21.11.2017
Hayrettin, kendi öksürüğüne uyandı. Yatakta doğruldu, birkaç kere daha öksürdü. Üzerindeki yorgan aşağıya kaymıştı. Eğildi, aldı ve yorganı üzerine çekti.
“Az kaldı, seni yakında bırakacağım lanet şey!” dedi sigaraya. Bu kaçıncı deyişiydi, o da bilmiyordu. Sigaradan kaynaklanan öksürük, artık gece uykularını bölmeye başlamıştı.
Gece sabaha dönüşmeye çalışıyordu. Karanlıkla aydınlık arasıydı. O nedenle daha erken olduğunu anladı. Tekrar yatağa uzandı, yorganı başına çekti. Üç-beş dakika uyuma umuduyla bekledi. Boşuna beklemişti. Uyuyamayacaktı. Kalktı, odadan salona geçti. Oradan da balkona çıktı.
Sokağa baktı. İn cin top oynuyordu. Sokakta ne bir araba ne bir insan vardı. Hatta son zamanlarda sayıları artmış olan sokak köpekleri bile yoktu. Baktığı yerde sanki hayat donup kalmıştı; tıpkı kopan bir filmin son karesi gibi. Sadece, -eğer buna da hareketlilik denirse- rüzgârın hafifçe oynattığı birkaç yaprak kıpırdıyordu. Tekrar içeri girdi.
Üşümüştü. Mutfaktaki kombiyi çalıştırdı. Birkaç dakika sonra evin içi ısınırdı. Bu doğalgaz ve dolayısıyla kombi doğrusu büyük rahatlıktı. Kovalı sobalarla, kuzinelerle ısınmak için az mı uğraşırlardı. Sabahleyin kalkınca sobanın külünü temizleyeceksin, alta tahta parçası ve biraz ince odun, onların üzerine de kömür koyacaksın. Bir kâğıt parçası ile alttan bunları tutuşturacaksın. Öyle bir kerede yakmak marifet isterdi. Münevver yakardı, ama Hayrettin için aynı şeyi söylemek mümkün değildi. Bu tür işlerde beceriksizdi. Sobayı temizlerken etrafa külleri döker, defalarca kâğıt yakıp sobayı tutuşturmaya uğraşırdı. Çoğunlukla Münevver imdadına yetişirdi. Gerçi o da evin içine dökülen küller nedeniyle biraz söylenirdi, ama olsun.
Hayrettin 55 yaşındaydı. Beş sene önce karısı Münevver’i kaybettiği için yalnız başına yaşıyordu. Münevver öldükten sonra evde hemen hemen hiç değişiklik yapmamıştı. Her şey onun bıraktığı gibiydi. Tabii evin toz içinde olması hariç.
Salondaki masaya oturdu. Masanın üzerinde bir paket sigara, çakmak, kül tablası, iki tane kirli çay bardağı, akşam yemeğinden kalmış ekmek kırıntıları, katlanmış bir gazete, tuzluk, kullanılmış bir çatal, hatta bir de boş ilâç kutusu vardı. Eli sigaraya gitti. “Kahvaltı etmeden içme şu mereti!” dedi kendine. Kalktı mutfağa gidip ocağı yaktı, çaydanlığı üzerine yerleştirdi. En az beş-altı dakika sürerdi suyun kaynaması. Demlemek için de birkaç dakika isterdi. Demek ki on dakika kadar beklemesi gerekecekti.
Salona dönüp, vitrindeki nişanlıyken çektirdikleri fotoğraftaki Münevver’le konuşmaya başladı. Bunu son günlerde sıkça yapar olmuştu: “Hani birbirimizi hiç terk etmeyecektik? Beni bıraktın gittin Münevver. Senden bir gün bile ayrı kalamayacağımı sanıyordum. Oysa tam beş sene, evet beş koca sene geçmiş sensiz.”
Hayrettin liseyi bitirdikten sonra iki sene orada burada çalışmış, sonra da askere gitmişti. Askerlik dönüşü de vergi dairesinde bir işe girmişti. Bir gün işten eve dönerken evlerinden bir sokak ötedeki iki katlı bir evin önünde komşularının yedi yaşındaki oğlu Kenan’ın bir genç kız ile konuştuğunu gördü. Önce dikkatini çeken Kenan’dı. Buralarda ne işi var, diye düşünmüştü. Sonra kıza da dikkatlice baktı. Çok, ama çok güzel olduğunu görünce adeta heyecandan dizlerinin bağı çözüldü. Adımlarını yavaşlattı. Yanlış anlaşılır diye korkudan baktığını belli etmemeye çalışıyordu. Bir ara kız ile göz göze geldi. Bu sadece bir anlıktı. Kız başını önüne eğip evinin kapısına doğru yönelmişti bile…
Münevver’le olan ilişkisi böyle başlamıştı. Eve geldiğinde gözlerinin önünden uzaklaştırmaya çalıştığı bu güzel kızın hayali, daha sonraki günlerde de onunla beraber olacaktı. Artık işe giderken ve gelirken o evin önünden çok yavaş adımlarla geçiyordu. Belki gene görürüm umudu vardı içinde. Nedense bu umut hiç gerçeğe dönüşmüyordu! Çünkü bir hafta olduğu halde, bu güzel kızı bir daha görememişti. Bir yol aradı ve buldu. Kenan ile konuşacaktı.
Yolda Kenan’a ilk rastladığında küçük çocuğun başını okşadı ve:
-Kenan, sana bir şey soracağım, ama bu sorumdan kimseye bahsetme.
-Tamam.
-Şu aşağıdaki sokakta bir kızla konuşuyordun. Kimdi o?
-Hangi kız Hayrettin abi?
-Hani iki katlı evleri var.
-Münevver abla mı?
Böylece adını da öğrenmişti. Bu konuşmadan üç gün sonra, iş dönüşü Münevver’i evlerinin camını silerken gördü. O da Hayrettin’i görmüştü. Ancak, kaçamak bir bakıştan sonra camı kapatması ve tülü çekivermesi, Hayrettin’in açısından biraz üzücüydü.
Bir kısa mektup yazdı. Yanlış anlaşılmamasını, niyetinin ciddi olduğunu, görüşmek istediğini, Pazar günü öğlenden akşama kadar parkta onu bekleyeceğini mektupta belirtti. Şimdi yapılacak iş, Kenan’ı bulup bu mektubu Münevver’e vermesini sağlamaktı. Kenan’ı bulması uzun sürmedi; çocuğun eline biraz para sıkıştırdı ve mektubu Münevver’den başkasına vermemesi için de sıkı sıkı tembihledi. Kenan mektubu cebine koyup gitti.
Heyecanlı bir bekleyiş başlamıştı. Acaba mektubu almış mıydı? Tepkisi ne olmuştu? Bunları soracaktı, ama Kenan’ı da iki gündür görememişti. Gördüğünde sorularını Kenan’a yöneltti. Küçük çocuk omuzlarını silkip cevap verdi:
-Bir şey demedi Hayrettin abi. Mektubu verdim, geldim.
Pazar günü öğlen demişti, ancak o, sabahtan parka gitti. Defalarca parkın etrafını dolaştı. Bırakın akşamı, öğlen bile bir türlü olmuyordu. Zamanın geçmesini hem istiyor hem de istemiyordu. İstiyordu, çünkü belki Münevver’i bir an önce görebilecekti. İstemiyordu, çünkü Münevver’in cevabı olumsuzsa büyük bir hayal kırıklığı yaşayacaktı. Oysa şimdi hiç olmazsa bir umudu vardı. O zaman bu umudu da bulamayabilirdi.
Parkta oynayan çocukları izledi. Parkın kapısındaki büfeden bir gazete aldı. Şöyle bir baktı gazeteye okumak için. Sonra vazgeçti. Ya o gazete okumaya daldığı sırada Münevver geçer giderse!
Öğlen oldu. İkindi oldu. Derken hava yavaş yavaş kararmaya başladı. Parktaki insan sayısı da iyice azalmıştı. İki tane çocuktan başka kimseler görünmüyordu. Bu saatten sonra Münevver’in gelmeme ihtimali daha kuvvetliydi. Gitmeliydi artık. Ama gidemiyordu, ayakları yere çakılmış gibiydi. Umutsuzca bekliyordu. Gelmeyecekti. O kadar kolay mıydı bu işler? Kendine kızıyor, kızmakla kalmayıp yaptığından utanç da duyuyordu. Kafası karışıktı. Banka oturdu. Az önceki gördüğü çocuklar da gitmişti.
Ayağa kalktı, etrafa bakındı. Parkın ışıkları yanmıştı. Giriş kapısının yanındaki lambanın altında bir gölge fark etti. Birisi geliyordu. Gelen bir bayandı. İyice yaklaştı. Evet bu Münevver’di.
-Merhaba, hoş geldin. Benim adım Hayrettin, dedi.
Münevver tek kelime bile etmedi. Sadece gülümsedi ve Hayrettin’in şaşkın bakışları arasında orayı terk etti.
Hayrettin, geçmişteki bu anıları yaşarken ocaktaki çaydanlığı çoktan unutmuştu. Aklına gelince yerinden fırladı, mutfağa doğru koştu. Çaydanlığın kulpundan tutmasıyla bırakması bir oldu. Çünkü çaydanlığın ısınan kulpu elini yakmıştı. Bu yanma tabii ki ilk değildi, daha önce de defalarca olmuştu. Münevver, onu pek mutfağa sokmazdı, zira girerse mutlaka bir sakarlık yapardı.
(Devam edecek...)
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın
Selma Ciner
7 years ago
Ömer Faruk Hüsmüllü
7 years ago
Periihan Narlı
7 years ago
Ömer Faruk Hüsmüllü
7 years ago