GÜLSÜM ANNE.
Bir kargaşaya bürünmüştü göbeğine ay düşmüş İzmir. Şafak sökene kadar da böyle kalacaktı. Kimi mekân alkole boyandı, kimisi ahlaksızlığa doydu. Konak’ dan esen rüzgarla birlikte deniz paklandı üzerinden tüterek gelen Güneşin aydınlığına ve gecenin serinliğini üzerine çekerek buharlaştı nem olup sardı kentin bacaklarını.
* * *
Temmuz’ un on ikisiydi, saatler 09.00’ u gösteriyordu ki olanca yapışkanlığını üzerinde taşıyan sıcaklık Balçova’ da yıkık bir eve ulaştığında bir çığlığa koşuştu olanca mahalleli.
* * *
Tek başına yaşayan Gülsüm annenin bu saatte mahallede olmaması düşünülemezdi. O mahalleye çıkacak, mahallenin küçük çocuklarına bağıracaktı. Çocuklarda alışmıştı Gülsüm annenin kendilerine bağırmasına, hatta kovalayıp dövmesine.
Bir gün tarifsiz bir ağlamayla tanışmıştı beş yaşındaki Mine. Gülsüm annesi kovalayıp Mine' nin suratına bir şamar atmıştı.
Kızının ağlama sesini duyan annesi hiç ses etmeden kolundan tuttuğu gibi eve almıştı güzeller güzeli kızını.
Rengarenk tokalarla süslenmiş omzuna kadar uzanan siyah saçlarıyla gizlediği yüzünün güzelliğini gözlerinin yeşil rengi taçlandırıyordu mahalleye.
Memur bir babanın kızıydı Mine. Annesi güzel mi güzel Arife Hanımdı. İlk çocuklarıydı Mine. Gözleri gibi bakıyorlardı kızlarına.
Arife hanım, evinin bahçesine girer girmez köşede bulunan tahtadan yapılmış oturağa kızı Mine’yi oturtarak gözlerinden akan gümüş tanelerine benzeyen göz yaşlarını silerken, yüz ifadesiyle Gülsüm annenin kızını dövmesini onaylamıyordu. Hatta kızıyordu içinden. Ama bir şey diyemiyordu kimsenin diyemediği gibi.
Huysuzdu ama herkes tarafından seviliyordu Gülsüm anne. Mahallede dediği dedikti. Ne söylerse mahallenin hanımları tarafından emir kabul ediliyor, sözünün üstüne söz söylenmiyordu.
Alışmıştı mahalle hanımları, Gülsüm annenin etrafında oturup onu dinlemeye. O bağırıp ona buna kızarken diğerleri hiç oralı olmuyor sadece tamam Gülsüm Anne diye geçiştirip kahkahayla gülüyorlardı. Daha çok evlenme hikayesini anlatmasını istiyorlardı Gülsüm Anneden.
Gülsüm Annede ballandıra ballandıra, evlilik hikayesini anlatıyordu.
“ Bornova Posta Müdürlüğünde santral Memuru olarak çalışıyordum, gençtim, biraz daha güzeldim ama bir hayli şişmandım , gecenin bir vaktinde bir bey telefon açtı Van’ la görüşmek için. Tabi telefon numarasını hemen beynime kayıt ettim “
diyordu gülerek.
“ Bir gece, iki gece derken hemen her gün telefon açıyordu bu bey, bir yerlerle görüşmek için. Artık alışmıştım gecenin belli saatinde bu beyle telefonla konuşmaya “ diye devam ediyordu.
“ Yaklaşık bir ay sonra yine aynı saatte bu bey telefon ederek kendisinden, daha doğrusu sesinden etkilendiğini, arkadaşlık yapmak istediğini belirtmesi üzerine hemen balıklama atladım “ deyip “ Buluşma yeri olarak kimsenin bizi tanımayacağı Alsancak Garını seçtiğini ve birbirimizi tanımak için de elimizde birer karanfil olacaktı “ diyordu.
Biz de can kulağıyla dinliyorduk, biraz da dalga geçerek. Teretdütümüz yoktu yalan söylediğine ilişkin.
Devam ediyordu Gülsüm Anne,
“ Bir hayli erken gittim Alsancak Garına. Yarım saat sonra uzun boylu yeşil gözlü sarışın bir bey geldi elinde bir karanfille. Sağa sola bakındıktan sonra benimle göz göze geldiğinde, ben o beyin beklediğim olduğunu hissederek, elimdeki karanfili burnuma götürerek gözlerimle onu süzünce , o da beni süzüp gözlerini hemen kaçırdı “ diyordu.
Haklıydı da, hala şişmandı ve güzel de değildi Gülsüm anne. Anlattığı bey ise yakışıklı. Niye baksın ki diye düşünürdüm bu hikayeyi her dinleyişimde.
Açıldı mı ağzı susmak bilmezdi evlilik hikayesine Gülsüm Annenin.
Eeee diye sorardık hep bir ağızdan. Devam ederdi Gülsüm anne ;
“ Bana bakmamaya özen göstere göstere beş dakika ayakta dikildikten sonra edemedi yanıma geldi benimkisi. Şey dedi, Affedersiniz, beklediğim siz misiniz, telefondaki ses- yani diyebildi ancak. Benim dedim olanca heyecanımla ve dedim de halt ettim, kaçırdım adamı o kocaman endamımla diye “ kahkahayla gülüyordu.
Arada bir susuyor, her zaman yanında taşıdığı pet şişeden suyunu yudumlayıp yine devam ediyordu,
“ Bekliyordum “ diyordu “ gece nöbetlerimde o yakışıklı beyin beni aramasını. Aşık olmuştum, tam bir hafta sonra gururumu yenip telefonunu aramaya karar vermiştim ki, yine bir telefon çaldı ve Alo buyurun efendim der demez, bizimkisinin sevda kokan sesini duymaz mıyım. Artık kasılıyordum, beni aradı “ diyordu “
“ Ben onu aramadan. Yine buluşma teklif etmişti bu sefer Kordon boyunda. Buluştuk bir Pazar günü, hiç konuşmadık, konuşamadık, biraz gezdikten sonra sadece gemiyle gezelim mi dedi benimkisi ve evet deyince kendisine, kağıt helvalarımızı alıp Gemiye bindik, gemi giz dolu gezinti nedenimizi bilircesine Karşıyaka' ya doğru aheste aheste yol alıyordu. Önceleri denize bakıyorduk, balıklara pike yapan martıların çığlıklarını dinleye dinleye elimizdeki kağıt helvaları gâh ağzımıza götürüyor, gâh parmağımızla ufalayıp balıklara atıyorduk. Birden elimi tuttu benimkisi. Beni kendine döndürerek,
“ Tiksinti, gururumun adı diye başladı, benim ise Yadigâr dedikten sonra devam etti, kimden peydahladım bilmem ki seni aşağılayan gururumu “ dedi - derken hep ağlardı “ Gülsüm anne.
“ Günler günleri kovalarken arkadaşlığımız ilerledi Yadigar’ la. Yaşlı bir annesinden başka kimsesinin olmadığını söylediğinde gözünden akan gözyaşı okladı yüreğimi Yadigar’ ın “ diyor ve ekliyordu,
“ nasılda tavladım Yadigar'ı, daha tüketilmemiş yıllarımız var ve biz evlenmeye karar verdik” deyip gülüyordu kıs kıs.
Ah diyordu iç çekerek Gülsüm Anne.
“ İlk Yadigar’ ın annesi irkildi beni görür görmez . Belli ki Yadigar’ ın gururu katıksız bu kadından doğmuştu. Ardından diğer aile fertleri yakıştıramadılar beni Yadigar'ıma. Ellerinden de bir şey gelmiyordu evliliğimize mani olacak. Bir rüya mıydı uyanmaya kıyamadığım diye düşünürdüm hep.
Çok yakışıklıydı Yadigar ve Arnavut soyundan. Konuşması durgun olsa da bakışları deliyordu insanın yüreğini “ derken hep sağ elini göğsüne götürüyordu.
“ Bornova Belediye nikah salonunda evlendik, nikah sonrası Faytonla gezdik şehri bir baştan bir başa diyordu. İkimizi faytonda görenler bir uğultuyla bakıyor bize, beni Yadigar’ ı ma yakıştıramıyorlardı. İçimden tu hepinizin Allah belasını versin, size ne ya, adam beni, ben adamı sevdim “ diyordu yüzü gerile gerile ve kızıyordu.
Onlara neydi ki iki gönül birbirini sevmiş ve evleniyorlar.
Haklısın Gülsüm anne diyorduk hep bir ağızdan.
Gaza gelen Gülsüm anne ;
“ Bir müddet sonra, iki katlı kahve rengi boyalı bir evin önünde durdu faytonumuz. Önce Yadigar’ ım indi faytondan, bir eliyle elimden tutup beni aşağı indirirken, bir yandan da gelinliğimi tutuyordu diğer eliyle.
Yumuşak yüzlü bir nine önümü kesti ve ilk o öptü alnımdan.
“ Adım Sıdıka, seni çok sevdim, Allah Yadigar’ ım la seni bir yastıkta kocaltsın ve bir düzüne çocuğunuz olsun “ dedi - “ diyor ve ekliyordu, “ Ben de sevmiştim Sıdıka nineyi. “ derken heyecanla,
“ Kaç merdiven çıktım, yorulmuş muydum, yoksa heyecan mı yapıyordum bilmiyorum. Meydan okurcasına vakur bir sese uyandım. “
“ Hoş geldin evine gönlümün sultanı “
“ diyen Yadigar' ın sesine uyup, Hikmetine teslimim diye devam eden duam yarım kalmıştı sanki, tüm duygularım dans ediyordu içimin meydanında. Bir yandan aşka alfabe sözleri Yadigar' ımın dilinden damlarken, diğer yandan zambak düğmeli gelinliğim üzerimden kayıyordu balık bedenimden gülümseyerek “ derken hep gülüyorduk.
“ Orospular ne gülüyorsunuz “ derken bir yandan da evlilik hikayesinin hiçbir detayını kaçırmadan anlatıyordu.
“ Gecenin ustabaşısı olan ben, karanlıktan korkuyordum. Ne de çok yıldız biriktirmiştim gözlerimde. En büyük hakikatti Yadigar’ la olan gecemiz “ derken, yıldızları söndürüyordu sanki o izbe gözlerinde.
Ve mırıldanıyordu Gülsüm anne,
“ Sıdıka Nine bir düzüne diyordu da bilemiyordu Yadigar’ ımın tez vakit öleceğini. İki yıl sürdü mutluluğumuz. İşten gelirken bir trafik kazası sonucunda ölmüştü tadına doyamadığım, cihana bedel Cihan’ ımın babası Yadigar. “ diyor ve damlatıyordu her seferinde gözünden bir damla.
* * *
Cihan’ dı oğlunun adı, evliydi. Bir kız bir oğlan çocuğu vardı onun da.
Ta Buca’ da oturuyordu, ayda bir sefer gelirdi tek başına, Bayramlarda görürdük gelinini ve torunlarını.
Hiç de yüksünmezdi gelininden Gülsüm anne, bilirdi çektiğini, oğluna çektirdiğini gelinini de anlatmazdı bir türlü. Torunlarının hayali yakardı ciğerini, kavrulurdu zaman zaman. Torunlarına sevgisi can üstüydü oysa. Mutlu gösterirdi resimlerde hep kendini de acıyan yanını hiç göremezdik. Belki de bağırıp çağırması yalnızlığına itiraf makamıydı.
* * *
Bir sessizlik çınlıyordu Gülsüm annenin evinin duvarlarından. Kapalı perdelerden içerisi de görünmüyordu.
Yaslandı ahali kapıya. Bir çırpıda kırıldı o ahşap kapı. Griye çalan beyaz işlemeli bir örtüyle kaplı ot yastıkla süslenmiş bir sedir göze çarptı ilk. Metal bir karyola üzerinde kirli bir yatağın üstünde entarisiyle yatıyordu Gülsüm anne.
Böyle mi uyuyakalmıştı acaba diye sesler yükselirken, mahallenin bilmiş ablası Hatice yokladı Gülsüm anneyi.
“ Ölmüş “ dedi, “ hem de çoktan.
Bir figan koptu oracıkta.
Gülsüm anne ölmüştü, hem de yapayalnız. Ne zaman ölmüştü, nasıl ölmüştü bilen yok.
Cihan geldi biricik oğlu, annesinin göğsüne yaslanıp ağlarken, ona diş bileyen Hatice atıldı lafa,
“ git de mundar karının dizinin dibine ağla. “
Aldırmadı Cihan, belki duymadı bile.
* * *
Gülsüm anne “ bu Hatice var ya orospu Hatice, sokak başlarında çok yürek ıslattı da bir bizim Cihan’ ı gönlüne sokamadı “ derdi. Hatice de iç geçirirdi. Bu söze hep.
Sevmiş karşı komşusu Cihan’ ı da Hatice, konduramamış gül kokulu sevdasını yüreğine.
Ahlaksız değildi Hatice Hanım, hele orospu hiç değildi, takılırdı niye gelinim olamadın diye ve kızıp ona orospu derdi hep Gülsüm Anne.
* * *
Polisler geldiğinde önce virane evin önüne birikmiş meraklı mahalleliyi, dedikodu yapan kadınları uzaklaştırdı evden. Sonra bizleri çıkardılar odadan.
Biz de seyrediyorduk neler olacağını ki, kirli bir şilte üzerine konulmuş Gülsüm annenin ölüsü polislerin elinde arabaya konuldu.
Öğrendik hastaneye götürülerek otopsi yapılmış.
Kaderinin sırrı gizliymiş Gülsüm annenin huysuzluğunda, Kayıp eşinin izi oğlundaymış.
Oğlunun yokluğunaymış sesinin çığırtkanlığı.
Düşünüp düşünüp ağlarmış bize her güldüğünde. Gurbet çekermiş gözü hem de telefon direklerinden ta Van’ ı.
Gecenin gözleri tam da üzerineyken ağırlığını hissettirmiş yalnızlık, kalbine çökmüş bir durağanlık.
* * *
Ayrılmasının ilk günüydü mahallemizden Gülsüm annenin. Virane evinden kokusu kaplıyordu tüm mahalleyi. bir şeyler dokunmuş cümle kadınların yüreğine.
Hani derler ya tırnağımdan bir parçaydı, işte öyle acımıştı canım.
Şair kesilmişti ardına ağıt yakan Gülsüm annenin deyimiyle orospu Hatice.
Temmuz’ un on üçüydü, Cuma' nın ardına yaslanan bugünkü Cumartesi.
Meğer Gülsüm anne Temmuz’ dan hiç dışarı çıkmamış ki. !
Temmuz ayında doğmuş, Yadigar’ ıyla vuslata erip, Temmuz ayında doğurmuş Cihan' ını.
Kendine fazla gelen Telefondaki o güzel sesi Yadigar’ ına yetmemiş, oğluna ise hiç değmemiş.
Kendi öyküsü Temmuz’ da kader olup yazılmış Gülsüm Annenin alnına.
Uzun soluklu bol kahkahalı Gülsüm anneli günlerimiz bitmişti artık.
Kim gider, kim kalır hesabı bize kalan sadece kısa yakınımızda bildiğimiz, ancak gelmesini istemediğimiz kısa soluklu mimli tarihimiz.
Bilesin ki Gülsüm anne, her günümde bir gözyaşın gülümsüyor gözlerime, her küfrünü yutuyorum en kutsal sözün diye.
Şimdi anladım musalla beyazı gözlerinle nereye kör bakışı göz kırptığını.
Sallansın günahların bedeninden, boynundaki defterin beyaz, güllerin hep asuman olsun. Ağlat melekleri masum düşüncenle ve kanatlandır ruhunu süzül ta göğün en yükseğine ve seyret bir avuç dua gönderen beni….
Zekeriya DUMAN