Edebiyat Üstüne

31.08.2013

 bu eser 31-08-2013 tarihinde haftanın yazısı seçilmiştir


İnsanlığın güzellik ve estetik arayışı, neredeyse kendisiyle yaşıt. Bu yitik güzelliği bulma gayretinin vücut bulduğu sanat eserleri, bu devamlı gayretin biteviye olduğu kadar değerli. Bu kıymet içerisinde bir sanat örneği olan edebi eserin sadece belli bir format ve şekilde vücut bulması ne yazık ki yeterli değil. Her edebi eser, aynı zamanda bu sanat eserini meydana getiren sanatçının hayal dünyasını ve dünya görüşünü de beraberinde taşıması gerekiyor. İşte sanat eserini aynı formatta ve şekilde yapılan diğer örneklerinden ayıran büyük özelliklerinden biri de bu.

“Edebiyat, dil bahçesinde esen bir rüzgardır. Yaprakları kımıldatır. Bir fırtına olur, onu savurur, bütün bu kımıldanışlar, savruluşlar, dil üzerindedir ve esaslı izler bırakır. İşte dil üzerinde bu muvakkat (geçici) veya devamlı izler, yani duygu, duygu ile imtizaç (kaynaşmış,uyuşmuş) etmiş fikir, bu ikisinin kendilerini ifade için sarıldıkları muhayyile tezahürleri(görünüm), bunları harekete getiren ilk heyecanın dile akseden ahengi, edebiyat dediğimiz şeydir./ Edebiyat, heyecan ile dilin izdivacından doğan bir bebektir.” (Tarlan, 1981, s.22/24)

Edebiyat eserini vücuda getiren sanatçının özgünlüğü, onu vücuda getiren sanatçının hayal ve düş dünyası ile çok yakından ilgili. Yukarıdaki edebiyat tarifinde “muhayyile tezahürleri” tabiriyle anlatılan husus bu olsa gerek.

Edebi metinin içerisinde tezahür eden hayal ve düş dünyası, sadece yazarın yaşamış olduğu olaylardan kaynaklanması gerekmiyor. Çünkü bir duygunun edebi metine konu olabilmesi için mutlaka yaşanmış olması değil, hissedilmesi yeterli.

Bir edebi eserde yazar, sadece bilgi ve fayda vermek gayretinden sıyrılıp, sezdirme, hissettirme ve çağrışım yöntemlerini kullanırken, hayal dünyasında hissettiği her duyguyu kurguya dökebilmelidir. Ve bu kurgu, onun yaşanmışları olduğu kadar, hayal dünyasının birer izdüşümü niteliğinde de olmalıdır..

Bab-ı Esrar yazarı, Sayın Ahmet ÜMİT ile yaptığımız söyleşide bu konuda edebi eserleri okuyanların hayal dünyası ile adeta suyun altına girdiğinden ve toprağın altında kendisine ayrı bir dünya kurduğundan bahsetmişti. Bu düş dünyasını kurmak, "Hiç yaşamadığı şeylerden söz eden, onları işleyen yazar nefret uyandırır" diyenlerin işi olmasa gerek..

Yaratıcılığı ile hayal dünyasının sonsuz kabiliyetini konuşturan, adeta bir ata binip, dümdüz, yemyeşil bir düzlüğün üstünde koşturan sanatçıya gerçeğin katı duvarı ile dur demek mümkün mü?

Sanatçının edebi metin içerisinde hayal ve düş dünyasının bu kendisine has inkişafı, sanat eserinin kime ait olduğunu ispatlayan bir imza gibi eserin kimlik kazanmasına yarıyorken, aynı zamanda sanat eserini tek ve orijinal yapıyor olsa gerek..

Oktay Kocagöz

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar