DONDURMA
Düğün salonunun park yerine doğru ilerlerken, her zamanki gibi, gideceğimiz yolu belirten balonlar yoktu. Görmeye alıştığımız şık şıkırdım hanımlar, süslü kıyafet ve takılarıyla boy gösteren, arada kahkaha atanlar da yoktu. Etrafta derin bir sessizlik hâkimdi. Bu defa düğüne değil taziyeye gelmiştik. Bunun ağırlığını da içimizde hissediyorduk.
Aile, Cem Evi küçük olduğundan burada toplanmaya karar vermişti. İki kanatlı kapıyı iterek içeri girdim. Elimde, içinde çay-şeker paketleri olan market torbası, öbür kolumda bir buket çiçek...
Ev sahiplerimiz olan amca ve Hanım Yenge yerlerinden kalkıp bize doğru geldiler. Ayrıca rahmetlinin de amcası ve yengesi olduklarından, taziyeleri kabul eden aile büyükleri olarak, onlar vardı kapıda.
- Hoş gelmişsiniz... ayağınıza sağlık...
- A...aah... Hoş...bulduk. Geçenlerimize Allah rahmet eylesin.
- Sağol kızım.
Gözleri dolu dolu olan kadın fazla konuşamadı.
- Kusura bakmayın...âdetlerinizi bilmiyorum. Sordum. Rahmetlinin en sevdiği tatlı veya çay-şeker götürülür dediler. Özür dilerim, hazıra konmuş gibi oldum ama çay-şeker getirdim...Sadece.
- Sağol...düşünmen yeterdi, geldin ya... Bu daha da iyi oldu.
Baştan ayağa siyah giyinmiş bir genç kız, elimdeki torbayı alıp salonun çay ocağına götürdü. Hanım Yenge;
- Gel, çiçeğini fotoğrafının önüne koyalım...dedi.
Birlikte girişin tam karşısına konulmuş çerçeveli fotoğrafa doğru yürüdük. Üstüne konulan masa, bir kaç küçük mum görünümlü lambalarla aydınlatılmıştı. Yine siyahlar içinde bir kız, içi su dolu bir vazo getirdi, çiçeği benden aldı.
Zaten genç bir insanın ölümünden dolayı büyük bir üzüntü içindeydim. Fotoğrafa baktım. İlk gördüğüm şey, bütün dünyayı kucaklayacakmış gibi açtığı kollarıydı. Gözleri o kadar mutlu bakıyordu ki... Bir elinde açılmış zarf, diğerinde bir kâğıt... tam arkasında Türkiye haritası... Hakkari kalp içine alınmış. Fotoğrafın altında kendi el yazısıyla bir not: ÖĞRETMEN OLDUM...
Bu nasıl bir mutluluktu, tahmin ediyordum. Aynı duyguları ben de bir zamanlar yaşamıştım. O anda gülümsedim mi bilmiyorum. Ama gözlerim, fotoğraftaki kızın gözlerinde bir müddet çakıldı.
Yüzündeki kocaman gülümsemeyle o gözler iyice kısılmıştı. Yanağında güzel bir gamze oluşmuş, dudaklarının kenarı sanki biraz daha yer olsa daha da gülecekmiş gibi kıvrılmıştı. Kıvırcık saçları önce kabarmış, sonra omuzlarına dökülmüştü. Saçının bir yerinde öylesine tutturulmuş bir kurdele vardı. Bu yüzü hayatımda ilk defa gördüğümden emin miyim ki... Çok tanıdık birine benziyor...
Sendelediğimi farketmedim ama salonun karardığını, bütün lambaların birbiri ardına takılıp benden uzaklaştığını görünce...
-Hadi gel, sen kötü oldun, şuraya otur.
Hanım Yenge koluma girip beni bir sandalyeye sürükledi. Oturduğum yerden dönüp yine baktım. Kocaman gülümsemesi, hatta kahkahası kesilmemişti.
***********
Öğretmenliğimin ikinci senesindeydim. İlk göz ağrım köy okulundan beni ilçeye almışlardı. “40 kişilik köyün öğretmeni var, ilçede edebiyat dersleri boş geçiyor” diye görev yeri değişikliği yapılmıştı. Ülkemizin geleceği çocuklarımız, nerede olursa olsun bizim vazifemiz değil miydi. Hem bu çocuklar, Toroslar’ın zirvelerine yakın bu yerlerde, kendi imkânlarıyla üniversite sınavlarına da hazırlanıyorlardı. Yeni okulumda da elimden gelenin en iyisini yapacaktım. Başka yolu yoktu.
Eski öğrencilerimle de bağımı koparmamıştım. Ara sıra pazar yerinde karşılaşırdık. Okulda yaptıkları gibi, beni görünce el örgüsü kazakların üstünden giydikleri, kendilerine küçük gelen ceketlerinin önünü iliklemeye çalışır, “öörtmeniiim” diye koşarlardı. Saçları iki örgülü, masum kızlarım da vardı. En çok da bir- ikisini bulunca “Hadi dondurma yemeye” diye zorla sürüklemek hoşuma gelirdi. İlçenin tek pastanesinde otururken bizi gören başka çocukları da çağırırdım. Eski öğrencilerim, yeni öğrencilerim, bizim coşkumuzun ucundan koparıp nasiplenmek isteyen bazı öğretmen arkadaşlarımla hoşça geçen o bir saatin tadına doyum olmazdı.
**********
İmam Hatip Lisesi öğretmeniydim ama Liseden de iki sınıfım vardı. Haftanın bütün günleri, tam dolu çalışıyordum. Bir gün Müdür Bey bir telaşla öğretmenler odasına geldi.
- Hocaanıım, burdasınız çok şükür... Sizi komisyona aldılar, çabuk çabuk Milli Eğitim’e çağrıldınız!
- Anlamadım. Hocam sakin... sakin... lütfen.
- Bilgi yarışması... Ortaokullar arası... Lisenin orta bölümü, bizim orta bölümümüz, köy ortaokulları... Bugün yarışacaaz. Soru kurulundasınız. Sizi istiyorlar.
- Ayy çok heyecanlandım. Hemen derhal...Gidiyorum.
- Durun!..Kurul üyeleri kendi kendilerine gidemez. Hadi soracaanız soruları başkasına verirseniz diye güvenlikli gitmeniz gerekir.
İmkânları çok kısıtlı bir yerdi. Küçücük bir ilçeydi. Çarşı meydanına çıkınca her yere iki adım mesafesi vardı. Liseye, hastaneye, Milli Eğitim Müdürlüğüne, Halk Eğitime, Kaymakamlığa, öğretmen evine...Şimdi güvenlikli gidecekmişim. Bazen prosedürlere, yönetmeliklere o kadar uyarlardı ki kendimi bir tiyatro oyununda sanırdım. Müdür Beyle birlikte çıktık. Güvenliğim oymuş.
Çok ciddî, ağır bir hava içinde geçen kurul toplantımız sonucu sorular hazırlandı. Hemen zarflara kondu, mühürlendi. Şifreli Bond çantasına yerleştirildi. Hep birlikte kalkıp yarışmanın olacağı binaya geldik. Öğretmen Evi Konferans Salonu...
Kalabalık, bizi bekliyordu. Kimseyle görüşmeden yerlerimize oturduk. Seyirciler ve protokol da oturdu. Yarışmacılar, sahnede ayrı ayrı masalarda yarım daire biçiminde dizilmişti. Benim eski öğrencilerim de oradaydı. Tabii gülümseme, selam, belli belirsiz de olsa hafif göz ucuyla bakma dahi olamazdı. Kurul ciddiyeti, bunu gerektiriyordu.
İlçenin tek edebiyat öğretmeni olduğumdan Türkçe’yi en iyi ben konuşurum sanmışlar herhâlde;
- Hadi hocaanım sahneye... Sunumu da siz yapacaksınız.
Saygı duruşu, İstiklal Marşı, Kaymakamın konuşması... Sunumda ne var canım, yaparız evvelallah...
Kaymakamın konuşmasından sonra şifreli çanta sahneye getirildi. Milli Eğitim Müdürü çantayı açtı. Soru zarflarını çıkardı. İnsanların gözü önünde mühürler kırıldı, zarflar açıldı. Hepsini bana verdiler, yarışma başladı.
Ben ayaktaydım. Beş masa, birbirlerinden uzak mesafedeydi. Benim masama yer yoktu. Soru kâğıtları ve mikrofon elimde, gezerek sunum yapıyordum. Eski okulumdan öğrencilerim, yeni okulumdan öğrencilerim, misafir öğretmen olduğum okuldaki öğrencilerim... Yarışmacıların yarısı benim çocuklarımdı. Ama ben ciddiyeti elden bırakmıyor, kimsenin de yüzüne bakmıyordum.
Sorular soruldukça, çocukların cevap verirkenki gözlerinin ışıltısını görmemek mümkün değildi. İlçe okulları neyse de bizim köyün çocukları hiç bir soruyu kaçırmadan doğru cevapları veriyor, beni gururlandırıyorlardı. Ama ben o duyguyu da saklıyordum. Yüzümü oldukça donuk, mat ve mimiksiz hâle nasıl getirdim ben de bilmiyorum.
Yarışma sona yaklaşıyordu. Neredeyse sorular bitmek üzereydi. İmam Hatip ile benim köy okulum başa baş bütün soruları bilmişlerdi. Yedek sorulara geçtik. Yedek sorular, güncel konularla ilgiliydi. Köye gazete gelmezdi. Televizyonda da sadece TRT 1 ve 2 kanalları vardı. Onda da belki film izliyorlardı. Çocuklarım, güncelde kalacak diye bekledim.
Büyük bir şaşkınlık içinde cevapları nasıl doğru bildiklerini gördüm. Dilimi ısırmaya başladım. Yedek sorular da bitti. İmam Hatip ile eski köyümün çocukları aynı puanla birinciliği paylaştılar. Sonucu en ciddî hâlimle açıkladım, sırayla ödüllerini vermek üzere kaymakamı ve müdürleri sahneye davet ettim. Çocuklara ödülleri takdim edildi, program bitti.
Elimde soru kâğıtları... durdum. İlk göz ağrılarıma döndüm. Kollarımı açtım.
- Benimkileeer!.. Nerdesiniz?
Hamza, Mevhibe, Murat... bir anda ortalığı yıkarcasına koşup geldiler. Sarıldım... Sarıldım... Sarıldım... Boyları ufacık, yürekleri büyük bu çocukların, saçlarından öptüm. Bir anda sevgi yumağı olduk. Ağladık mı da acaba? O kadarını bilmiyorum.
-Afferim size sessiz kuzularım... Yeri gelince nasıl arslan olunuyormuş gösterdiniz. Biliyordum kazanacağınızı!
Duygularımı bastıra bastıra en sonunda patlama yaşamıştım. Köyden gelen öğretmen arkadaşlar da sevgi yumağımıza dahil olunca çocukları onlara bıraktım.
- Hemen gitmek yok! Daha dondurma yiiceez.
Geri dönüp salona baktım. O kalabalığın içinde asıl aradıklarımı bulamadım. Hemen panikledim:
- Nerdeler... nerdeler... bizimkiler nerde!
Salonun uzak bir köşesinden zayıf bir el kalktı.
- Hüseyin!.. Orda ne işin var gelsene, beni mi koşturacaksın?!
İnce, uzun boylu... Pembe yanaklı, kumral çocuk... Orta son öğrencisiydi. Koşarak yanıma geldi. Bir anda Mustafa’yla, Yasin de yanımızda belirdi. Ben kollarımı kocaman açıp üçüne de sarıldım. Öbür çocuklarımdan daha uzundular. Saçlar değil, yetişebildiğim yer yanaklardı. Yanaklarından öptüm.
- Bunlar benim çocuklarım....Arslanlarım. Yüzümü kara çıkartmayacağınızı biliyordum. Afferim size...
Çocuklar, belki de hayatlarında ilk defa bir öğretmenlerinin, hatta o kadar muhafazakâr yetiştikleri bir yerde, bir bayan öğretmenin aşırı sevgisine maruz kalmışlardı. Ama hiç yadırgamadan bu sevinci ve sevgi yumağını yaşıyorlardı.
İmam Hatip okulunun öğretmenleri de şaşkınlıklarını bir kenara bırakıp çocukları tebrik etmeye başladılar. Kimse benim gibi sarılmıyordu.
*******
Biraz sonra, diğer köylerin öğrencileriyle, benim köyün, lise ve imam hatibin öğrencileri topluca pastaneye gittik. Ayırım yapmak istememiştim. Hepsi benim çocuklarımdı ne de olsa. Köyden gelenlerin ayrıcalıkları vardı benim gönlümde. Sonradan öğrendiğime göre Kamışlı ve Yelatan köylerinden gelen çocuklar, ilk defa o gün dondurma yemişlerdi.
Pastanenin tek lüksü, duvarında asılı büyük aynaydı. Oturduğum yerden aynada aksimi görünce şaşırdım. Saçlarım bağlarından kopmuş özgürlüğüne kavuşmuş, yukarı doğru kabarmıştı. Bütün kıvırcıklarım omuzlarımı kapatmıştı.
- Aaa nolmuş saçlarıma... Tokam vardı benim?
- Öğretmenim tokanız yere düştü, çocuklarla zıplarken. Ben de coşkunuzu bölmedim. Ama üzülmeyin, saçlarınız böyle de güzel...
Eski okulumun müdürü tokamın kırıldığını söyledi. Ama Bademdere köyünün zeki yarışmacısı Ayşegül, annesinin kendisine taktığı kurdeleyi çıkarıp benim saçıma taktı. O gün o kurdeleyle dolaştım. Ondan sonraki günler de hangi kıyafeti giyersem giyeyim mutlaka kıyafetimin bir kenarına onu iğnelerdim.
O zamandan bu zamana çok uzun yıllar geçti. Hâlâ bilgi yarışmalarını severim. Her yarışma sonunda mutlaka dilimde buruk bir dondurma tadı olur.
**********
Biraz sonra bir kaç ağıtçı kadın, ağlayıp ağıt yakmaya başladı. Ağıtlar, tamamen Kürtçe’ydi. Ne diyorlar anlamıyordum ama dinledikçe bana da acı veriyordu. Farkında olmadan yanağımda ıslaklık hissettim. Ağlıyordum. Hanım Yenge’ye dönüp;
- Bana söyler misiniz ne diyorlar?
- Öğretmen olmak için beş yıl bekledi. Atamasını beklerken babasını kaybetti. Öğretmen oldu, Hakkâri’ye tayini çıktı. Orada köydeymiş okulu. Havalar ısınınca sadece köy çocuklarını dondurma yemeye götürmek için araba almış. Hatta bazı hafta sonları sinemaya da götürürmüş çocukları. "Biz farkında değiliz ama burdaki çocuklar, böyle şeyleri görmeden büyüyorlar" dermiş hep. "O sevgi dolu anne göğsünde bebeğin olacaktı, öğrencilerin olacaktı, belki dağ çiçeklerin olacaktı ama kanser olmayacaktı." diyorlar. Aslında kadınlar, önceden yakılmış ağıtları ezbere söylerler ama bunun gibi genç ölümlerinde rahmetlinin hayatı anlatılarak yeni ağıtlar yakılır. "Çocukların yolunu bekliicek, dondurmalar artık acı gelecek." falan diyorlar.
Kalbin sol alt ucu bekle ordayım
Senle aklım gitti senle sırdayım
Öğretmen olmaktı benim tek derdim
O küçük kalplere gönlümü verdim
Hakkari dağında laleler açar
Bil ki güneş varken karanlık kaçar
Her bir başı okşa her yüze dokun
Yaşam enerjinle her öze dokun.
Yaralı keklikler bir ele muhtaç
İyi et onları kanadını aç.
Bu beyaz araban ak bir güvercin
Olunca mutludur senin öğrencin.
Dağlar, beller aşıp gelince şehre
Dokunurlar hepsi kayıp bir sihre
Bazen bir dondurma olur mutluluk
Bazen de bir toka, sinema doruk.
O yüce göğsüne çiçekler takın
Çocukların kalbi sana hep yakın
Yayla yüreğinde serin selviler
Varken oturmasın, gitsin o kanser.
Kanadını aç da geri gel hocam
Sen olmazsan yürek yakar dondurmam...
...