KategorilerYAZILARÖyküEsirgenmiş Bir Hayat

Esirgenmiş Bir Hayat

30.04.2016
 
  1. BÖLÜM
  1. Can Çekişen Bir Ev
Halil, uzun süredir uykulu vaziyette uzandığı tahta sedirin üstünden içinde oturdukları iki odalı taş evin duvarlarına ve tavanına bakıyor. Ev, taş parçalarının üst üste konulmasıyla örülmüş, iki odadan oluşan, yıkılmaya yüz tutmuş bir köy evi.
Her iki odaya evin cephesinden iki ayrı kapı ile giriliyor. Sağdaki oda, soldakine nazaran daha küçük. Sağ taraftaki bu odayı Halil ve yaşlı babası Hamit Dede, evin hanımı Sultan Ana öldüğünden beri depo gibi kullanıyorlar.
Sultan Ana sağken mutfak olarak kullanılan sağdaki bu odanın içi, şimdilerde evin önündeki tarlada ancak kendilerine yeten sebzeleri yetiştirirken ve balık tutarken kullanılan alet edevatla dolu.
Depo gibi kullanılan bu odada kuzeye bakan küçük bir pencere var, bu nedenle oda gündüz bile karanlık görünüyor. Kapının tam karşısında kemerli bir ateş ocağı var. Fakat bu ocağın uzun süredir kullanılmadığı her halinden belli. Karanlıkta kalan bu odada uzun süredir temizlik de yapılmadığı için eşyaların üzeri toz ile kaplanmış.
Sultan Ana öldükten sonra, terk edilmişlik hissi bu odanın her yerine sinmiş. Canı yavaş yavaş çekilen bir ağır hasta gibi yaşanmışlık hissi bu odayı terk etmek üzere. Yine de yıllarca insan elinin değmediğini düşündürecek karanlık köşeler tekrar hayat bulmak için can çekişiyor.
Terk edilmişlik hissi eşyaların üzerinden atlayıp insana tesir ediyor. Eşyaların üzerinde insanın hatıralarını geçmişte bırakmak isteğinin güçlü bir iradesi var.  Unutmak ve terk etmek gayreti, bilinçli bir istek, bir tercih gibi insana tesir ediyor. Lakin tüm bu unutmak gayretinin aksine hatıralar, tozlu eşyaların altından daha kuvvetli bir inkişafla canlanmak istiyor. İnsanın baktığı her yerde hatıraların izleri tozlu eşyalara inat adeta nefes alıp vermeye devam etmiş.
Soldaki oda, sağdaki odaya nazaran daha derli toplu ve daha genişçe. Sol taraftaki bu oda, Halil ile yaşlı babası Hamit Dede'nin hem mutfak, hem de yaşadıkları yer olarak kullandıkları oda.
Bu yaşam odasına girildiğinde kapının hemen solunda yine evin asıl cephesi gibi doğuya ve denize yukarıdan bakan, bir pencere mevcut. Pencerenin uzun süre önce çatlamış camları, dışarıyı tam bir netlikte göstermeyecek kadar eski. Cam macunlarının çoğu düşmüş. İnce pencere pervazının boyası denizden esen tuzlu rüzgârın da etkisiyle dökülmüş, ağacı ortaya çıkmış ve yer yer çürümeler var. Pencere önünde küçük tahtadan yapılma bir sedir var. Yerdeki havı dökülmüş kilim, eskimiş ve kirli. Bu odaya da uzun süredir bir kadın elinin değmediği belli.
Bu odanın sol duvarına ortalanmış büyücek kemerli bir ateş ocağı var. Burada uzun süredir ateş yakılmadığından, ipe geçirilmiş basma bezinden bir çiçekli örtü ocağın üstünü örtüyor.
Kapının tam karşısında mutfak görevi gören küçük beton tezgâha tüplü ocak konulmuş. Hemen yanında küçük bir evye ve kap, kacak var.
Odanın içinde ancak yaşamaya yetecek kadar eşya var, fazlasına zaten ne maddiyat, ne de yer var. Bu odada yaşanmışlığın iki kanıtı, iki insan nefesi ve ateş ocağının üstündeki rafa özenle yerleştirilmiş olan siyah beyaz fotoğraflar. Bu fotoğraflarda Hamit Dede'nin eşi Sultan Ana, ölmeden önceki sağlıklı haliyle zamana inat gülümsüyor.   
Denize yukarıdan adeta mağrur bir eda ile bakan evin taş duvarlarına beyaz badana ne kadar da yakışmış. Evin tavanı betonarme değil. Deniz kenarındaki sazlıklardan kesilen aynı boydaki uzun kargılar kurutulduktan sonra özenle sırayla konulup tavana yerleştirilmiş, üzerine de suyla yoğurulmuş kil çamuru kalın bir tabaka halinde dökülüp, sıkıştırılmış.
Evin kapıları, düz tahta parçalarının üst üste birleştirilmesiyle yapılmış ve basit bir menteşe düzeneği ile kapı pervazlarına çakılmış. Bu kapıların odalardaki mahremiyeti koruyabilmesi mümkün olmamış olacak ki, bu düz tahtalardan oluşan kapıların üzerine yağ tenekelerinden sökülen teneke parçaları çakılmış.
Yokluğun varlığı aşikâr olan bu evde en çok hissedilen, aza kanaat getiren yüreklerin olduğu kadar, her sabah her delikten adeta su gibi içeri sızan, güneş ile denizin kokusu olmalı.
Ev doğuya ve denize yukarıdan bakıyor. Ve bu manzara, kendisine yukarıdan bakan her insanda uçuruma atacağı tek ve büyük bir adımla köyün iki geniş sahilinden birisi olan Ovabükü sahiline atlama isteğini tetikliyor.
Sabahın erken saatleri olmasına aldırmadan, yattığı yerden hafifçe doğrulan Hamit Dede, kendisiyle beraber yaşayan oğlu Halil’in uyanık olduğundan emin, odadaki sessizliği bozuyor:
- Oğlum, sen bu gün balığa gitmeycen mi?
Halil, babasına sevecen davranıyor:
- Gidiyom buba. Birazdan gidiyom, diyerek yatağından kalkıyor.
Halil yatağından kalkıp hazırlandıktan sonra, hasır örme çantasına koyduğu yiyeceği, suyu ve yan odadan aldığı oltalarıyla evden ayrılıyor. Yan odadaki depodan oltaları alan Halil’e babası kapı önünde yetişip, hızlı adımlarla uzaklaşmak isteğindeki oğluna hüzünlü bir sesle:
- Kendine dikkat et oğul, nasihatini veriyor.
Halil evin batısındaki toprak köy yolundan değil de, evlerinin önünden sola ve kuzeye dik bir inişle kıvrılan kaya parçaları arasındaki kestirme patika yoldan köyün limanı Hayıtbüküne doğru hızlı adımlarla yürümeye başlıyor.
Halil, sabahın bu alaca karanlığında tek katlı, taş duvarlarla örülen komşu evlerin önündeki patika yollardan bir hayalet gibi geçiyor. Sabahın bu erken saatinde ortalıkta kimsecikler yok.
Halil ufuktaki ve uzaktaki denize tanıdık bir yüze bakar gibi bir an bakıyor. Her sabah baktığı bu manzaraya hiçbir zaman tam layıkıyla doymamıştır. Deniz, sabahın bu erken saatlerinde üstünde dumanı tüten, gri bir beton parçası gibi upuzun, boylu boyunca uzanmakta. Denizin bu kendinden emin, mağrur heybetli duruşu bir meydan okuma gibi hayata. Sabahın bu saatinde denizin bile uyuduğunu düşündüren bu manzarada yürüdükçe uyanıyor Halil.
 
  1. Annesizliğin Adı
Sahil yolunda Halil’e eşlik eden sabahın bu sessizliğini kadim bir ses aniden bozuyor. Sabah ezanını okuyan köyün imamı Ali hocanın sesi gecenin bittiğini haber veren ve sabahı müjdeleyen bir ses gibi adeta.
Bu kadim sesin edasında insanı hatıralara ve geçmişe taşıyan bir taraf var. Ezan sesi, her dinlediğinde nedense Halil’i o müphem hatıraya karşı konulamayan bir tazyikle çağıran sestir.
Yine aynısı oluyor. Halil’in aklına babasının üstünkörü anlattığı o hatıra; Halil’i doğururken annesinin nasıl öldüğünü anlattığı o gün geliyor aklına. Bu hatıra, Halil’i yıllarca hep aynı yerde takılıp düşen bir çocuk yapmış ve annesizliğin adını, silinmez bir ifadeyle onun tüm hayatına yazmıştır.
Halil, her defasında babasının anlattığı kadarıyla bildiği o hatırayı, kafasının içinde evirip çevirmekte ve adeta hayali bir tiyatro sahnesinde tekrar yaşamaktadır. Köyün ebesi Kara Fatma, Halil’in doğumu sırasında aşırı kan kaybeden annenin sağlık durumu kötüye gidince, Sultan Ana’yı hemen hastaneye götürmek istemiş, lakin bu gayreti annenin doğum esnasında zayıf düşen bedenini kurtarmaya yetmemiştir.
Halil, bu kötü hatırayı bu haliyle babasından öğrendikten sonra, bu konuda babasıyla tekrar ve detaylı konuşmaya hiçbir zaman cesaret edememiştir. Bunun nedeni, babasına üzücü bir hatırayı tekrar anımsatmak istemeyişi ve babasının bu hatıraya dokunan her konuşma esnasında anlam veremediği garip bir acı his ile konuyu hemen kapatmak isteyişidir.
Halil, annesinin ölümüne dair müphem ve belirsiz bu dokunuşların içinde babasının bu anlam veremediği kaçışını bir türlü çözemiyor.
Zeytin ve incir ağacı dolu tarlaların arasından köyün limanı Hayıtbükü'ne gelen Halil, sahilde köyün muhtarı Salih ağaya ait balıkçı lokantasının önünden geçerken, yine yüreği bir cenderede sıkılır hissine kapılıyor.
Bunun nedeni, köyün muhtarı ve toprak ağası sayılan Salih Ağa’nın her balık avı sonrası yakaladığı taze mercan, çipura ve lahozları kendisinden yok fiyata satın almak isteyişi değildir. Onun canını asıl sıkan, gözünü hiçbir çokluğun doyuramadığı bu açlık hissi ve bu hissin insana vereceği şuursuz cesarettir.
Salih Ağa, köyde her zaman biri resmi, diğeri imam nikâhlı iki karısı ve yedi çocuğuyla köyün tüm sahibi edasıyla dolaştığından, Halil bu adama ve yandaşlarına her zaman uzak durmuştur. Yine de Halil içinden gelen bir ses onun bir gün mutlaka bu hasis köy ağası ve takımıyla karşı karşıya geleceğini söylemektedir.
Lokanta sabahın bu erken saatlerinde kapalıdır. Lakin öğleye doğru balıktan dönen balıkçıları aç bir kurt gibi bekleyen Salih Ağa'nın her şeyi yargılayan bakışları nezaretinde mutlaka açılacaktır.
Bu lokantanın ve sahibinin insanın karnından elektriğe benzer bir huzursuzluk geçirmesine rağmen, sol tarafa tek bir yüz çevirmeyle görünüveren deniz, parlayan bir tebessümle “günaydın” kelimesini kurar gibidir.
Deniz, sabahın bu saatinde karıncanın su içtiği kadar kıpırtısız ve sakindir. Güneşin ilk ışıkları ile buluşan mavi, sabahın taze ve el değmemiş resmini sadece bu saatte kendisini fark edenlere bir hediye gibi verir.
Dedesinden kalan emektar, ahşap tekneye doğru ve sahilin sağ tarafına sahil boyunca ilerleyen Halil, ansızın teknelerin bağlı olduğu sahilin arkasındaki kayalıktan bir ok gibi üstüne doğru sıçrayan ve “Heyamola!” diye bağıran sese korku ve müthiş bir irkilmeyle dönüyor.
Bu Köyün Durkadın’ıdır. Durkadın, kocası Cevat Reis'i, tek oğlu Mustafa ile beraber bir balık avı dönüşünde fırtınaya kurban vermiş ve bu nedenle akli dengesini bir türlü toplayamamış bir kader kurbanıdır.
"Ahh" diyerek korkuyla arkasına dönen Halil’e, Durkadın, sadece suçlu bir gülümseme ile karşılık verdikten sonra, yaptığının Halil’i korkutmuş olduğunun farkındalığı ile bakışlarını aşağıya indiriyor.
"Sen miydin O” sorusuna Durkadın ancak, “hııı” diye bir hırıltıyla cevap verdikten sonra, hızla arkasını dönüp kaçıyor.
Bu kader kurbanı kadın, eşini ve tek oğlunu denize kurban verdikten sonra köyün bu sahilinden ayrılamaz olmuştur. Bunun nedeni, kocasının ve tek oğlunun bir gün hiçbir şey olmamış gibi geri döneceklerine olan inancıdır.
Son zamanlarda köyün bu kader kurbanı Durkadın’a, köyün tek kangal köpeği, Topal da eşlik etmekte. Topal, sol ayağı aksayan ve Durkadın’ın peşinden bir an bile ayrılamaz olan bir kangal köpeğidir. Bu beraberliğin temelinde gerçekte bir yardımlaşma söz konudur. Topal, Durkadın’ı kem gözlerden korurken, Durkadın da Topal’a arada bulduğu yiyeceklerden vermektedir. Bu iki yaralı vücut, sanki birbirlerinin ıstırabından haberdar gibidir.
 
  1. Muamma
"Bende yok sab-ü sükun sende vefadan zerre
İki yoktan ne çıkar fikr edelim bir kerre" (Nabi)
Evde kalan Hamit Dede, Halil’i balığa gönderdikten sonra depo olarak kullanılan yan odadan tarlada kullandığı aletleri yanına alarak, tarlayı sulamak için evden çıkıyor. Bu tarla ve ev, Mesudiye köyünde denize yukarıdan bakan ve manzarası güzel birkaç kıymetli toprak parçasından biridir. Ve muhtarın mala mülke doymak bilmeyen gözü, her zaman bu tarlanın üstündedir.
Bu mevsimde sebze ekilen tarlaların sabahları erken saatte düzenli olarak sulanması gerekiyor. Köyün denize yukarıdan bakan bir tepe üzerinde kurulmuş olması nedeniyle, bahar ve yaz aylarında yaşanan sulama sıkıntısı, köylünün epey canını sıkmaktadır. Bu durum köylüyü özellikle tarla sulamak konusunda istenmeyen bir yarışa kendiliğinden sokuyor. 
Hamit Dede sebze tarlasına doğru yürüyerek, yine tarlanın kuzey sınırına yakın yapılan sulama havuzunda geceden birikmiş suyun miktarını görmek istiyor. Bu havuza su, köy kahvesinin hemen üstündeki köyün tek su kaynağından ince bir hortum yardımıyla gelmektedir.
Havuzdaki su miktarına bakan Halil Dede, her zamanki gibi havuzdaki suyun tarlayı doyasıya sulayacak kadar olmadığını görüyor. Lakin bu sabah, Hamit dedenin moralini bozan, bu su meselesi değildir.
Onu bu sabah uyandığından beri asıl rahatsız eden duygu, ince bir sızı gibi kendisini yıllardır yoklayan acının daha kuvvetlice duyulur olan sesidir.
Hamit Dede suya bakarken yüzünün suya akseden belli belirsiz görüntüsünde on sekiz yıl önceki hatıraya bu sefer daha büyük bir inkişafla gidiyor ve olduğu yerde donup kalıyor.
Hamit Dede'nin baktığı suda akseden yüzünde yıllardır saklanan sırrın ağırlığı artık saklanacak yer bulamıyor. Ve bu sır, yıllardır saklandığı yerden sanki daha büyümüş, daha korkunç bir azametle bir gün öcünü almak için çıkacak gibidir. Bunları düşündükçe Hamit Dede'nin yüzündeki korku gitgide büyüyor. Şimdi Hamit Dede'nin yaşlı yüzünü kim görse, acının resmini mutlak tanıyacaktır.
- Kolay gele komşum, sesine irkilen Hamit Dede, su içerken yakalan serçe kuşu gibi tedirgin oluyor birden. Çünkü maziye sakladığı ve her düşündüğünde utandığı gerçeği düşünürken apansız yakalanmıştır. Lakin gelenin en sevdiği arkadaşı Topal Tahir olduğunu görünce biraz rahatlıyor. Çünkü bu köyde onun içinde taşıdığı yükün sırdaşı, tek arkadaşı, Topal Tahir’dir.
Duygu ortaklığının pek nadir bulunduğu bir köyde bu iki yaşlı insan, sorgusuz diğerinin dert ortağı olmuştur bunca zaman.
Hamit Dede, yüzünü gelen arkadaşına doğru dönerek, sevecenlikle:
- Sağol kardeşim diyerek karşılık veriyor.
Topal Tahir Hamit Dede'nin yüzünü görünce, olağanüstülüğün farkına hemen varıyor.
- Hayırdır, sesin pek canlı çıkmadı ya, Hamidim, diye soruyor.
- Yok, yok bir şey... Suya bakıyordum, diyerek geçiştirmeye çalışıyor Hamit Dede.
- Yok sende bir şey var bu sabah. Gel hele biraz konuşalım.
Artık Hamit Dede'nin saklanacak mevzisi kalmamıştır. Çünkü taşıdığı yükün ağırlığı altında yıllarca ezilen vicdanı, haksızlık yaptığını her fırsatta kendisine hatrılatmaktadır.
Hamit Dede havuzun başından güç bela düşmeden aşağıya kadar gelip, havuzun duvarına dayanıp kalıyor.
Topal Tahir telaşla Hamit Dede'yi tutmak ister gibi hamle yaparak:
- Hayırdır Hamidim, iyi görmedim seni bu sabah, diye soruyor.
Hamit Dede var olduğuna artık inanmak istemediği bir hayali hatıranın sahnesine gözlerini dikmiş gibi cevap veriyor:
- Sorma, her zamanki aynı mesele.
- Hele dur bakalım, ne oldu yine?
Hamit Dede konuşmaya mecali kalmamış bir titrek bir sesle:
- Ne olacak, Yusuf, diyebiliyor.
Topal Tahir sanki yerin kulağı varmış gibi daha alçak bir sesle:
- Anladım. Halil'in ikizi, Yusuf. Çocuk Esirgeme Yurdundan çıkması yakın demiştin değil mi?
Hamit Dede, maziye saklanmış, duymaktan adeta yıllardır korktuğu bir gerçeği Topal Tahir'in ağzından bir anda çıkıvermesine öyle şaşırıyor ki, gerçekler ne kadar saklanmaya çalışılırsa çalışılsın, o gerçeklerin yıllar sonra saklandıkları yerden daha büyük bir azametle tezahür edeceklerine kani geliyor ve üzgün bir sesle tekrar:
- Evet Yusuf, diyebiliyor.
 
  1. Mavinin Rengi
Halil,  sabah güneşinin daha tam kendisini göstermediği fakat  cılız ışıklarla süslenen koyda sahile bağlı duran küçük teknesine atlayarak, serin havanın vücuduna verdiği zindelikle küreklere asılıyor. 
Teknedeki kürekleri durgun, mavi ve kıpırtısız suya her daldırışta duyulan ses, sabahın sessizliğinde daha net ve belirgindir. Çünkü sessizliğin içindeki en küçük ses, daha duyulur hale geliyor. Etrafta başka hiç bir ses yok. Mavi denizde suya her dalışta küreklerin çıkardığı bu ses, insana huzur veren ve fecir vaktine veda eden bir ritimle sahili terk ediyor.
Ahşap küçük tekne suyun üzerinde ilerledikçe, koyu mavi denizin üzerinden beyaz bulutumsu bir köpük havaya yükseliyor. İnsan bu manzarada gerçeklik aleminden kolayca sıyrılabilir. Ve insanın zihninde eşya ve maddenin çizgilerinin daha tam netleşmediği bu manzaranın gerçek olmadığına, rüya alemine daha yakın olduğuna dair duygu hakim olabilir.
Tüm bu manzara, elle tutulur bildik gerçeklerin üzerinde, soyut ve imgesel bir aleme her an akabilir. Bu büyülü manzara ve sessizliğin içinde tekne koyu mavi bir sıvının üzerinde gerçeklik aleminden rüya alemine yolculuğa çıkmış gibi duruyor.
Tekne sahilden uzaklaşırken, ne garip sanki geride tüm yaşanmışlığı da bırakıyor. Tekne tüm bu belirsizliğin içinde ilerlerken, sanki tüm dertlerden ve endişelerden uzak, huzur dolu başka bir dünyanın parçası olmak üzeredir!
Lakin ne var ki, güneş ufukta yükseldikçe, eşya ve madde ışığa teslim oluyor. Teknenin kontur çizgileri ışığın acımasız yansımasıyla rüya aleminden sıyrılıp, gerçekliğe dafa fazla yaklaşıyor. İşte teknenin eskimiş bordası, kıçüstünün beyaz boyası dökülmüş, küreklerin aşındırdığı yorgun takaz tahtaları her gıcırdayışta sanki konuşuyor. Eşya ve madde daha elle tutulur gözle görünür hale geldikçe, dünya sanki geceden ve karanlıktan kalma mistik ve güzel bir rüyadan uyanıyor.
Uzaktan bir balıkçı takasının motor sesi belli belirsiz duyuluyor. Halil, koydan ayrıldıktan sonra teknenin istikametini her zaman yaptığı gibi, sağa ve güneye doğru Karaburun'a çeviriyor. Tekneyi Karaburun'a doğru götürürken, belli aralıklarla bırakma oltalarını yemleyip denize bırakıyor. 
Halil, parageda oltalarını yemlemek için, Datça yarımadasında Karaburun'un güney doğusuna bakan, küçük koylarından birisine teknesini yanaştırıyor. Denize bir ayakkabı gibi basan Karaburun'un doğu yakası ve mahfuz koyları, sırtını aşılması zor tepelere yasladığından buraları balıkçılardan başka gelen ve bilen pek yoktur.
Denizden birden yükselen tepenin uçurumları, bu koya karadan ulaşmayı neredeyse imkansız hale getirmiştir. O yüzden Halil buraya her gelişinde gözlerden olduğu kadar, gönüllerden de uzaklaştığını biliyor.
Şimdi güneş doğudan ve küçük koyun tam karşısından yenice başını yukarı kaldırmış, taze ve umut dolu ışıklarına sanki bir uçurtmanın heyecanını katmıştır. Denizin mavi rengiyle güneşin göz kamaştıran beyaz, parlak ışıkları, Halil'in gözleri önünde her sabah birbirine karışarak sevişen iki sevgili gibidir.
Halil denizin bu halini seviyor. Her şeyin uykudan yenice uyandığı sabahın bu saatlerinde, güneşin ilk ışıkları ile mavi deniz, sanki geceden beri ayrı kalan iki sevgilinin kavuşma telaşı ve özlemindedir.
 
II. BÖLÜM
  1. Yusuf (Halil’in İkizi)
"Gurbet-i ihtiyar edip na-çar
Eyledim himmet ile terk-i diyar" (Nabi)
Sabahın erken saatinde Yusuf’un terk ettiği bu şehir, griye ve betona bulanmış. Yüzler soluk, yolları ihtimal dolu, binaları asık suratlı, insanları soyut varlıklar gibi donuk. Kalabalık, bir deniz kadar muazzam. Ve bu denizde insan, bir damla kadar küçük, küçücük.
Kalabalık bazen seyrek, bazen de birden çoğalan bir tutkuyla başka başka yönlere akmakta olsa da, aslında aynı yöne aktığının farkında değil. Yüzlerde, zihindeki hedefe kilitli olduğu belli ifadesi ile donuk gözler, boşluğa bakıyor. Bakıyor ama görmüyor gibi. Görüp de bakmadığını ise, insanlar size çarpmadığı zaman anlıyorsunuz. Gözler hep ileride. Önüne bastığı yere bakan pek yok.
Hızlı adımları kadar ruhunu geride bırakan ayaklar, istemsiz çalışan bir organ kadar ritmik. Makineleşen bir dünyanın naylon hayatlarını duygudan yoksun bırakan bu şehirde hayat, her günün tiyatro sahnesinde tekrar oynanıyor da, oyuncular farkında değil. Ve bu şehirde hayat, yüzlerdeki ifade kadar soğumuş, katılaşmış sert adımlarda bıkıp usanmadan başka bir üst plana, geride bıraktıklarının üzerinde ağır ağır taşınıyor.
Bir kuvvetli korna sesi ile kendine geldi Yusuf. Bir şehirlerarası otobüsteydi. Sabahki yaşadıklarını düşünmekten sıyrılıp, uyur uyanık bir halin varlığında kendine geliş süresi geçince, anladı ki yaşadıkları kendisine bir rüyada yaşıyormuş hissini verecek kadar acımasızdır.
Bu acımasızlığın ardında, geride kalan yıllar boyunca onu hayata bağlayan gerçeklerin yalan olduğunu öğrenmenin payı büyüktü. Nerede olduğunu hatırlayınca etrafına baktı. Otobüs gecenin içinde bildiği yolda sarsıntıyla ilerlerken, diğer yolcular uyumuşlardı.
Sağ bacağını hissetmediğini sonra anladı. Elleriyle bacağını yokladı ama nafile gayret. Soğuk  hissiz bir et parçasını tutmak, sanki kendi vücudu dışında bir başkasının vücuduna dokunmak gibiydi. Kıpırdandı, elleriyle bacağını tekrar yokladı.
Otobüs penceresinin soğuğu yapacağını yapmıştı. Hissetmiyordu. Bacağını tekrar kıpırdatmaya çalıştı. Nafile. "Hisleri de bu kadar duyarsız hale getirmek mümkün mü?" diye sormaktan kendini alamadı…
Esas uyanış, kıvrak bir çeviklikle bacağından evvel zihninde oldu Yusuf’un. Oldu da denilemez, bu fark ediş, zihninde hiç uyumamış gibiydi aslında. Yeni öğrendiği gerçeği düşününce, midesindeki enerji bulutu canını daha çok acıtarak geçti. Canını sıkmaktan öte, canını yakan bu gerçek, kendisini hatırlatmakta ne kadar da özgüven içindeydi böyle. 
Kendinden emin, her zamanki yerinde bekleyen ve hepsinden önemlisi, onun için ne anlama geldiğini bilen bu yalan, kapanması artık pek mümkün olmayan, kapansa bile, bırakacağı yara izi ile kendisini bir ömür hatırlatacak bir kuvvete sahip değil miydi? Yaranın acısı gelir geçerdi. Ama bu yalanın izini bir ömür taşıyacaktı Yusuf.
Çocuk Esirgeme Yurdunda yaşadığı yalnızlık, ne kadar sağır ve dilsizdi. Suskun duvarların içinde tek başına üşümek değildi bu. Bu, etrafındaki kalabalığa inat, yüreğinde cevabını bulamadığın soruların her gün biraz daha büyüttüğü, soğuyan ve soğudukça taşlaşan sessizlik demekti.
Düşündükçe yalnızlaşan bir sessizliğe rızası olmadan düşürülmek, insanda kaçmak temayülü uyandırıyordu. Kaçmaya çalıştıkça daha çok yalnızlaştığını ise sonradan anlıyordun. Çünkü kendinden kaçman mümkün görünmüyordu. Yusuf’un önünde karar vermesi gereken iki seçenek vardı artık; ya kaçmayı deneyecek ya da kendisini Çocuk Esirgeme Kurumuna bırakan babasıyla yüzleşecekti.
Otobüsün karanlığında oturduğu koltuğun arkalığına başını yorgun ve bitkin tekrar bıraktı. Gözlerini usulca kapattı. Ama gözlerini kapatmak, gerçekte hatıraların sahnesindeki perdeyi de usulca aralamaktı. Ve bu perde onun için hiç kapanmayacaktı artık.
 
  1. Kimsesizliğin Adı
Yusuf’un Çocuk Esirgeme Yurdunda geçirdiği annesiz ve babasız yılları, gerçeklerin üstünü örten bir yalan içinde terk edilmiş, kırık dökük birer eşya gibiydiler. Yurtta son gün, yurdun müdürü Nail Bey, Yusuf’u odasına çağırmış ve her zamanki görüntüsünün aksine, önemli hususların konuşulacağı zamanlarda olduğu gibi kibar bir tavırla:
- Yusuf evladım, Seninle konuşmak istediğim önemli konular var, demişti.
Yusuf biraz da bu kibar hitabı beklemeyen birisinin şaşırmış ifadesiyle kapıda:
- Tabii müdür bey, diyebildi.
 Nail Bey, konuya nereden başlamak gerektiğini toparlamaya çalışan bir duraklamadan sonra:
-  Oğlum, gel otur, şimdi konuşacağımız konular seni yakından ilgilendiriyor.
Yusuf, daha önce hiç girmediği bu odaya tedirgin bir şekilde girer ve yavaşça koltuğa otururken, yüreği tehlikeli bir haberi alacağının vehmini hisseden bir heyecan içinde tetikteydi.
Nail Beyin yüzünde sıkıntılı bir ifade belirdi:
- Yusuf oğlum, biliyorsun on sekiz yaşına bastın. Buraya getirildiğinde çok küçüktün. Uzun zaman geçti. Burada iyi olduğu kadar kötü günlerin de oldu, biz her şeye rağmen senin yanında olmaya çalıştık. Şimdi söyleyeceklerim seni üzecek ve şaşırtacak, fakat insan hayatında bu ve buna benzer olayların gerçekleşmesi olasılığı her zaman vardır. Her şeye hazır olmalısın. Sakin olmalısın. Baban yoksul birisiydi. Seni buraya on sekiz yıl önce kendisi getirdi! Annen senin doğumunda vefat edince baban sana bakamamış, mahkeme kararıyla seni bize teslim ettiler, diyerek, söylediklerinin karşılığında oluşan etkiyi görmek için durakladı ve Yusuf’un yüzüne ne tepki vereceğini merak eden bir tavırla daha dikkatlice baktı.
Kendi hayatıyla ilgili şimdiye kadar hiç bilmediği gerçekleri dinlerken, Yusuf’un heyecanı her geçen saniye giderek artıyor ve hiç bir şeyi durduramayacak ve değiştiremeyecek olmanın kuvvetsizliği, yüzünde saklanacak yer bulamıyordu. Bu aciz dinleyiş, vücudundaki hayat enerjisini her geçen saniye kendisine çekip, başka bir yere taşıyor gibiydi. An içerisinde bedenindeki tüm kan, beynine hücum etmişti.
Yusuf, bunca sene buradaki diğer çocuklarda olduğu gibi annesiz ve babasız, kimsesiz bir çocuk olduğunu düşünerek yaşamıştı. Şimdi ise babasının kendi elleriyle onu buraya getirmiş ve belki de sağ olduğunu öğreniyordu. Bilinçsizce hesap sorar gibi sordu:
- Neden babamın sağ olduğunu şimdiye kadar bana söylemediniz?
Nail Bey devam etti:
- Baban yoksuldu evladım. Anneni de sen doğarken kaybetmiş. Baban seni bize teslim etmenin çaresizliği içindeydi. Yaşadığı kötü olaylardan sonra yaşadığı fakirliği bir suç gibi hissetmiş olmalı. Seni bize teslim ederken yaşadığı ıstırapla kendisinin hayatta olduğunu söylememizi istemedi.  Baban bir gün seni görmeye gelir diye çok bekledim. Ama gelmedi. Bu konuları konuşmak için zamanının gelmesini bekledim. Fakat artık on sekiz yaşına geldin. Bunları bilmeye hakkın var, diyebildi.
Yusuf, kendisini bu konuşmanın ortasında o kadar yabancı hissediyordu ki, sanki Nail Bey başkası hakkında konuşuyordu da, o sadece başkasına ait bir hayat hikâyesi dinliyormuş hissine kapıldı. Müdürün söylediklerine inanamıyordu. Babası belki de sağdı ve hayattaydı!
Nail Bey, Yusuf’un suskun tavrına karşılık devam etti:
- Oğlum, yoksul da olsa, bir baban var. Ve bu durum bir ailenin hiç olmamasından daha iyidir. Babanı bulmak ve onun yanına gitmek istemezsen seni anlarım. İyi düşün, kararını bana söylemekten çekinme, dedi ve sustu.
Yusuf’un yaşadığı heyecan yerini şaşkınlığa bırakmaya başladığında, artık müdürü duymuyordu. Şimdi istediği tek bir şey vardı; kendi hayatı hakkında öğrendiği bu gerçekler ile baş başa kalabilmek.
Yusuf, müdürün odasından yurdun bahçesine çıkarken, yüzüne vuran serin havanın soğuğu içinde ürperdi. Sanki başka, hiç tanımadığı, bilmediği bir dünyaya ayak atıyormuş hissine kapıldı. Nefesini çektiği soğuk hava ile başkalaşan, başkalaştıkça şimdiye kadar sağlam bildiği tüm gerçeklerin bir kristal gibi kırılıp döküldüğü, tamiri imkânsız bir dünya vardı sanki karşısında.
Yusuf'un gözünde hiç bir şey eskisi gibi değildi artık. Hiçbir şey eskisi gibi görünmüyordu gözüne. Sanki çocukluğunun geçtiği bahçe, bu bahçe değildi. Sanki yurdun açılıp kapanmaktan yorulmuş ve paslanmış demir kapısında bile bir başkalık vardı şimdi.
Baktığı her yerde yabancılaşan, yabancılaştıkça acının karıştığı bir tat buluyordu eşyalarda. Bu hissi ona veren neydi? Yıllardır kendisini aidiyet duygusuyla sarıp sarmalayan bu yurt içindeki eşyanın ve maddenin şeklini değiştirmeden, onu aniden yabancılaştıran neydi? Bu nasıl bir kuvvetti? Cevap aradı, ama adını koyamadı. Sadece dümdüz bir boşluk içinde yorgunluk ve kırılganlık hissi yavaş yavaş onu içine çeken karanlık gibi çöktü üstüne.
Yusuf tenha bir köşeye çekildi. Kendisini kandırılmış hissediyordu. Gerçeğin asıl dikkat edilmesi gereken zaman ve yerde bir çocuk bilincinin kaybolması ne kadar müsaitse, o kadar kayıp ve saklanmış bir yalan vardı demek ki geçmişinde.
Öfkenin kırık dökük bir ruh haline etkisi, hayat enerjisini çalan bir hırsız yapıyordu hatıraları. Sahipsizlik ve kendisini bir yere ait hissedememenin duygusu, ona peşine öldürülmek için düşülen bir av hayvanının edilgen tavrını vermekteydi. Çünkü kendisine ilk defa anlatılan bu gerçeklerin hiç birisini değiştiremeyecek ve bir de üstüne üstlük, onları sadece kabul etmekten başka çaresi de yok gibiydi.
Öfkesi, bir an galip geldi hareketlerine:
- Hayır, dedi birden canlı bir isyan karşı gelişiyle. Hayır! Bir çaresi olmalıydı tüm bu yaşadıklarının. Kendisini bu kadere terk eden babasına cevabı tabii ki olmalıydı.
 
  1. Karar
Yusuf kararını vermişti. Mademki babası onu buraya kendi elleriyle teslim etmiş ve yaşadığını kendisinden gizlemek istemişti, o zaman ona istediğini vermek lazım gerekmez miydi? Şimdi, yıllar boyunca varlığı yadsınan bir evlat olarak kendi cevabını babasına vermek zamanı gelmişti.
Yusuf, yurdun bahçesinde Nail Bey’e vereceği cevabın ne olacağını düşünürken, hayalinde babasının yerinde bir karşı taraf icat ediyor, bu karşı taraftan tümüyle öfkenin tesiri altında yılların hesabını soruyordu. Bu hayali hesaplaşma bir nebze onu rahatlatsa da, aynı zamanda farkında olmadan babasına karşı bir öfkeyi de beslemeye başlamıştı. 
Bu hesaplaşmasının içinde öylesine kaybolmuştu ki, en yakın arkadaşı Recep’in yanına geldiğini ancak onun sorusuyla karşı karşıya kalınca fark etti:
- Yusuf, ne yapıyorsun yalnız başına burda! Suçüstü yakalanmış hissine kapılan Yusuf, gayri ihtiyari ailesi hakkında öğrendiklerini en yakın arkadaşından bile saklamak istedi.
Soruyu geçiştirmek için:
- Bir şey yok, düşünüyordum, diyerek cevap verdi.
- Ne düşünüyordun ki?
- Hiçbir şey.
Recep, Çocuk Esirgeme Kurumunda yıllarını beraber geçirdiği arkadaşındaki farklılığının farkındaydı, soruyu derinleştirdi:
- Sen hiç bir şey hakkında böyle düşünecek değilsin. Söyle bakalım nedir bu hiç bir şey?
Yusuf, az önce verdiği kararın nedenlerinden değil ama sonucundan bahsetmeyi uygun buldu.
- Buralardan gitmeyi düşünüyorum.
Recep beklemediği bu cevaba şaşırmıştı, heyecanla sordu:
Neden gideceksin, ne oldu ki?
Yusuf, içindeki meçhule meydan okur gibi karşılık verdi:
- Ömrümüzün sonuna kadar burada kalacak değiliz. Hepimiz nasıl olsa bir gün kendi hayatımızla ve kendi gerçeklerimizle yüzleşmek zorunda değil miyiz? Hayat bizim için sadece içinde yaşadığımız bu yurttan ibaret değil. Dışarıda bizi bekleyen koskoca bir dünya var.
Recep, Yusuf'un bu cevabına şaşırmıştı.
- Haklısın ama nereye, nasıl gideceksin ki?
Yusuf cesaretle:
- Bunu yakında öğreneceğim, diyerek oturduğu yerden kalktı ve Recep’in kaygılarını artıran hızlı adımlarla yatakhanelere doğru yürümeye başladı.
Yusuf, aynı günün akşamı yurdun müdürü Nail Bey’in odasında kararını açıklıyordu. Ve söyleyeceklerini öfkesinin tesiriyle adeta önceden ezberlemiş gibiydi:
- Müdür Bey ben kararımı verdim. Babamı görmek ve onun yanına gitmek istiyorum.
Nail Bey sanki bu sözleri duyacağını bilen bir sakinlikte dinledi. Ve devam etti:
- Yusuf kararını iyi düşündün mü oğlum? Bir daha sormayacağım.
Cevap kısa ve kesindi:
- Evet, çok düşündüm Müdür Bey.
- O halde sana babanın adresini vereceğim.
İsim ve adresin yazılı olduğu kâğıdı Yusuf’a uzatırken:
- Ne zaman gitmeyi düşünüyorsun? Diye sordu.
Yusuf, konuşma ilerledikçe daha çok öfkenin emri altında giren, yaralı, ama bağ eğmez bir gururun tesiriyle cevap verdi:
- Mümkünse hemen.
Bu cevabın üzerine odada bir müddet sessizlik oldu. Nail Bey, Yusuf’un bu baş eğmez, gururlu ses tonunun arkasında yaralı bir kalbin atışlarını duyuyordu ve babacan bir tavırla devam etmek gereği hissetti:
- Bu kadar acele etmene gerek yok evladım. Eşyalarını topla, sevdiklerinle vedalaş, sonra istediğin zaman gidersin. Merak etme, çocukluğunun geçtiği bu yurdu, arkadaşlarını, bizleri unutma. Burası senin evindir. Ve ben sana güveniyorum.
Yusuf, artık daha fazla konuşmak istemiyordu.
- Peki müdürüm. Müsaade ederseniz eşyalarımı toplamak istiyorum şimdi, dedi ve sustu.
Yusuf müdürün odasından dışarı çıktığında akşamın karanlığı günün üstünü örtmek üzereydi. Ama ufuk çizgisindeki kızıllık, vakit denilen duyguyu adeta silip süpürüyor; insanı kendi içine çeken amber rengin içindeki zaman, güneşin yeni battığını değil, sanki güneşin şimdi yeni baştan doğuyor olduğunu düşündürecek kadar aldatıyordu. Ama bir gerçek vardı, Yusuf için şimdi güneş batmış ve gecenin karanlığı yavaş yavaş, fakat emin adımlarla günün son kalan ışıklarını da boğmaya başlamıştı.
 
  1. Veda
Yusuf yukarı katta bulunan koğuşuna yavaş adımlarla çıkarken tüm bu mekânda olup bitenlere yakında onları terk edip gideceğinin farkındalığı ile daha bir dikkatle bakmaya başladı. Şimdi yıllarca inip çıktığı bu merdivenlere, duvarlara ve bu odalara sanki maddenin şeklini kafasının içinde daha kesin çizgilerle kazımak istercesine bakıyordu.
Akşamın kızıllığı çevresindeki eşya üzerinde harelenir ve onlara ışık oyunları ile başka bir eda verirken, hafızanın yaşadığı ortamda eşya ve maddeye olan bu bağlılığı, elindekileri bir daha göremeyecek olmanın derin hüznünü de beraberinde geleceğe taşımaktaydı.
Yusuf, diğer arkadaşlarıyla beraber kaldığı koğuşa çıkıp eşyalarını toparlarken, bir yandan da yıllarını geçirdiği bu yurdu düşünmeye başladı. Müdürün söylediği gibi bu yurt, yıllarca onun evi olmuştu. Şimdi ise bir ağacın kökünden ayrılması gibi kopuyordu bağları bu yurttan.
Şimdi bildiği malumun gücü, bir yalanı mazur göstermek için kendisine söylenecek her mazeretten çok daha kuvvetliydi. Kendisine söylenen yalandan kaçamayacaktı. Fakat, her gün kendisine sorduğu cevapsız soruların büyüttüğü bir yalanın karşısında susmak mümkün değil, unutmak imkansız, yaralı benliğini avutmak için kaçmak, tek çare gibi görünmüştü kendisine. Ama kaçmayacaktı.
Kaçsa bile, bu kaçışın kendisine söylenilen yalanı değiştiremeyeceği muhakkaktı. Gittiği yerde geçmişini unutmak nasıl mümkün değilse, kimseye değilse bile yastığa başını koyduğunda kendisine karşı dürüst davranmak zorunda kalacaktı.
Kendisine söylenen yalanı mazur görmek isterse, öfkeli bir gururun tesiriyle beslenecek olan nefret, her gün biraz daha canlanarak nefes alacak ve bir gün vücuda bürünmeyecek miydi karşısında?
İçine sindiremediği bir yalanla yüzleşmek için toparlanırken, sevdiklerini de terk ettiği bir gerçekti. Yurtta geçen günlerin neredeyse hayatta kalmak savaşına döndüğü zamanlarda hep yanında var olan, en sevdiği arkadaşı ve sırdaşı Recep’i nasıl unutabilirdi? Aç yatmamak için mutfaktan ekmek çaldıkları geceleri ve ertesi gün ekmeklerin eksildiğini görüp sesini çıkarmayan ve kendilerine sadece yaptıklarını hatırlatmak ister gibi gizli tebessümle bakan, üç çocuklu aşçıları Mehmet Usta’yı unutmak mümkün müydü?
Hepsinden önemlisi, karanlık ve soğuk kış gecelerinde ısıtmaya bir türlü muvaffak olamadığı bu ranzayı, uykusuz gecelerde dinlediği soğuk yağmur seslerini unutamayacaktı.
Ne kadar haksızlık etmemeye çalışsa bile, bayram sabahlarının hep biraz eksik kaldığını kendisine düşündüren saklı hüznünü ve yaşı ilerledikçe kendi kendisine sorduğu soruların içinde büyüyen ve büyüdükçe kendisini daha çok rahatsız eden yüreğindeki hayallerin umut olan sesini nasıl unutacaktı?
Oysa ne hayalleri vardı. Bir aile düşlüyordu hayallerinde hep. Annesi, babası ve kardeşlerinin her zaman yanında olduğu mutlu bir aile. Bu ailenin içerisindeki insanlar tebessüm ediyordu birbirine. Sevgiyle bakıyorlardı geleceğe. Umutla ve ışıkla donanmış gözler, hayat enerjisi yüklü bakışlar başının üstünde birer koruyucu melekti sanki. Kaygıdan ve iç sıkıntısından uzak bir hayatın o pamuk yumuşaklığı ve sarsılmaz güven duygusu...
Birden gözleri doldu, yüreği muğlâk bir açmazın içinde sıkışmaya başladı. Yüreğini çözemediği bir cenderede sıkıştıran iç sıkıntısının bu doruk noktası, taşımaya çalıştığı yükün omuzlarına ve örselenmiş yüreğine artık ağır geldiği son noktadaydı. Ve birden boncuk boncuk dökülen gözyaşlarına engel olamadı. Ağlıyordu. Hem de nasıl! Hıçkıra hıçkıra. Karşı konulamayan, karşı koymaya çalıştıkça, aşağıya yuvarlanan bir kartopu gibi büyüyen bir isyanla hem de.
 
   III BÖLÜM
  1. Yolcu
Yusuf, sabahın ilk ışıkları güne değmeye başladığında şehrin deniz kenarı kasabasına ulaşmıştı. Sabahın bu ilk saatleri ona taze bir günü müjdelerken, ister istemez buruk, kırgın ve küskün bir kalbin gölgesini sürüklemekteydi peşinden.
Otobüsten indiğinde önce bu hiç tanımadığı kasabanın binalarına, yollarına ve insanlarına dikkatle baktı. Kendisini hiç tanımadığı bir dünyaya açılan bir bilinmezin kapısında ürkek hissetti. Hemen kendisine kızdı. Neden korkuyorum diye hışımla sordu kendisine. Korkacak ne vardı ki? Kaybedecek değerlere sahip olanların korkması gerekmez miydi? Onun kaybedecek neyi kalmıştı ki?
İçinde birkaç küçük eşyasının bulunduğu çantasını eline alarak cesaretle kasabanın merkezine doğru yürümeye başladı. Kasabanın merkezine giden yolun üstünde ilerlemeye başlayınca, yolun sağında ve solunda büyük şehirlerde pek var olmayan bahçeli evlerin canlı birer varlık gibi duruşuna dikkat etti. Bu evlerin balkonları ile bahçelerindeki bitkiler, üzerlerine düşen güneşten ve hayat iksirinden yeterince nasibini almış özgürlüğe sahip gibiydiler. Yer yer bahçenin unutulmuş bir köşesinden hiç beklenmeyen bir canlı renk cümbüşü ile açan çiçekler, adeta ben de varım demek istercesine bir yarış içinde dikkat çekmeye çalışıyor gibiydiler. Çiçekler ile bu nebatın var olmak gayreti, ne kadar kuvvetliydi böyle. Bu azimkar duruş, durup dinlenmeden ve dahi hiçbir zorluğa isyan etmeden, gayretle tek bir hedefe var olmak gayretine yürüyordu.
Payımıza düşen ışığın miktarı ne kadar az olursa olsun, tüm canlıların evvela hayata tutunmayı istemesi gerekiyor olmalıydı. Bazen istemek de yetmiyor, almak gerek diye düşündü. Bu payı alırken, nasıl aldığımız, nasıl yaşadığımız demekti. Nasıl yaşadığımız, tek atımlık bir mermi olan hayatımızın sorumluluğu ile beraber vardı. Sorumluluklardan kaçmak, yenilgiyi baştan kabul etmek anlamına geliyordu.
Yolun üstünde rastladığı ilk insana, yaşlı bir adama, aradığı adresi sordu. Yaşlı adam, kasabanın tarihini yüzündeki kırışık derisinde taşıdığı belli olan emin ifade ile Yusuf’a baktı:
- Merhaba evlat, dedi.
Yusuf da gayri ihtiyari gülümsedi ve:
- Merhaba, diyerek cevap verdi.
Yaşlı adam durgun sesiyle devam etti:
- Aradığın yer burası değil evladım, bu kasabanın bir köyüdür. Mesudiye Köyü. O köye gidebilmek için köyün dolmuşlarına binmelisin.
- Peki, nereden binebilirim?
- Az ileriden. Ama gün içinde sadece bir dolmuş gidiyor olmalı. Şansın varsa hareket etmemiştir oğlum.
Yusuf, yaşlı adama teşekkür ettikten sonra Mesudiye dolmuşuna yetişebilmek için hızlı adımlarla yürüdü. Köy dolmuşlarının yanına geldiğinde, köyün dolmuşunu bir şoföre sordu. Köy dolmuşunun kalkmasına daha süre olduğunu öğrenince sevindi. Çünkü kasabayı daha yakından görmek istiyordu. Denize doğru yürümek istedi. Ve çok geçmeden kasabanın küçük limanına ulaştı.
Manzara muhteşemdi. Uçsuz bucaksız koyu mavinin çevrelediği küçük limanda küçük gruplar halinde öteye beriye savrulmuş hissi veren balıkçı teknelerinin rengarenk duruşu, biraz önceki bahçenin içindeki çiçekler gibiydi.
 
  1. Ben Geldim Baba
Yusuf, Mesudiye’nin Hayıtbükü sahilinde köy dolmuşundan indi. İçinde yaşadığı ruh halinin de etkisiyle iki gün içinde öğrendiği ve yaşadıkları nedeniyle biraz tedirgindi. Kimselere giderek elindeki kağıtta yazan babasının ismini soracak cesareti yoktu Yusuf’un.
Köy dolmuşundan inince köyün sahilinde nereye gideceğini bilemedi. Fakat istediği tek şey, insanın az olduğu bir yere giderek ne yaşadığını biraz daha düşünmek istedi. Hayıtbükü sahilinde teknelerin bağlı olduğu, Karaburun tarafına doğru bilinçsizce yürüdü. Taşlardan yapılmış dalgakıranın başladığı yerdeki küçük tepenin koyu gölgeli sakin yerine oturdu. Yüreği heyecan içindeydi. Bunca yıldır görmediği babası demek ki bu köyde, bir yürüyüş mesafesi uzaklıktaydı. Yaşadıklarına inanamıyordu.
Vakit öğleyi geçiyordu. Yusuf sabahtan beri hiçbir şey yiyip içmemişti. Açlığını sanki unutmuş gibiydi. Sahildeki çay ocağının yanındaki köy bakkalından ekmek ve peynir satın almayı düşündü. Vazgeçti. Düşündü, bakkaldan alış veriş bahanesiyle babasının nerede oturduğunu da sorabilirdi. Bu iyi bir fikir diye düşündü. Bakkala girip istediklerini alınca, babasının adını ve oturduğu yeri sordu. Köy bakkalı bir taraftan sanki hiç yabancı görmemiş gibi onun suratına bakmaya devam ediyor, bir taraftan da Yusuf’un sorularına cevap veriyordu. Yusuf bu durumu köy yerlerinde herkesin birbirini tanımasına yordu. Neyse ki babasının köyde nerede oturduğunu öğrenmişti. Bakkaldan çıkarak geri döndü.
Yusuf karnını doyururken havanın yavaş yavaş karardığına ve kuvvetli bir rüzgarla yağmurun başladığına da şahit olmuştu. Hava iyice bozmaya başladı. Oturduğu yerden sabah denize açılan teknelerin bir yangından kaçar gibi karaya döndüklerini görebiliyordu. Hava gittikçe kötüleşti. Rüzgarın da etkisiyle havada yağmura karışan toz bulutu ve gök gürütüsü her yeri kapladı birden. Kaşla göz arasında göz gözü görmez oldu.
Yusuf sığındığı yerden çıkacak cesareti bulamıyordu. Bu kötü havada bulunduğu yere yaklaşan üstü başı perişan bir kadın ile topal bir köpek gördü. Kaçacak bir yeri yoktu. Mecbur onların yaklaşmasını bekledi. Gelenler, sabahleyin Halil’i denize uğurlayan Durkadın ve Topal’dan başkası değildi.
Durkadın, herkese yaptığı gibi Yusuf’a da uzaktan “Heyamola” diye bağırınca, Yusuf şaşırdı. Elini yukarı kaldırarak onlara mukabele etmek gereği hissetti.
Durkadın ve Topal büyük ihtimalle Yusuf’un yediklerini uzaktan görmüş, ve bir ihtimal diyerek ona yaklaşmış olmalıydılar. Yusuf, Durkadın’daki garipliği fark etti. Lakin bu kötü havada kendisi de buraya sığınarak zaten garip bir durumda değil miydi?
Durkadın elini işaret eder gibi yiyeceklere doğru uzattı. Yusuf hiç sesini çıkarmadan onlara kalanları verdi ve sığındığı yerden çıkarak, köy bakkalının tarif ettiği gibi babasının evine doğru yürümeye başladı.
Yağmur yağıyordu. Sanki sadece yağmur değil, yağmurla beraber karanlıkta beraber yağıyordu. Yusuf sahilden köye uzanan yolda su birikintilerine ve çamura bata çıka ilerlemeye devam etti. Akşam oluyordu.
Yağmur ve kötü havadan kçyün yolunda kimsecikler kalmamıştı. Yusuf köye vardığında, köy kahvesinin civarındaki insanlara fazla görünmek istemese de onlara babasının evini sordu. Ve nihayetinde babasının yaşadığı evi ve tarlayı buldu.
Yağmurda yürümekten sırılsıklam olmuştu fakat asıl düşündüğü bu değildi. Babasının yaşadığı eve girecek cesareti yoktu. Evin kapısına yaklaştı lakin evin ışık sızan kapısına yaklaşmaya bir türlü cesaret edemiyordu. İçindeki öfke her şeyin üstünde sesini daha çok çıkarıyor. Ona buradan gerekirse geldiği gibi çekip gitmek gerektiğini söylüyordu. Yüreğindeki son bir gayretle kapıya yaklaştı. Ve nihayetinde kapıyı tıklattı.
İçeriden endişeli bir ses, Hamit Dede’nin sesi hemen kapının sesine cevap verdi:
  • Oğlum Halil sen mi geldin. Neden geç kaldın?
Hamit Dede kapıya yönelmişti. Seslenişine cevap alamamış olsa da, Halil’in geldiğinden emin gibiydi. Ve kapıyı açtı.
Yıllar sonra baba oğul kapıda karşılaştılar. İlk anın şaşkınlığı geçince Hamit Dede karşısındaki oğlunu, Yusuf’u hemen tanıdı. Ayaklarının bağı çözülen yaşlı adam hemen oracıkta dizlerinin üstüne çöktü ve ağlamaya başladı. Yusuf’un yüzüne bakamıyordu. Ayaklarına sarıldı.
Yusuf ayakta şaşkın kalakalmış olsa da, babasının yaşadığı bu fakirhanenin içine bir an baktı ve gerçekte yaşadıklarının babasının sevgisizliğinden değil, yoksulluğundan kaynaklandığını o an anladı. Ayakları dibinde ağlayan yaşlı adama eğilerek:
Canım benim, dur, dur sakin ol, diyerek teskin etmeye çalıştı, ve babasının yaşlı ve zayıflamış bedenine o da sarıldı. Ve öylece kalakaldılar bir süre... İçindeki öfkeye rağmen sevmek, insana ne kadar çok yakışıyordu.
Hamit Dede, oğlunu öpüp kokladı. Beni affet diye yalvardı. Soran gözlerle, gördüğüne inanamayan gözlerle oğluna doyasıya baktı. Ağladı, ağladı... Biraz sakinleşince, kafasının içindeki unutmuş olduğu asıl kaygıyı hatırladı, Halil... Halil sabah gittiği balıktan hâlâ dönmemişti.
Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da