştırılmaya çalışılan 30.000 askerdi.
Türk ordusu zamanla yarışıyordu. Her iki ordu da kazanmak için tüm
gücüyle savaşıyordu. Süngü hücumları arka arkaya tazeleniyordu. Öyle ki,
bir tepe bir saat içinde tam 11 kez el değiştirmişti. 4. Tümen komutanı
Yarbay Nazım, başta Mustafa Kemal olmak üzere hem tüm komutanların, hem
de emrindeki askerlerin gözbebeğiydi. Mehmetçik, onun bir emriyle
gözünü bile kırpmadan çıkıyordu siperlerden. 4. Tümen, Yunanlıları
durdurmak için en güvenilen birlikti ve
komutanlar Yarbay Nazım'dan çok şey bekliyorlardı.
15 Temmuz
sabahı gün doğarken, Yarbay Nazım ve karargâh subayları atlanıp Yumurçal
mevzilerini denetlemeye çıktılar. Az ileride bir tepe vardı ve tepede
Türk ordusundan kimse yoktu. Yunanlılar bu tepeyi ele geçirirlerse
cephenin yarılması kaçınılmazdı. At inildi, komutan ve karargâhı tepeye
doğru yürürken Yarbay Nazım, süvari takım komutanına emir veriyordu:
"Takımınla
hemen tepeyi tut. Düşman taarruz ederse, alaydan birlik yetişene kadar
ne pahasına olursa olsun tepeyi tut. Şimdi ben..."
Bitiremedi
cümlesini. Sabaha karşı gelip tepeye mevzilenen Yunanlıların açtığı
makineli tüfek ateşi biçti bu çok sevilen komutanı ve karargâh
subaylarını. Emir çavuşu Eyüp, göğsünün sol tarafındaki kan lekesi
giderek artan komutanını kucaklayıp at bindi ve cephe gerisine götürmeye
başladı. Yarbay Nazım'ın ünlü beyaz atı dörtnala
peşlerinden geliyordu.
Eskişehir
hastanesi... Çok hafif soluk alan komutanın başında Eyüp Çavuş ve
subaylar bekleşiyordu ümitle. Yarbay Nazım fısıldadı:
"Tepeyi tuttular değil mi?"
"Tuttular komutanım..."
"Arkadaşlar iyi mi?"
''Hepsi iyi. Çok iyiler komutanım."
"Asıl siz iyi olun, iyi dayanın çocuğum..."
Başı Eyüp Çavuş'un dizine dayalı yatan Nazım Bey'in son sözleriydi bunlar...
Çankaya'daki
çalışma odasının kapısı usulca aralandı, Fikriye Hanım bir hayalet gibi
içeri süzüldü. Masadaki haritanın üzerinden başını kaldıran Mustafa
Kemal, genç kadına sorgulayan gözlerle baktı.
Kötü haber tez ulaşmıştı. Salih Bey (Bozok) söylemeye cesaret edemiyordu. Başı öne
eğikti. Mustafa Kemal
"Ne var? Ne oldu?"
diye sordu. Yılgın bir sesle
"Fevzi Paşa telefon etti. 4. Tümen karargâh kadrosu felakete uğramış!" diye cevapladı.
"Ne demek o?"
"Kurmay başkanı Binbaşı Şerafettin yaralı olarak esir düşmüş. Çoğu da şehit olmuş efendim!"
"Nazım?"
Salih Bozok ağlamaya başladı. Mustafa Kemal donup kalmıştı. Yarbay Nazım, çok sevdiği, çok kıymetli bir komutanıydı.

"Gel biraz yürüyelim Salih!"
dedi... Ölümü çok yakından tanıyan iki subay, ağaçların altında yürümeye başladılar. İkisinin de ağzını bıçak açmıyordu...
“Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir!"
20. yüzyıla girerken Fransa'nın en etkili gazetelerinden "Le Temps"in ünlü bir çalışanı vardı: Georges Gaulis.
1896'da
eşi Berthe ile birlikte İstanbul'a gelmişti. Osmanlı İmparatorluğu
konusunda en iyi, en tarafsız haberleri yapan gazeteci olarak
tanınıyordu.
1912'deki Balkan Savaşı'nı da izleyen Gaulis,
yakalandığı hastalıktan kurtulamayıp öldü ve Feriköy'deki Katolik
Mezarlığı'na gömüldü.
Nöbeti, Türk dostlarının Berta diye çağırdıkları, karısı Berthe devraldı.
Berthe
Georges Gaulis, Birinci Dünya Savaşı'nda zorunlu olarak İstanbul'dan
ayrılmıştı. Berthe, Kurtuluş Savaşı'nın başladığı
günlerde, 21 Eylül 1919'da, çok sevdiği İstanbul'a tekrar geldi.
Fransa'ya döner dönmez yazdığı kitapta, o günlerin Türkiye'sini ve
Kurtuluş Savaşı'nı anlattı:
"1921
Nisanı, Türklerin geri aldıkları Bilecik, bir felaket ve acılar diyarı.
Koku dayanılmayacak kadar fazla. Henüz dumanı tüten bu taş yığınları
altında, kim bilir ne kadar insan cesedi gömülü. Buradaki tahribatın
büyüklüğü korkunç. Bilecik ve Küplü'de büyük facialar olmuş. Buraların
ahalisinden sağ kalanlar, büyük bir bunalım ve heyecan içinde. Tecavüze
uğramamış genç bir kız veya kadın kalmamış. Bilecik dünden kalma bir
Pompei adeta. Her yer kül, is ve kurum içinde... Sık sık dinamitin
tahribatını gösteren taş yığınlarına rastlıyoruz. Biraz ötede, kızını
kurtarmak isterken, kafasına taşla vurularak öldürülmüş bir ihtiyarın
mezarı. Yapılan
toptan imha işleminden her şehir ve kasaba payına düşeni almış. Bazen
bir bahçe, çiçek açmış birkaç ağaç, bir meydan, bir çeşme, yapılanları
hatırlatmaya yetiyor. Saatlerce bu harabeleri gezdik.
Her Yunan
taarruzu, Anadolu halkına çok acı bir ders olmuş. Düşmanın yaptıkları
karşısında vatanseverlik duyguları uyanarak şahlanmış, 'Ölürsem hiç
olmazsa ailem ve vatandaşlarım İçin öleyim' diyerek mücadeleye
katılmışlar. Bu günlerde, İnegöl'deki Türkler kasabalarına gelen Yunan
askerlerine baltalarla karşı koymuşlar ve onlar da çareyi kaçmakta
bulmuşlar..."
Berthe Gaulis, kitabının önsözünde de şunları yazmıştı;
"Ankara'dan
10 Mayıs 1921 'de, Türk milliyetçiliği konusundaki bu kısa
incelememin basımevini boyladığı sıralarda ayrıldım. 1921 yılının
Ağustos ayı sonlarında, Anadolu'daki savaş en sert ve acımasız bir
biçimde sürüyordu...
Türk millî hareketi düşmanı kesin yenecektir. Çünkü o hareket yüksek bir ideale dayanıyor;
çünkü bu hareketi yönetenler kendi şahsî çıkarlarını unutmuşlardır; çünkü onlarda büyük bir ruh ve iman var..."

“Hadi bre çorbacı, karavanaya yetişelim!"
İşgalcilerden
İnsanlık dışı, askerlik dışı bu kadar baskı gören Anadolu çocuğu, yine
efendiliğini bozmamış, bir "Çılgın Türk" olarak onurlu davranmayı elden
bırakmamıştı. Halide Edip, Ruşen Eşref Ünaydın ve Binbaşı Kemal,
Adala'ya (Manisa'da bir ilçe) yetişmeye çalışıyorlardı. Altı ayda bile
geçilemez denilen Yunan hatları yarılmıştı. 30 Ağustos Başkomutanlık
Meydan
Savaşı kazanılmış, Yunan ordusunun büyük bölümü imha edilmiş, başta
Trikopis, çok sayıda komutan, subay ve asker esir alınmıştı. Binbaşı
Kemal şoföre bağırdı:
"Dur!"
Binbaşının
dikkatini, esir bir Yunan subayını cephe gerisine götüren asker
çekmişti. Mehmetçik yayan, esir subay eşek üzerinde gidiyorlardı.
Mehmetçik Binbaşı Kemal'i selamlarken, Yunanlı subay eşekten inmişti.
"Kim bu?"
"Esir komutanım!"
"Nereye götürüyorsun?"
"Geriye. Alay karargâhına!"
"Ulan sen bunun seyisi misin, hizmet eri misin? Hayvana sen bin, o yürüsün!"
"Hiç olur mu komutanım? O şimdi ocağından kopmuş bir gurbet adamı. Misafir ve bana emanet."
Binbaşı,
titreyen sesine hâkim olmaya çalışarak şoföre bağırırken gözlerinden yaşlar akıyordu:
"Yürü oğlum, gidelim."
Araba uzaklaşana kadar selam duran Mehmetçik, Yunan subayına eşeğe binmesi için işaret ederken söyleniyordu:
"Hadi bre çorbacı. Akşam karavanasına yetişelim. Aç kalma."
Ölümün, gencecik insanları hiç duraksamadan verdiği bir emirle ölüme göndermenin ne olduğunu, onun gibi hiç kimse bilemezdi.
Yıllar önce, bir ağustos sabahı gün doğmak üzereydi.
"O", siperler boyunca yürürken, son emrini verdi:
"Elimdeki kırbaca bakın.
Kırbacı kaldırdığımda hazır olun.
Kırbacı aşağı indirdiğimde hücuma kalkılacak. Asker...! Sana ölmeyi emrediyorum! "
Kırbaç kalktı, kırbaç indi... Mehmetçik süngü hücumuna kalktı.
Artık sadece tek bir ses duyuluyordu...
Allah, Allah, Allah, Allah.
9-10 Ağustos 1915 sabahında gün batmadan süngü hücumuna kalkan Mehmetçik, Anafartalar'da düşmanı bitirmişti.
Mehmetçik'ten ölmesini isteyen komutan, Anafartalar Grup Komutanlığı'na 67 saat önce atanan Yarbay Mustafa Kemal'di.
Arkadaşlarıyla birlikte 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktığında, generaldi Mustafa Kemal. Sonra üniformasını
çıkardı.
Yıllardır savaşan, gencecik evlatlarını şehit veren;
yorgun, bitkin, yılgın ve ümitsiz, ama sonsuz dirençli insanların
yaşadığı topraklarda, Anadolu topraklarında, kimsenin kolay kolay göze
alamayacağı bir kalkışmayı başlattı. Tek güvencesi, çöken imparatorluğun
tüm kahrını çekmesine karşılık, pek de kıymeti bilinmeyen Anadolu
insanıydı. Askere yolcu ettiği son oğlunu birliğine teslim ederken;
"Bizim köyün mezarlığına elli yıldır delikanlı gömülmedi oğul. Vatan sağ olsun da hepimiz ölelim ne çıkar?"
diyen Söğüt'ün Akgünlü köyünden Mehmet oğlu Hüseyin'in anası gibi insanlardı güvendiği.
Bandırma
Vapuru'ndan Samsun'a ayak basan ilk 18 kişiyle başlayan "Tam Bağımsız
Anadolu"
hareketine, zaman içinde tüm Anadolu halkı katıldı. Genciyle,
yaşlısıyla, kadınıyla erkeğiyle ve yorgunluklarım, yılgınlıklarını,
bıkkınlıklarını, ümitsizlerini artlarında bırakarak kavgaya girdiler.
"Asırda onlar yendi, onlar yenildi.
Çok sözler edildi onlara dair ve onlar için, zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri yoktur, denildi.”
Mustafa Kemal, Samsun'a gitmeden önce, Bekir Ağa Bölüğü'nde tutuklu bulunan Fethi Bey'i görmeye gittiğinde,
'"Ne biz bu durumda kalacağız, ne de ülkeyi bu durumda bırakacağız." derken,
işte bu "zincirlerinden başka kaybedecek şeyleri olmayanlara” güvenmişti.
Anadolu'nun
bağımsızlığı kavgasına girenlerden bazılarının yolları, sonraki
yıllarda Mustafa Kemal'le
ayrılmış bile olsa, onlar "Çılgın Türkler"di. Çılgın olmasalar,
boyunlarında idam fermanı varken, hangi akla hizmet bir ulusun kurtuluş
kavgasını başlatabilirlerdi?
"Kuvva-i Millîye adı altında çıkarttıkları karışıklık"
24 Mayıs 1920 tarihinde, Padişah Vahdettİn'in onayladığı,
Sadrazam Damat Ferit Paşa'nın imzaladığı bir İradei Seniyye (Padişah Buyruğu) yayınlandı:
"Kuvva-i
Milliye adı altında çıkarttıkları karışıklık ve Anayasa'ya aykırı
olarak halktan para toplamak, askere almak, bunun aksine hareket
edenlere işkence ve eziyet ederek kentleri yıkmaya kalkışmak suretiyle
iç güvenliği bozanların düzenleyicisi ve kışkırtıcısı oldukları
iddiasıyla haklarında dava açılan, Üçüncü Ordu Müfettişiliği'nden
uzaklaştırılıp askerlik mesleğinden çıkartılmış bulunan Selanikli
Mustafa Kemal Efendi, eski 27. Fırka komutanı emekli Miralay Kara Vasıf
Bey, eski 20. Kolordu komutanı Mirliva Salacaklı Fuat Paşa ile eski
Washington elçisi ve Ankara milletvekili Salacaktı Alfred Rüstem ve eski
sağlık müdürü İstanbullu Dr. Adnan Bey ile Üniversite Batı Edebiyatı
eski öğretmeni İstanbullu Halide Edip
Hanım'ın; açıklaması 11 Mayıs 1920 tarih ve 20 sayılı hüküm tutanağında
yazılı olduğu üzere; Mülkiye Ceza Yasası'nın 45. maddesinin 1.
fıkrasının yollamasıyla, 55. maddenin 4. fıkrası ve 56. maddesi uyarınca
sahip oldukları askeri ve sivil rütbe ve nişanlarla her türlü resmi
unvanlarının kaldırılmasına ve idamlarına, bu durumda kaçak bulunmaları
nedeniyle mallarına el konulmasına dair İstanbul Birinci Sıkıyönetim
Savaş Divanı'nca arkasında verilen hüküm ve karar ele geçirildiklerinde
yeniden yargılanmak koşuluyla onaylanmıştır. Bu buyruğu yürütmeye Savaş
Bakanı görevlidir."
Ve bir şafak vakti...
Kimisinin boynunda idam fermanı vardı, kimisinin ayağı çıplaktı.
Kimisi
yorganı bebesinin değil top mermilerinin üzerine örtmüştü, kimisi son
nefesinde "Ölene kadar cepheyi tutun" emri vermişti.
Anadolu'nun bahtı Onlar,
“bir şafak vakti karanlığın kenarından ağır ellerini toprağa
basıp doğruldukları zaman..."

değişti. "O" ve bize bugünleri veren tüm "Çılgın Türkler"i yüreğimizden gelen saygı ve sevgiyle anıyoruz.
İyi ki çılgındılar...
Kaynak: Focus Aralık 2005 sayısından alınmıştır.