Eskici Hikayeleri- Smaragd

05.03.2021

Eskici Hikâyeleri-Smaragd

Uzun boylu, kıvırcık beyaz saçlı, mavi gözlü bir adamdı. Kapıyı açınca dışarının buz gibi havasıyla birlikte içeri girdi.

-Grüezi (Selam)

-Grüezi

-Annen, baban nerede?

-Annem, babam mı?

- Evet, neredeler?

-Aa... Eski şefleri soruyorsunuz. Onlar annem, babam değiller. Emekli oldular. Dükkânı biz devraldık.

-Emekli mi oldular? 65 oldular mı ki?

-Olmuşlar.

-Ben Mile... Sırbistan’dan geliyorum. Bir minibüsüm var. Burdan toplu alış-veriş yaparım. İçini doldururum, geri dönerim Sırbistan’a. Sizden de eşya alacağım. Eğer ucuz verirseniz.

-Zaten ucuz veriyoruz. Toplu satışlarda da bir indirim daha yapıyoruz. Sorun olmaz.

-Eski şefi tanırım. Çok severdik birbirimizi. İsterseniz arayın, sorun.

-Eski şefin dükkânla ilgisi kalmadı. Siz yeni şef gelsin, onunla konuşursunuz.

-Biraz bakayım içerlere...

-Buyrun bakın.

Adam içeri girdi. Yatak, yorgan, nevresim, havlu, spor malzemeleri, mutfak eşyaları... Elektronikler... Daha çok televizyon, mutfak robotu, mikro dalga fırın, mikser, tost makinesi gibi şeylere bakıyordu. Dükkânı dolaşırken gözleriyle de eşya seçiyordu.

Biraz sonra yanıma geldi.

-Şef nerede?

-Bir randevuya gitti. 10-15 dakikaya kadar gelir.

-Ben öğleden sonra gene gelirim. Kadınlarla geleceğim. Onlarla birlikte seçer, alırız eşyaları.

-Tamam. Şefe söylerim.

-Haydi çüüs...

-Çüüs...

Afrika’ya, Orta Doğu’ya, Doğu Avrupa ülkelerine toplu satış yapıyoruz. Çok ucuza gidiyor eşyalar ama dükkânın arada sırada boşalması için gerekli olan alış-verişler bunlar. Yeni bir müşteri de her zaman iyidir.

Şef gelince söyledim Sırbistan’dan birinin geldiğini.

-Mile mi yoksa? Dedi.

-Tanıyor musun?

-Eski şef döneminde bir kaç defa rastlamıştım. Çok kavga ederlerdi. Eşyanın bir çoğunun parasını ödemezdi. Şef, neredeyse -yeter ki gitsin diye- üste para verirdi. Hırsızlığı da vardır haa... Bir şey alıp gitmedi inşallah.

-Bir şey alıp gitmedi. Cebine koyup gittiyse bilemem, görmedim.

-O geldiği zaman bütün kapıları kapatmak gerekir, sadece biri açık kalsın. Tedbirimizi alalım...

-O kadar mı?

-Bilmediğimiz daha neleri vardır kim bilir?

Eşyayı alıp arabaya yükleyen sonra parasını vermeden kaçan vardı. Ucuz olana pazarlık yapıp, pahalısını kaçıran vardı. Taşınabilir olanları çantasına koyup giden vardı. Mile, nasıl bir hırsızdı acaba?

-Öyle bir hırsız ki... Gözden sürmeyi çeken cinsten... Şerefsizlik, çok iyi bir şeymiş gibi geliyor bazılarına, dedi şef.

Öğleden sonra Mile, yanında üç kadınla birlikte geldi. Eşi, kardeşi, kızı diye düşündüm. Şef, yine yoktu. Bir ev görüşmesine gitmişti. Teklif verip dönecekti.

Mile ve kadınlar hemen  dükkânın içine dağıldılar. Kızıl saçlı, ela gözlü kadın, Mile’yle birlikte, mutfak eşyalarını ayırmaya başladı. Sarı saçlı, yeşil gözlü, al yanaklı kadın; çantalara, ayakkabılara bakıyordu. Uzun boylu, esmer, saçı at kuyruklu genç kız, elleri cebinde şöyle bir bakındı. Hiç bir şeyle ilgilenmedi. Koridorları hızlıca yürüyüp geçti. Mile yanıma geldi.

-Kadınlar eşya seçmeyi bilir, ben onlara bırakırım bu işleri.

-Aileniz mi?

-Hayır, arkadaşlarım... Onlarla birlikte geldim Sırbistan’dan. Giderken de birlikte döneceğiz.

Sarı saçlı kadın, mahçup mahçup gülümsedi. Al yanakları biraz daha kızardı.

O sırada kapı açıldı. İçeri, üstünde boya lekeleri olan, beyaz tulumlu biri girdi.

-Grüezi mitenand... (Herkese selamlar)

-Grüezi...

Adam, doğrudan Mile’yle selamlaştı. İkisi  el sıkıştı, kendi dilleriyle konuşmaya başladılar. Oysa ben, dükkâna gelen başka bir müşteri sanmıştım. Dillerini bilmediğimden, ne konuştuklarıyla da ilgilenmedim.

Sarı saçlı kadın, yine aynı mahçup gülümsemeyle, yanıma geldi. Elinde bir çift çizme vardı. Pretty Woman filminde Julia Roberts’ın giydiği, upuzun çizmelere benzeyen türden... Almanca bilmediğinden hiç konuşmadı. Cüzdanından 20 frank çıkardı. Soran gözlerle bana baktı.

-Okey, dedim.

Çok sevindi.

Mile, yine kendi dillerince bir şeyler söyledi kadına.

-Ne de olsa büyük alış-veriş için geldik, hepsine birden pazarlık yaparken bunları da araya katardık, para vermesen de olurdu, demiştir mutlaka.

Mile bana dönüp;

-Bak Zeynep, dedi.

İsmimi sormazlarsa, genelde Fatima, Emina, Elif, Ayşe veya Yasmin derler. Olağan bir durum benim için. İsim konusuna pek takılmam.

Mile devam etti:

-Para,  her şey değildir. Paradan daha önemli, daha güzel şeyler de vardır.

Pazarlık öncesi, bu konuşmayı satıcı yapar. Bu adam ne yapmaya çalışıyor ki?..

-Siz parayı şefle konuşun. Benimle değil, dedim.

Mile, kadınlar, diğer adam hep beraber oturma gruplarının olduğu yere gittiler. Ben başka müşterilerle ilgilenirken, onların seslerini de arada duyuyordum.

Şef gelince, yanlarına gönderdim. Şimdi o seslere, Almanca kelimeler de karışmaya başlamıştı. Mile bana söylediği şeyleri tekrar ediyordu. Bazen “Ali” bazen “İbo”, bazen “Memed” diye seslendiği şefe:

-Para her şey değildir, ondan daha güzel, daha tatlı şeyler de vardır, diyordu.

Kesin o mavi gözlerini de kocaman kocaman ayırmış, dikiyordur şefin gözlerine.

O kadar konuşma içinden arada “Rubin, Smaragd, Diamant” dediğini duyuyordum. “Yakut, zümrüt, pırlanta”... Demek ki Sırbistan’dan gelirken, yanında değerli taşlar getiriyor, onları da burada satıyor, diye akıl yürüttüm. En çok Mile’nin sesini duyuyordum. Dönüp dönüp aynı şeyleri söylüyordu. Şu, şu, şu... diye eşya seçmek yerine ha bire konuşuyordu. Pek hoşlanmadım bu sohbetten.

Bir pazarlama taktiğiydi, devamlı konuşup baskın çıkmak. Eski şefin yaptığı gibi neredeyse üstüne para verip “Gitse de kurtulsak” mı diyecektik?

Diğer müşteriler dükkândan çıkınca, ben de yanlarına gittim.

Sarı saçlı ve kızıl saçlı kadınlar aynı divanda oturuyorlardı. Genç kız boyacı tulumlu adamın yanındaydı. Şefin arkası bana dönüktü. Mile onun gözlerinin içine bakarak, ısrarla konuşmaya devam ediyordu. Ortada gösterilen eşya yok, sorulan fiyat yok. Ne anlatıyor bu adam?

Sık sık Sırbistan’dan getirdiği değerli taşlardan bahsediyordu. “Rubin; yakut” derken kızıl saçlı kadını, “Smaragd; zümrüt” derken sarı saçlı, yeşil gözlü kadını gösterdi. “Diamant; elmas” da genç kızdı. “18’ini bu sene doldurdu. Gerçek bir elmas...” demez mi?!

Benim geldiğimi görünce, aniden sustu. Yüzü kıpkırmızı oldu. Ortada nasıl bir pazarlığın döndüğünü anlamıştım. Hırsızlığı geçtik de şerefsizlikte sınır tanımıyormuş maşallah!.. Şef, olan biteni hâlâ anlamamıştı.

Mile’ye döndüm:

-Paradan daha önemli olan şey; insanlıktır, dostluktur, ailedir. Aile diyorum, para ailenin geçimi için çok önemlidir... Mesela benim için para, ayda bir gün önemlidir. O da ödeme günü... Faturaların ederini toplarız, kazandığımız paraları da toplarız. Hepsini birden postaneye götürürüz. İşte o gün para, gerçekten önemlidir. Şimdiye kadar hiç bir fatura için rubin, smaragd veya diamant (derken tek tek kadınlara baktım) vermedik postaneye. Onlar sadece para isterler.

Sesimi biraz daha yükseltip, Mile’ye

-Burası benim dükkânım... Benim ekmek teknem. Burada bir şey satılacaksa ben satarım. Sen değil... Ama şunu bil ki bu dükkânda, aklına gelen, gelmeyen her şey satılsa da... Sadece insan satılmaz. Biz insan satmıyoruz!

Boyacı kılıklı adama döndüm:

-Burada kadın pazarlığı yapılmaz. Gidin, nerede ne yaparsanız yapın!

Mile, yanıma iyice sokuldu, fısıltıyla bir şeyler söylemeye çalışırken;

-Sus! Dedim, elimle kapıyı gösterdim.

Hepsi birden kalktı, tam çıkarlarken Smaragd Hanım gülümseyip, elindeki, içinde Pretty Woman çizmeleri olan poşeti gösterdi.

-Danke şön, dedi.

Bu alış-verişte istediği şeyi alıp parasını ödeyen tek kişi oydu, kimseye minnet etmemenin rahatlığında, başı dik bir şekilde yürüdü, gitti.

 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar