12.02.2020
Gayet Büyük Bir Adam Öyküsü ve Ömer Seyfettin
Koleksiyon adlı öykü Ömer Seyfettin’in ilk kez 1914 yılında”Safahat” adlı dergide yayımlanan bir öyküsü olmaktadır. (Gayet Büyük Bir Adam, Safahat-ı Şiir ve Fikir , S. 2, 20 Mart 1330/2 Nisan 1914, s. 30-32 )
Ömer Seyfettin, bu hikâyesini bir roman olacağı şeklinde duyurmuş bu öykü Safahat Dergisinde yayımlnamaya başlamış fakat bir müddet sonra Safahat Dergisinin kapanması ile Ömer Seyfettin bu roman yazma denemesi de son bulmuştu. Bilindiği gibi Ömer Seyfettin hayatı boyunca birkaç kez roman yazmaya teşebbüs etmiş, roman olarak kabul edilen çalışmaları da romandan ziyade seri hikâyeler veya novella sınırlarında kalmıştı.
Ömer Seyfettin Gayet Büyük Bir Adam adlı öyküsünde, İzmir’de yaşayan bir embriyoloji uzmanının okumuş bir adam diye el üstünde tutulması bu adamın da kendisine gösterilen bu yapmacık alakaya aldanması konusu işlenmiştir.
Ömer Seyfettin çok yönlü bir öykücüdür ve pek çok konuda öyküler yazmıştır. Örneğin, Ömer Seyfettin Aşk Dalgası Yüksek Ökçeler, Fon Sadriştayn’ın Karısı, Aşk ve Ayak Parmakları , Balkon , Bir Temiz Havlu Uğruna adlı öykülerinde , aşk,evlilik, bekârlık, ve evlilik hayatı konularını işlerken Perili Köşk , Keramet, Kurbağa Duası , Yüzakı , Rüşvet gibi öykülerinde ahlaksızlıklara kılıf uyduran, dini çıkarlarına alet eden, dindar ve softa gözüküp halkı aldatan kişileri anlatmış;
Büyücü , Kütük, Topuz, Forsa , Efruz Bey, Pempe İncili Kaftan , Yüzakı, Teselli, Vire, Ferman gibi öykülerinde ise Osmanlının parlak günleri ve kahramanlık konularını ele almıştı.
( Yazıda adı geçen tüm öyküleri de dahil sitemizde Ömer Seyfettin'in 100 adet öyküsü yer almaktadır. İstediğiniz öyküye Sitemizin aramasına öykü adını yazarak veya https://edebiyatvesanatakademisi.com/writer/omer-seyfettin sayfasından başlıklara bakarak ulaşabilirsiniz)
GAYET BÜYÜK BİR ADAM - BİRİNCİ KISIM
Hürriyet ilân olunduğu vakit ben İzmir'de idim. El şakırtıları, allı yeşilli bayrak dalgaları, birbiri üstüne binerek "yaşasın!" diye haykıran şuursuz halkın içinde beni arkadaşlarım buldular:
— Ulan, hâlâ burada sen ne duruyorsun? dediler.
— Durmayıp da, ne yapayım? diye ağzımı açtım.
— Ne yapacaksın! İstanbul'a git! diye haykırdılar.
— Senin gibi feylesof, muharrir, şair, müverrih, mütefennin bir genç payitahtta milletine hizmet edebilir, yoksa burada değil...
Ve beni omuzladılar. Havaya kaldırarak el üzerinde gezdirmeğe başladılar. Halk, hürriyet kahramanlarından biri sanarak, beni, onların elinden zorla aldı. Ayaklarımı ve pantolonumun paçalarım öperek saatlerce sokaklarda dolaştırdı. Ben, bu tezahürleri kendim için çok görmüyordum. Çünkü biliyordum ki, Türkiye'de benden başka ambryologi ilminde ihtisas kazanmış kimse yoktu. Ve halk, haberi olmadan, bu meziyetim için beni yükseklere kaldırıyordu, ilimsiz, irfansız,, fensiz, felsefesiz bir vatan yaşar mıydı? Eğer uykusuz kaldığım geceler ambriologi ile uğraşmasam, bu güzel ve aydınlık saadet gününü görebilir miydik? Rıhtımdaki Paris Kahvesi'nde yapayalnız bunu düşünüyordum. Artık gece yarısı çoktan geçmişti. Mersinlinin üstünde, menekşe, mor ve sincabi renkte bir fecir açılıyordu. Garsonlar uyukluyorlardı. Ve önümden hür ve insanlık hukukuna malik Osmanlılar geçiyorlardı. Kalktım. Onların arkasına takıldım. Galiba biraz sarhoştular. "Yeni bir âleme doğan bu yeni halk ne konuşuyor?" diye merak ettim. Kendilerine yaklaştığımı duymuyorlardı. Biri diyordu ki:
— Bu eğlenmekse, eğlenmemek nedir?
— Yatıp uyumak...
— Sabaha kadar uyanık durmak bir şey olduğunu hileydik.
Abdülhamit'in devrinde de yapardık.
Gülümsedim. Kalbim çarpıyordu. Daha hürriyetin ilânından üç gün geçmemişti. "Dün" ayrılıyor, Abdülhamid'in devri oluyordu. Onları dinledikçe yetmiş dört birahane gezdiklerini, doksan iki şişe bira içtiklerini ve daha yüzümü kızartacak birçok şeyler işitiyordum. Biraz geriledim. Arkamdan yine hür Osmanlılar geliyordu. Ve kendileri gibi lâfları da kulaklarıma geliyordu:
— Sabah oluyor, yahu...
— Hürriyet bu... Gündüz uyku, gece keyif...
— Eyy, para?
— Allah kerim!
Onlar da yanımdan geçtiler. Ve Mısır Oteli'nin işkembeci dükkânına girdiklerini görünce, karnımın acıktığını hatırladım. Ben de girdim. Çorbayı içtikten sonra çıkarken elimi cebime soktum. Ancak bir çeyrek bulabildim. Ve işkembeci altı kuruş istiyordu. Sözde içine dört yumurta fazla kırmış...
— Ne yapayım? Ne yapayım? Diye başımı kaşıdım.
Pazarlık olmazdı. Hem bu millî şenlik içinde bir tatsızlık yapmak, artık vücutları görünmez olan polisleri yine meydana çıkarmak, benim gibi fâzıl ve uyanık, âlim ve muharrir bir gence yakışır mıydı? Fena olduğunu bildiğim halde yalan söylemenin faydasını inkâr edemem. Aklımda ismi kalmayan bir feylesof, "Yalan olmasa, dünya dönmez, yıkılır, giderdi." diyor. Kaşlarımı yukarı kaldırdım:
— Eyvah! Diye bağırdım, çantamı düşürmüşüm... ve hemen ilâve ettim: İçinde yedi İngiliz, dokuz Fransız, on bir Osmanlı, hatta bir tane de Fas lirası vardı. Mührüm altından idi.
Tezgâh başında hesap gören hür Osmanlılardan hiç bir kimse hür bir kardeşinin ziyanına eseflenmedi:
"Korkma Usta, şimdi paranı vereceğim," diyor, çantamı kim bulursa, Fas lirasından mâdasını kendisine hediye edeceğimi söylüyordum. Herkes başını sallıyor, en dikkatli dinleyen bile gülümsü-yordu. Çantamın kaybolmasından ancak işkembeci heyecana geldi:
— İnşallah bulursunuz, dedi. Ama şimdi üzerinizde başka para yoksa, bana bir şey rehin bırakınız.
Üzerimde beş sene evvel iki kuruşa aldığım bir cep cüzdanı vardı. Bir de kurşun kalemi, iki forma Fransızca "Essai sur l'embryologie", bu kâğıtları uzattım.
— İşte, sana bir rehin! dedim. Bir liradan fazla eder.
Usta, gözlerime baktı:
— Eğleniyor musun? diye sordu. Ve köşede yığılmış Rumca büyük gazete yığınını göstererek ilâve etti: Kâğıt para etseydi, biz dükkânları kapardık. İşte sana on okka kâğıt, getir beş kuruş, al hepsini git.
Mesele çatallaştı. Çorbasını bitiren tezgâhın başına geliyordu, içlerinden bazısı şüpheli nazarlarla beni süzerek:
— Ayıp, ayıp! diye homurdanıyorlar.
Alaşağı, ver yukarı, sanki haberim yokmuş da, kazara buluyormuşum gibi, cebimdeki çeyreği çıkardım. Geriye kalan bir kuruş için de yeleğimi bıraktım. Kapıdan kendimi dışarı attım, içimde bir acı duyuyordum, izzeti nefsim kırılmıştı. Hiç bir kuruş için adamın ceketi çıkartılır, yeleği arkasından alınır mıydı? Keski tütünü bırakmasaydım! Tütünü bırakmasam bu felâket başıma gelmeyecekti. Çünkü fakfon tabakamı da kaybetmeyecek, müşkül bir mevkide, bir kuruşa karşı rehin gibi onu kullanacaktım. Zaten adam, üzerinde kıymetli bir şey bulundurmalıydı. Bu âdeta içtimaî bir mecburiyetti. Fakat benim gibi âlimane, say ve tetebbu içinde hayat geçirenler, akıllarını öyle lüzumsuz şeylere sarf edemezler.
Spenser gibi büyük bir feylesof bile üzerinde elbette gümüşe dair bir şey taşımazdı. Büyük hakikatin herkes tarafından anlaşılması için aç açına kitaplar yazdı. On beş sene yazdıktan sonra otuz bin franktan, yani bin beş yüz liradan fazla bir para kaybetti. Yine yılmadı. Kendisine verilen mükâfatları, rütbeleri bile istemedi. 1882'de Paris "Ulûm-i Mâneviyye ve Esâsiyye Akademisi" ne âza tâyin olunduğu halde, tabiî, bir genç Osmanlı vatanperverliği ile hiç bir ecnebi müesseseye giremeyeceğini söyledi. Amerika'da kendini seven dostları ve okuyucuları bu feylesofun fakirliğini, açlığını düşünerek, aralarında kırk bin frank kadar para toplamışlar ve bir altın saatla göndermişlerdi. Spenser saati aldı, paraları da geri yolladı. Sonra Kraliçe Viktorya'nın kendisine verdiği rütbe ile Almanya imparatorunun madalyasını da geri çevirdi. Güzel ve küçük bir odasında yattığım Hacı Seymen Hanına giden sokaklardan geçiyordum. Kalabalık buralara bile taşmıştı. İstemeye istemeye:
— Doğrusu bu Spenser biraz budala imiş... Diyordum ve ne kadar büyük olursa olsun ona benzememeğe karar verdim. Hayatta niçin para ve menfaatten böyle nefret etmeli? Eğer ilim için bir budalalık lazımsa, ben bütün embryologiye ait notlarımı yırtar, meydana atılarak:
— Cahilim, yahu, ben de cahilim! diye haykırmağa başlardım.
Hâlbuki İşte hürriyet ilân edildi. Bunu, şu yahut bu zat, isimlerini bütün dünyaya telgrafların aksettirdiği Niyazi ve Enver yapmadı. Halk yaptı. Ahali yaptı. Uyanan Osmanlılar yaptılar. Tabii şimdi bunlar gençliğe, ilme, fenne, hususuyle embryologi'ye büyük bir kıymet verecekler ve bizim gibi âlimleri, bu akşam bana yaptıkları gibi hep el üstünde gezdirecekler, mükâfatlar, paralar, maaşlar bahşedeceklerdi. Ve akademi açılacaktı... Embryologi mütehassısı ben, mutlaka ilk azadan olacaktım. Yarın nereden para bulabileceğimi hep bunlarla beraber düşünüyordum. Artık son parasız günlerimiz bu günlerdi. Yarın Meşrutiyet ve Hürriyet sayesinde şöhret cennetine girince gamlı bir mazi olan sefalet ve züğürtlüğümü nasıl hatırlayacak, hatıramı yazarken bir saat evvelki yelek vakasını nasıl ballandıracaktım.
Hanın kapısına geldim. Tuhaf! Hancı Mesut beni bekliyordu. "Hey gidi Hürriyet hey!.. İşte ilmin, âlimin kıymeti bilinmeğe başladı" diye sura-timi ekşittim. Mesut, kalın karakaşlı, kısa boylu, ters ve mendebur bir herifti.
— Seni bekliyordum, dedi, feneri nerede söndürdün?
— Heyhat, zavallı diye kabardım, fener söndürmedim. Bilâkis hezaran es bi eydi hisad hezaran eşi'a-i hürriyet ikad ettim.
— Ne yaptın, ne yaptın?
— Söylediğimi anlamadın mı?
— Yoook...
— Niçin?
— Türkçe söylemiyorsun ki babam, boyuna lügat paralıyorsun.
— Bu Osmanlıca, ilm-i lisandır. Sizin Türkçe ile söylenmez.
— Öyle ise sus, hiç söyleme...
Fena halde surat astı. Gözlerini öbür tarafa çevirdi. Ben, sevgili vatandaşımın hatırını kırmamak için lafımı Türkçeye tercüme ettim:
— Bak, ne diyorum: Fener filan söndürmedim. Bilâkis binlerce fikirsiz kafada yüz binlerce hürriyet alevlendirdim.
— Ey, sonra buraya niye geldin?
— Yatmağa...
— Ben senin odana iki müşteri yatırdım. Hiddetlenecektim. Hâlbuki iki aylık borcum vardı. Şimdi Mesut, biraz akıllı ve fikri açık bir adam olsa, benim gibi, tam şöhret ve samanın eşiğine gelmiş bir Âlime böyle eşekçe muamele eder miydi? Feylesofluğa vurmak istedim:
— Ne ise zararı yok. Başka, cahil bir adam olsa, bu yaptığına kızardı...
— Ben cahile kızmam ama... Parasız biri elime geçse, anasını bellerim... Gayri ihtiyarî:
— Yaaa... Diye ağzım açıldı.
Gündüz oluyordu. Uyku gözlerimden akıyordu. Ayaklarım titriyordu. Acaba bu kaba herif benim parasızlığımı yüzüme vurmak, taş mı atmak istiyordu? Yine pişkinliğe vurdum. Feylesofların avam ile uğraşmaları ayıptı. Gülümseyerek '
— Pek uykum var, bana başka bir yatak göster sen de, bir iki saat kestir sem... Dedim.
— Hiç boş yatağım yok.
— Ey, ben şimdi ne yapayım?
— Senin ne yapacağını ben ne bileyim? Artık herifin münasebetsizliğine dayanamadım, iki aylık borcumu vermeyeceğimi söyledim. Cevap olarak benim bütün eşyalarımı, yatağımı, kitaplarımı zapt ettiğini söylemesin mi?.. Boğazına sarılacağım geldi. Lâkin artık meşrutiyet’ti... Böyle vahşice ve barbarca bir hareketin benden çıkması, doğrusu gençliğe, Meşrutiyet'e, ilme, insaniyete leke olabilirdi. Ah, kendimi tutmak için nasıl dişlerimi sıktım. Gıcırdarken "çatt!" dedi. Üst sıra dişlerimin sağdan üçüncüsü kırılmasın mı? Hiddetimin dehşetinden kendim de korktum. Tekrar caddeye doğru kaçmaya başladım. Mesut arkamdan küfürleri basıyordu.
Salepçibaşı Hanının kıraathanesine girdim. Henüz kimse yoktu. Başımı, masanın mermerine dayadığım kollarımın üzerine bir güzel yerleştirdim. Kulaklarım uğulduyor, başım ağrıyordu. Evet, ben İstanbul'a gitmeliyim. Şan, şöhret, saman beni orada bekliyordu.
"Safahat" dergisi, sayı 2, mart 1330 (.1914)
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın