KategorilerEDEBİYATİslamiyet Öncesi DönemGöç Destanı Türk Çin Ve İran Rivayetleri

Göç Destanı Türk Çin Ve İran Rivayetleri

23.08.2016

 
GÖÇ DESTANI HAKKINDA GENEL BİLGİLER 



"Göç Destanı'nın Çin ve İran kaynaklarındaki kayıtlara göre iki ayrı söyleniş biçimi vardır. Bu iki ayrı söyleyiş biçimi birbirine ters düşer nitelikte değil birbirini bütünler niteliktedir. İran kaynaklarındaki söyleyiş biçimi, tarihsel bilgilere daha yakındır. Ayrıca İran söyleyişi, Uygurlar'ın Manihaizm dinini benimseyişlerini anlatan bir menkıbe niteliğindedir. İran söyleyişi Cüveynî'nin Tarih-i Cihangüşa adlı eserinde yer almaktadır.

Destanda adı geçen Böğü Kağan, MS 8. yüzyılda yaşamış bir Uygur kağanıdır. 763 yılında Böğü Kağan, Mani (Maniheizm) dininin rahiplerini çağırıp onları dinlemiş ve bu dini Uygur Devleti'nin resmi dini olarak kabul etmiştir. Aşağıdaki efsanenin kahramanı olan Böğü Kağan, Mani dinini benimseyip yayan bu kağandır. Böğü Kağan’ın Mani dinini kabul etmesi, Göç Destanı'nın İran kaynaklarına göre olan varyantında anlatılmaktadır. Bu bağlamda efsanenin gerek konu, gerekse dayandığı inançlar bakımından Mani dininin ilkelerine dayanması gerekirdi. Ancak durum tam olarak böyle değildir. Göç Destanı'nda Bozkır Kültürü ağır basmış ve efsanenin ana motifleri Orta Asya ögeleri ile donanarak Eski Türk inançları Manihaizm ve Budizm inançlarını adeta efsanenin dışına itmiştir.

Türk destanlarının kuruluşunu ve gelişmesini hazırlayan cihan devleti olma ülküsünün Göç Destanı'nda kutsal bir inançla yaşatıldığı görülür. Oğuz Kağan, Alp Er Tonga (Afrasyab) ve Ergenekon destanlarında görülen bu ülkünün Göç Destanı'na da işlenmesiyle, Türk destanlarının yapı bakımından belirgin bir bütünlük kazandığı görülür. Türk destanlarının ayrı adlarla farklı zamanlarda kurulmuş gibi görünmelerine karşın, destanların oluşumunda aynı boyların etkili oluşu destanların aynı kaynakta birleştiklerini kanıtlar.

Çin ve İran kaynaklarınca birçok kez sözü edilen Göç Destanı ile ilgili en önemli kaynaklardan biri İranlı tarihçi Cüveynî tarafından yazılmış olan "Tarih-i Cihangüşa" adlı yapıtdır. İkinci önemli kaynak da son Uygur hanlarından Temür Buka (Demir Boğa) adına dikilmiş olan mezar taşı yazıtıdır. Bu yazıtın metni sonradan özet olarak Çin tarihlerine geçmiş ve kimi Avrupalı yazarlar da ikinci elden kaynaklardan bu bilgileri özet olarak aktarmışlardır.


Göç Destanı ile Oğuz Kağan Destanı Arasındaki Benzerlikler


Göç Destanı'nın kahramanı olan Böğü Kağan’ın akınları, Oğuz Destanı'nın kahramanı Oğuz Kağan’ın seferleriyle benzerlik göstermektedir. Oğuz Kağan Destanı'nın İslami söyleyişinde Oğuz Kağan, kuzeybatıdaki karanlık ülkelere doğru gittikçe, başları köpek başına benzeyen İt-Barak adlı bir kavme rastlar. Oğuz Kağan Destanı'nın anlatımına göre artık buradan sonra insanoğlunun yaşadığı topraklar bitmekte, garip yaratıkların ülkeleri başlamakta idi. Bögü Kağan da akınlarında o denli ilerilere gitmişti ki artık elleri ve ayakları hayvanlarınkine benzeyen insan türlerine rastlamıştı. Göç Destanı'na göre Böğü Kağan, tıpkı Oğuz Kağan gibi, Hindistan'ı da ele geçirmişti. Ancak Böğü Kağan hakkında destanda geçen bu anlatımlar gerçek tarih olaylarına uygun ifadeler değildir. Büyük olasılıkla, bu efsaneyi yazan/söyleyen Uygurların elinde Oğuz Destanı ya da Oğuz Destanı'na benzer bir destan vardı (zaten Oğuz Destanı'nın İslam öncesine ait versiyonu Uygurlar arasında söylenmekte olup yazılı nüshası Uygurlardan günümüze intikal etmiştir). Uygur Türkleri, Mani dinini kabul edip yayan Böğü Kağan’ı, bu eski destana yerleştirmiş ve Göç Destanı'nı yaratmışlardır. Göç Destanı'na göre, Balasagun (=Kuz-Balıg) kentini kuran da Böğü Kağan’dır. Ancak, tarihî kaynaklara göre Uygur Devleti'nin egemenliğinin Isıg-Göl'ün batısına geçmediği de bir gerçektir.

Reşideddin'in Oguzname'sinde (Farsça Oguz destanı) Türk boylarının nasıl türediği anlatılırken, Kıpçak Türklerinin türeyişinin bir ağaç aracılığıyla gerçekleştiği hikâye edilir. Oğuzname, Kıpçak Türkeri’nin ortaya çıkışını şöyle anlatır:

Oğuz’un çerilerinden birinin karısı gebe kalmış, kocası da savaşta ölmüştü. Bu savaş yerinde kadınların doğum yapması yasaklanmıştı. Yakınlarda içi oyulmuş bir ağaç vardı. Kadın o ağaca gidip çocuğunu doğurdu. Çocuğu Oğuz’un yanına getirdiler, durumu ona anlattılar. Oğuz, çocuğun adını Kıpçak koydu. Kıpçak, kabuk sözcüğünden çıkmıştır; Türk dilinde içi çürümüş ve oyulmuş ağaca derler. Türkler’ in düşüncesine göre Kıpçak boyları bunun neslinden olmuşlardır.
J.P.Roux'a göre, Reşideddin'in naklettiği Oğuz Kağan Destanı'ndaki (Oguzname) ağaç kovuğunda doğum yapan bu kadının çocuğuna Oğuz Kağan tarafından Kıpçak adının verilmesi, Böğü Kağan Efsanesinin yani Göç Destanı'nın sonraki bir varyantıdır.

Göç Destanı'nda, Oğuz Kağan Destanı'nın yapısı ve yaşam anlayışı Böğü Kağan’ın kişiliğinde yaşatılmıştır. Gerçek tarihte Orta Asya'nın dışına çıkmamış olan Uygur kağanları, Göç Destanı'nda bir dünya egemeni olarak görülmektedir. Böğü Kağan, Oğuz Kağan gibi, bütün seferlerinden zaferle döner. Oguz Kağan’ın ilahi ışıklar içinde bulup evlendiği kıza karşılık Böğü Kağan’a yedi yıl gelen ve birlikte Kutlu Dağ'a gittikleri ilahi kız aynı kaynaktan gelmekte olup Bozkır inançlarına göre kız biçimini almış yardımcı bir ruhtur. Oğuz Kağan Destanı'ndaki Oğuz Kağan’ın veziri Uluğ Türk'ün düşüne karşılık, benzer biçimde Böğü Kağan ile veziri de bir düş görürler ve bu iki düş de adı geçen kağanların devletlerinin geleceğini etkiler.

Yukarıda sayılan bu benzerliklerin sonucu olarak Göç Destanı'nın kuruluşunda Oğuz Kağan Destanı'nın etkisi olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Destanda Asya'ya hatta dünyaya egemen olan bir devlet portresinin çizilmesi, Oğuz Kağan ve Alp Er Tonga (Afrasyab) destanlarındaki geleneğin ve Türkler’ in yaşam anlayışının Göç Destanı'na işlenmiş olmasından ileri gelmektedir. Fakat Göç Destanı ile Oğuz Kağan Destanı arasındaki bu benzerliklere karşın Göç Destanı, Oğuz Kağan Destanı kadar görkemli bir destan değildir. "


Bu yazı Alıntıdır:
ww.egitmenim.com/sayfa/efsane/gocdestani.htm



 Göç Destanı- Çin Rivayeti 



Uygur ülkesinde, Togla ve Selenge ırmaklarının birleştiği yerde Kumlançu denilen bir tepe vardır. Bu tepenin adına Hulin dağı denirdi. Hulin dağında birbirine çok yakın iki ağaç büyümüştü. Bu ağaçlardan biri kayın ağacı idi. Bir gece, kayın ağacının üzerine gökten bir mavi ışık düştü. İki ırmak arasında yaşayan kişiler bu ışığı gördüler, ürpererek izlediler. Kutsal bir ışıktı bu; kayın ağacının üzerinde aylar boyu kaldı. Kutsal ışığın kayın ağacının üzerinde kaldığı süre içinde ağacın gövdesi büyüdükçe büyüdü, kabardı. Ağaçtan, çok güzel türküler gelmeğe başladı. Gece oldu mu, ağacın otuz adım ötesine değin bütün çevre ışıklar içinde kalıyordu.

Bir gün, ağacın gövdesi birdenbire yarılı verdi. İçinden beş küçük odacık görünümünde beş küçük çadır çıktı. Her odacığın içinde bir çocuk vardı. Çocukların ağızlarının üzerinde asılı birer emzik vardı; onlar bu emziklerden süt emiyorlardı. Işıktan doğmuş olan bu kutsal çocuklara halk ve halkın ileri gelenleri çok büyük saygı gösterdiler.
Çocukların en büyüğünün adı Sungur Tigin, ondan sonrakinin Kotur Tigin, üçüncüsünün Tükel Tigin, dördüncüsünün Or Tigin, beşinci ve en küçüğünün adı da Böğü Tigin idi. İnsanlar, bu beş çocuğu Tanrı'nın gönderdiğine inandılar. İçlerinden birini kağan yapmak istediler. Böğü Tigin ötekilerden daha güzel, daha yiğit, daha akıllı idi. Halk, Böğü Tigin'in hepsinden üstün olduğunu anladı, onu kağan seçti. Böğü Han, büyük bir törenle tahta çıktı. Kendisinden sonra gelen otuzdan fazla soyu da Uygurların başında kaldı.

Yıllar yılları kovaladı. Bir gün geldi, Yolun Tigin Uygurlar'a kagan oldu. Yolun Kağan’ın Kalı Tigin adında bir oğlu vardı. Yolun Kağan, oğlu Kalı Tigin'e Çin konçuylarından (=prenseslerinden) Kiu-Lien'i eş olarak almayı uygun gördü. Kalı Tigin ile Kiu-Lien evlendiler.

Evlilikten sonra Kiu-Lien, sarayını Kara-Kurum'daki Hatun Dağı'nda kurdu. Hatun Dağı'na "Gök Ruhlarının Dağı" adı da verilirdi. Hatun Dağı'nın çevresinde daha birçok dağ vardı. Bu dağlardan biri Tanrı Dağı idi. Tanrı Dağı'nın güneyinde de Kutlu Dağ bulunmaktaydı. Kutlu Dağ, koca bir kaya parçası idi.
Günlerden bir gün Çin elçileri, yanlarında falcılarla birlikte Kiu-Lien'in sarayına geldiler. Çin elçileri ile falcılar aralarında konuşup şöyle dediler.
"Türk ülkesinin tüm varlığı, bütün mutluluğu Kutlu Dağ denilen bu kaya parçasına bağlıdır. Türkleri yıkmak istiyorsak bu kayayı ellerinden almalıyız."
Elçiler aralarında böyle konuşup anlaştıktan sonra Kalı Kağan’a gittiler. Ona dediler ki:
"Siz bizim bir konçuyumuzla evlendiniz. Bizim de sizden bir dileğimiz olacak. Kutlu Dağ'ın taşları sizin saygıdeğer ülkenizce kullanılmamaktadır. Sizin yerinize biz bu taşları değerlendirelim."

Yeni kağan, bu isteği yerine getirdiğinde sonucun nereye varacağını düşünemedi; Çinliler ‘in isteğini kabul etti. Böylece yurdun bir parçası olan kayayı onlara verdi. Oysa Kutlu Dağ kutsal bir kaya idi. Türk ülkesinin mutluluğu bu kayaya bağlıydı; kutsal taş Türk yurdunun bölünmez bütünlüğünü temsil ediyordu. Tılsımlı kaya düşmana verilirse bu bütünlük parçalanacak, Türkler’ in tüm mutluluğu yok olacaktı. Kağan bu kutsal kayayı Çinlilere verdi. Ama kaya, kolay kolay sökülüp götürülecek gibi değildi. Bunu gören Çinliler kayanın çevresine odun kömür yığdılar, kayayı ateşe vurdular. Kaya iyice kızınca üstüne sirke döküp paramparça ettiler. Her bir parçayı aldılar, ülkelerine götürdüler.

İşte, ne olduysa o zaman oldu. Türkeli'nin bütün kurdu kuşu, bütün hayvanı dile geldi; kendi dillerince kayanın düşmana verilmesine duydukları acıyı anlattılar, ağladılar. Yedi gün sonra günahı bağışlanmaz düşüncesiz kağan öldü. Ne var ki, kağanın ölümüyle de ülke felaketten kurtulamadı. Bir Çin konçuyu (=prensesi) uğruna çekinilmeden bağışlanan yurdun kayası, Türkeli'nin felaketine neden oldu. Halk rahat yüzü görmedi. Irmaklar birbiri ardınca kurudu. Göllerin suyu buğulaştı, uçup gitti. Topraklar kurudu, ürün vermez oldu. Yolun Kağan’dan sonra başa geçen kağanlar da arka arkaya öldüler.

Günlerden sonra Türk tahtına Böğü Kağan’ın torunlarından biri oturdu. O zaman yurtta canlı-cansız, evcil-yaban, çoluk-çocuk, soluk alan-almayan her ne varsa bir ağızdan "Göç!... Göç!..." diye çığrışmağa başladılar. Derinden, iniltili, hüzün dolu, eli böğründe kalmış bir çığrışmaydı bu. İnlemelere yürek dayanmıyordu.


Uygurlar bunu bir ilahî emir diye bildiler. Toparlandılar, yollara düzüldüler; yurtlarını yuvalarını bırakıp bilinmedik ülkelere doğru göç etmeğe başladılar. Sonunda bir yere gelip durdular, orada sesler de kesildi. Uygurlar, seslerin kesilip duyulmaz olduğu bu yerde kondular, beş mahalle kurup yerleştiler; bunun için bu yerin adını da Beş-balık koydular. Burada yaşayıp çoğaldılar.




Bu yazı Alıntıdır.

https://www.forumdas.net/soru-cevap/goc-destani-ozeti-68505/




İran kaynaklarına göre Göç Destanı:

Destanın Buğu Tekin’in Uygurlara hakan oluncaya kadar geçen bölümü aynıdır. Buğu Tekin hakan olduktan sonra, İran söyleyişine göre, ülkeyi adalet üzere ve yıllarca yönetir. Bu süre içinde kendisine üç karga yardım etmekte, kargalar dünyanın bütün dillerini bilmektedir. Nerede bir olay olursa hemen Buğu Han’a haber vermektedirler.

Bir gün Buğu Han bir düş görür. Düşünde kendisine bir peri kızı gözükmüştür. Bu düşü Buğu Han hemen her gece, yedi yıl, altı ay ve yirmi iki gün üst üste görür Ve her gece Peri kızı, Buğu Han’ın düşünde onunla konuşur, danışır; son gece, ayrılacağı vakit Buğu Han’a, dünyanın efendisi olacağı haberini verir.

Han uyanınca ordusunu toplar, her ordunun başına bir kardeşini tayin eder, Moğolların Kırgızların, Tankutların ve Çinlilerin üzerine seferlere yollar.

Dört kardeşin dördü de seferden zaferle döner ve Orhun vadisini zengin ganimetlerle doldurur, bu arada Ordu-Balıg şehri de kurulmuş olur.

Bir müddet sonra Buğu Han bir düş daha görür. Düşünde, beyazlara bürünmüş, başında beyaz şerit, elinde Yada Taşı olan bir erkek gözükmüş, Buğu Han’a demiştir ki:

- Eğer bu taşı saklarsan dünyanın dört bucağında milletleri buyruğunun altına alabilirsin.

O gece Buğu Han’ın baş veziri de tıpkı böyle bir düş görmüştür. Bunun üzerine Buğu Han ordusunu yeniden toplamış, bu sefer batıya doğru sefere çıkmıştır. Türkistan’a geldiği vakit geniş bozkırları, çayırları ve gürül gürü akan çayları görünce burada oturmağa karar vererek Balasagun şehrini kurmuştur. Buğu Han’ın orduları dört bir yana yayılmış, bütün milletleri buyruğu altına almıştır.

Fakat o zaman Uygurların dindar olmadıkları söylenirdi. Rahipleri vardı ama Kam deniliyordu. Bu Kamlar, tıpkı Moğollardaki gibi, cinlere söz geçirdiklerini ileri sürerler. Onlara her istediklerini yaptırmağa güçlerinin yettiğini söylerlerdi. Moğollar bu Kamlara çok Önem verirlerdi. Ne zaman bir işe başlayacak olurlar ise bu Kamlara sorarlardı ve ona göre davranırlardı. Hastalarına bile Kamlar bakardı.

Uygurlar, Buğu Han zamanında Çin hükümdarına elçiler gönderdi, kendilerine Nom Kitaplarını anlayan adamlar göndermesi ipin rica etti. Cinlerin din kitapları Nom’dur. Bugün yaşayan bir adamın bin yıl önce de yaşadığına inanırlar.

Cinden Nom yöntemlerini anlayan adamlar gelince Kamlarla oturup konuştular, din kitaplarını gösterdiler; tartışmayı Kamlar kaybetti. Bu tartışmadan sonra Uygurlar Çin’den gelen yeni dini kabul ettiler. (Bu din Maniheizm’dir.)


Alıntı: https://www.avuse.net/goc-destani-ozeti.htm

 

 

Edebiyat Dil bilim, Kültür, Folklor, Geleneksel ve Güzel Sanatlarla ilgili, Tez, yazı, İnceleme, ve Araştırmalarınız bize başvurarak bu sitede Paylaşabilirsiniz.
 BAŞVURU İÇİN : ESA, İLETİŞİM  veya s_kuzucular@hotmail.com 

Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da