“... Yalan bana suçların en ağırı gibi geliyordu ve bir yalan söylendiği zaman insanların değil, eşyanın bile buna nasıl tahammül ettiğine şaşıyordum. Yalana her şey isyan etmelidir. Eşya bile: Damlardan kiremitler uçmalıdır, ağaçlar köklerinden sökülüp havada bir saniye içinde toz duman olmalıdır, camlar kırılmalıdır, hatta yıldızlar düşüp gökyüzünde bin parçaya ayrılmalıdır…”( 51, 52.s.)
KİTABIN ADI: DOKUZUNCU HARİCİYE KOĞUŞU
YAZARI: PEYAMİ SAFA
1. Basım: 1937, Suhulet Kitabevi
9. Basım: 1968, Ötüken, 112 sayfa
77. BASIM
Okuma tarihim: Eylül 2019
Yazar Hakkında Kısa Bilgi:
PEYAMİ SAFA (1899-15 Haziran 1961): İstanbul’da doğdu. Meşhur şair İsmail Safâ’nın oğludur. Düzenli bir öğrenim göremedi. Kendi kendisini yetiştirdi. 13 yaşında hayata atıldı. Posta Telgraf Nezareti’nde çalıştı. Öğretmenlik, gazetecilik yaptı. Hayatını yazıları ile kazandı. İstanbul’da öldü.
(…) Peyami Safa halk için yazdığı edebi değeri olmayan romanlarını “Server Bedi” imzası ile yayınladı. Sayıları 80’i bulan bu eserler arasında Cumbadan Rumbaya(1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı… Romanlarında olaydan çok tahlile önem verdi. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi…
Eserlerinden Bazıları:
Romanları: Şimşek, Sözde Kızlar, Mahşer, Bir Akşamdı, Fatih-Harbiye, Bir Tereddüdün Romanı, Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Yalnızız…
Hikâyeleri: Hikâyeler.
Oyunu: Gün Doğuyor.
Peyami Safa’nın inceleme-deneme türünde de eserleri vardır.
( 6.s.)
Eser Hakkında Bilgi:
Peyami Safa’nın şaheserlerinden Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, Türk edebiyatında “insan ruhunun derinliklerinde ve labirentlerinde dolaşan ilk roman” olması ve hasta bir insanı ve onun psikolojisini ele alması bakımından önemli bir yere sahiptir.
(…) Romanın genç kahramanı, ayağındaki rahatsızlıktan kurtulabilmek için sayısız doktora görünür ve en nihayetinde havadar bir ortamda, stresten uzak bir istirahat dönemi geçirmesi gerektiğine ikna edilir. Ancak, gerek akrabaları olan bir Paşa’nın Erenköyü’ndeki köşkünde misafir kaldığı dönemde, gerekse kendi evi ve hastaneye gidiş gelişlerinde şuurunu adeta bir facia atmosferinde yoğurur. Peyami Safa’nın çocukluk ve gençlik dönemlerinden fazlasıyla izler taşıyan roman, hem umudu ve umutsuzluğu hem de sevinci ve felaketi aynı sayfalara sığdırabilmiş olması bakımından insanın eşsiz bir tarifini sunuyor.( Kitabın Arka Kapağından)
İnsanın iç dünyasına ışık tutan Peyami Safa, aynı zamanda İnsanı çevreleyen eşyaların ve tabiatın da insanın içinde bulunduğu ruh halini yansıttığına dikkat çekmiş. Sadece kahramanlar dile gelmemiş Dokuzuncu Hariciye Koğuşu'nda. Hastanenin bahçesi, evler, evin sofası, duvarlar, eşyalar da dile gelmiş. Onun eserlerinde, eşyaların, mekânın ve tabiatın da bir ruhu olduğunu yoğun bir şekilde hissediyorsunuz. Çevremizdeki her şeye yansıyor kederimiz, sevincimiz, umutlu ve umutsuz halimiz. Biz acı çekerken onlar da acı çeker; biz sevinirken onlar da bu sevinçten payını alır. Peyami Safa, her şeye bir bütün olarak bakar. İnsan, eşya, mekân…İnsanın ayak bastığı, nefes aldığı her yer, insanın ruh halinden izler taşır. Tıpkı, romanın genç kahramanının kendi ruh halini yaşadığı evde de hissetmesi gibi:
“ (…) Kenar mahalleler. Birbirine ufunetli (cerahatli) adaleler gibi geçmiş, yaslanmış tahta evler. Her yağmurda, her küçük fırtınada sancılanan ve biraz eğrilip büğrülen bu evlerin önünden her geçişimde, çoğunun ayrı ayrı maceralarını takip ederdim… Kimi biraz daha öne eğilmiş, kimi biraz daha çömelmiştir ve hepsi hastadır, onları seviyorum; çünkü onlarda kendimi buluyorum ve hepsi iki üç senede bir ameliyat olmadıkçayaşayamazlar…”( 15.s.)
Başkahramanımız (on beş yaşında), sekiz yaşından beri sol dizinden rahatsızdır. Rahatsızlığına, “saf eklem yangısı” teşhisi konmuştur. İki sene önce ameliyat olmuş ve doktoru bir daha ameliyat olması gerektiğini; ameliyat olmazsa bacağının kısalacağını ve yere basamayacağını söyler. Annesiyle yaşayan kahramanımızın zamanı, evinden çok akrabaları olan Paşa’nın Erenköyü’ndeki köşkünde ve hastahanelerde geçmektedir. Paşa’nın kızı Nüzhet’e olan ilgisi ve aşkı onu rahatsızlığından daha çok yorar. Nüzhet’in annesi bu yakınlaşmadan memnun değildir. Paşa’da onların birlikte büyüdüklerini ve kardeş gibi olduklarını düşünür. O da bu yakınlığı onaylamaz. Nüzhet on dokuz yaşındadır. Annesi onu Doktor Ragıp Bey’le evlendirme düşüncesindedir.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, yazarın hayatından izler taşıdığı için otobiyografik bir roman özelliği taşımaktadır. Kahraman anlatıcı tekniğiyle yazılmıştır. 1.tekil şahıs anlatım kullanılmıştır. Başkahraman hasta bir çocuktur. Olaylar bu hasta çocuğun gözüyle ve ruh haliyle anlatılır. Diğer kahramanlar; hasta çocuğun annesi, uzak akrabaları Paşa, Paşa’nın karısı, kızları Nüzhet, hizmetçi Nurefşah, Doktor Ragıp ve Doktor Mithat’tır. Bu kahramanların yanında hasta çocuğun arkadaşı, hastahane çalışanları da romanda yer alan başlıca kişiler arasındadır.
Başkahramanımızın gözüyle tanıyoruz bütün kahramanları. Yazar, romanı bölümler halinde anlatmış ve her bölüm (44 bölüm), bir başlık ve o bölümü özetler nitelikte bir söz veya cümleyle başlıyor. Her bölüm, başkahramanımızın hayatından ve ruh halinden kesitler sunuyor. Bölüm başlıklarının altında verilen cümleler, adeta o bölümün en can alıcı noktasına dikkat çekiyor. Bölümler halinde yazılması, eserin daha kolay okunmasını da sağlamış. Günlük türünün özelliklerini de taşıyor diyebiliriz. Olayların geçtiği zamana dair eserin sonunda 5-Teşrinievvel-1915 tarihi not düşülmüş.
Eserde bazı noktalama işaretlerinin kullanımıyla ilgili hatalara rastlıyorsunuz.
“ O kadar fena olmuştum ki, dizimin sarılması bittiği halde kımıldayamıyordum.” (12.s.) ( “ki” bağlacından sonra virgül kullanılması)
“… o acılardan biri ki, saniyeler içinde artıyor...”( 43.s.)
“… çünkü onlarda kendimi buluyorum; ve hepsi …” (15.s.) ( Noktalı virgülden sonra “ve”bağlacı kullanılması)
“Birdenbire kendimi o kadar yalnız buldum ki, oda kapısında herhangi bir tanıdık yüz görüneydi…”( 105.s.)
Bu ve benzeri hatalı kullanımlar tabii ki yazarın psikolojik tahlillerdeki başarısına, titizliğine gölge düşüremez. Yazar, hasta bir çocuğun gözüyle sadece bir hastalığın insanın iç dünyasında yarattığı çalkantıları yansıtmamış. Aynı zamanda o hasta çocuk vasıtasıyla insanın iç dünyasını derinlemesine tahlil etmiş, çözümlemiş. Eleştirel ve hassas bir bakışla.
“ … Mizacına zıt ihtarlar yapan doktorlara kızıyordu. Hepsinde aynı kusuru buluyordu: Tedavilerinde hastanın psikolojisine yer vermemek…”( 94.s.)
“… Hastahane hayatı dışarıdan yalnız bir koku ile ayrılıyor. Bu koku hastahanenin ruhudur…”
( 103.s.)
“… Yarın hastahaneden çıkacağım… Dışarıda yaşamaktan korkuyorum. Orada ıstıraba ve tevekküle o kadar alıştım ki, onları bırakırsam ruhumun bir parçası kesilmiş gibi boşluk duyacağım; bırakırsam isyansız nasıl yaşayacağım?..”( 111.s.)
Başkahraman olan hasta çocuk, her ne kadar Nüzhet’e âşık olsa da ondan uzaklaşma olgunluğunu da gösterebiliyor. Hastalığıyla mücadele ederken de zaman zaman umutsuzluğa kapılsa da bir çocuk için başarılı denilebilecek bir mücadele örneği sergiliyor. Yazar kahramanımızın ruhsal durumunu betimlerken, diğer kahramanların kişiliklerini ve ruh hallerini de hasta çocuğun bakış açısıyla öğreniyoruz. Başkahramanımız birçok hasta insanın duygularına tercüman olurken, okurun empati kurabilmesine de katkıda bulunuyor.
“… Ben de muayene odasının ve nice muayene odalarının önünde senelerce bekledim. Benim yanımda büyüğüm de yoktu. Yalnız başıma demir parmaklıklı kapıdan içeriye girerdim, dokuzuncu hariciye koğuşuna doğru ağaçların bile sıhhatine imrenerek yürürdüm…”( 9.s.)
Eserin her bölümü, hasta bir insanın yaşadığı ruh haline dair önemli detaylar sunuyor. Kimi zaman içiniz sızlıyor kimi zaman umudunuz yeşeriyor. Mücadeleci ve umutlu olmanın hayatınızı değiştirebileceğini görüyorsunuz. İdealinizdeki mutluluk tam gerçekleşemezse bile ona yaklaşmak şansını yakalayabilirsiniz. Bunun yanında sağlığın ne kadar değerli bir nimet olduğunu kavramanıza katkı sağlıyor.
“… Bizden uzaklaşmadıkça bize görünmeyen sıhhat, itiyadın verdiği hissizlikle, sağlamların şuurundan kaçıp nasıl ve nereye saklanıyor? Onu ben görüyorum, çünkü benden uzak; onu ben Mithat Bey’in kırmızı yüzünde, çelikli damarlarında, arkadaşımın otururken rahat gerilişlerinde, bacaklarını uzatışlarında, korkusuz bakan gözlerinde görüyorum…” ( 107.s.)
Eserden hem önemli hayat dersleri çıkarıyorsunuz hem de insan ruhuna açılan bir kapıdan girerek bir anlamda insanı tanımayı, anlamayı ve çözümlemeyi öğreniyorsunuz. İnsanın ruh dünyasına giden yolun insanca bir bakıştan geçtiğini görüyorsunuz. Yüzeysel değil duygusal bir bakışla ve sadece toplumsal değil bireyi de esas alan bir anlayışla insanı anlayabileceğinizi fark ediyorsunuz. Bir hastahane odasındaki hastanın neler hissettiğini, o duvarların, o mekânın, oradaki hareketliliğin, çalışanların davranışlarının hasta üzerindeki etkilerini en ince ayrıntısıyla görebiliyorsunuz.
“Koğuştaki odam; bir demir karyola, başında bir küçük demir masa. Yerde kırmızı muşambalar. Çırılçıplak mavi duvarlar. Üstümde bir entari ve bir robdöşambr; kolları uzun geldiği için kendimi bu ropdöşambır içerisinde de yadırgıyorum.
Hep gittiler Yapayalnız. Çıt yok. Odaya şimdiye kadar hiç tanımadığım yabancı bir akşam giriyor. Gittikçe artan karanlık, iki parça eşyayı da benden uzaklaştırıyor ve beni daha yalnız bırakıyor…” (96.s.)
Ancak bütün bu ayrıntılar içinde hasta çocuğun annesinin olaylardaki yerinin, rolünün geri planda kaldığını görmek beni biraz şaşırttı. Hastane odasında annenin olmayışı, bütün o zorluklar, ızdıraplar içinde hasta çocuğun yalnızlığı, annenin yanında olmaması ben de önemli bir figürün- anne figürünün- eksikliğini hissettirdi. Gerek bir okur gerekse bir birey olarak annenin varlığı bizler için her zaman ayrı bir yere sahip gönül dünyamızda, kültürümüzde, inancımızda. İnanıyorum ki annelere birçok toplumda da ayrı bir anlam yüklenmiştir.
Belki zaman zaman psikolojik romanın kasvetli ve insanın ruhunu sıkan yanını hissediyorsunuz. Ama yine de hayatı ve insanı, hasta bir çocuğun gözüyle görmeye devam etmekten alıkoyamıyorsunuz kendinizi. Onun o hastahane koridorlarındaki, hastahane odasındaki zaman zaman umutsuz zaman zaman kırgın, yalnız; zaman zaman da kararlı anlarında yanında olmaya devam ediyorsunuz. Hasta çocuğun aşkına da hastalığıyla verdiği mücadeleye de tanıklık ederek sona geliyorsunuz.
Dokuzuncu Hariciye Koğuşu, daha çok, hasta bir çocuğun hastalığıyla mücadelesinin hikâyesi olsa da aşk ve tutkuyu da barındırıyor içinde. Öyle ki Nüzhet’e olan aşkı onu hastalığından daha çok yoruyor ve ruhunda yaralar açıyor. Bir taraftan dizindeki şiddetli ağrılara katlanmaya çalışırken bir taraftan da kalbindeki aşk acısıyla mücadele ediyor.
“... Bak, bacağın iyi olsun, futbol oynayacaksın! Fakat oynamasan daha iyi. Hastalık tamamıyla geçse bile o bacağı yorma!
… Fakat keşke futbol oynasaymışım; belki de bacağımı Nüzhet’in aşkı kadar yormazdı…”(94.s.)
Peyami Safa, hasta bir çocuğun sağlığına kavuşmak ve bir bacağını kaybetmemek için verdiği mücadeleyi, katlandığı ızdırapları anlatırken okurlarına önemli hayat dersleri de veriyor. Bazen ümitle ve aşkla bazen de karamsarlıkla ve ızdırapla harmanlıyor hasta bir çocuğun hastalığıyla olan mücadelesini. Okurlarını hastahane koridorlarında dolaştırıyor ve bir hastahane odasına alıp götürüyor. En önemlisi de bir hastanın içindeki fırtınalarla tanıştırıyor bizi. Her bölüm, sizi bir hastanın iç dünyasındaki gizli köşelere götürüyor. Psikolojik romanın niteliklerini öğrenmeye ve özellikle hasta bir insanı anlamaya, çözümlemeye yönelik önemli bir kazanımınız oluyor. Bakış açınızı genişletmeye ve insana daha insanca bakmaya davet ediyor sizi. Gözünün ucuyla ve tek yönlü değil; insana bir bütün olarak bakmaya ve onu anlamaya davet ediyor. Eksileriyle ve artılarıyla; ızdıraplarıyla ve umutlarıyla…
“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler.”( 44.s.)
“Hakikati seviniz, o da sizi sever; hakikati arayınız, o da sizi arar ve üstüne yalan Çin setleri gibi kalın duvarlar örsün, altında kalan hakikat bir ince iniltiyle, bir hafif rüzgâr dalgasıyla, herhangi bir küçük işaretle mevcudiyetini bildirir: ‘Buradayım’ der.” (52.s.)
06.10.2019