II.Abdülhamit Filistin ve Gayri müslimler

27.01.2019

Sultan Abdülhamid, Yahudiler ve Siyonizm

     Osmanlı Devleti’nde hiç bir devirde, bireysel bazı yaklaşımlar istisna kabul edilirse toplu ve sistematik antisemitizme, yani Yahudi düşmanlığına rastlanmaz. Aksine Osmanlı millet sistemi din esasına dayalı olduğu için Yahudiler de diğer din mensupları gibi zimmî hukukuna tabi tutulmuş, her türlü dinî ve kültürel faaliyetlerini yapmalarına büyük bir serbestiyet sağlanmıştır. Zimmî olmak, bu insanların can, mal ve ırz güvenliklerinin devletin zimmetinde olması demektir.
     Osmanlı’da Yahudi düşmanlığı olmadığı gibi, asırlarca sığınmacı Yahudiler Osmanlı Devleti tarafından himaye edilmiştir. Endülüs Emevileri’nden kalan son şehir devleti Granada( Gırnata ) da İspanyollar tarafından ele geçirilip İber Yarımadası’nda Müslüman varlığına son verilince, Yahudilerin de artık o topraklarda yaşamasına imkan bırakılmamıştır. Bütün İspanya’ya hakim olan İsabel ve Ferdinand ikilisi, Kuzey Afrika’ya kaçamayan Müslümanları katlederken, Yahudilere ise ölmek veya dört ay içinde İspanya’yı terk etmek gibi iki seçenek sunmuştur. 1492’de hiç bir Avrupa ülkesi Yahudilerin kendi ülkelerine iltica etmesine müsaade etmemiştir. Ortalıkta perişan bir şekilde kalan Yahudilere Sultan II. Bayezid ülkesinin kapılarını açmıştır.
     Nitekim Türkiye Yahudileri, 1989 yılında 500 yıl önce atalarına kapılarını açan Türkiye’ye bir şükran ifadesi olarak “ Beş Yüzüncü Yıl Vakfı”nı kurmuşlardır. Bu vakfın kurucuları arasında Yahudi olmayan ünlü iş adamları ve politikacılar da vardır.
     Siyonizme gelince işin mahiyeti değişir. Siyonizm, en hafif anlamıyla Yahudi Milliyetçiliği olduğu için her Müslüman gibi şüphesiz Sultan Abdülhamid de bu fanatik ideolojiye karşıydı. Siyonizme karşı olmak asla Yahudi düşmanlığı değildir. Sultan’ın kendi vatandaşı olan Yahudilerle de bir derdi olmamıştır. 29 Ağustos 1897’de İsviçre’nin Basel şehrinde Theodore Herzl’in topladığı Dünya Siyonist Kongresi ile bu acımasız ideoloji tarih sahnesine çıkmıştır.
     Ne var ki, Sultan Abdülhamid’in Siyonizm’le mücadelesi ile ilgili olarak yazılıp çizilenlerin çoğu da abartı ve süslemelerden payını almıştır.
Dönemin dünyaca meşhur banker ailesi Yahudi Rothchildler, Sultanla ileri derecede içli dışlıdırlar. Kendileri borç vermede cömert oldukları gibi, Sultan da onları nişan ve hediyelere boğmaktan geri durmamıştır. Bu aileyle Osmanlı’nın yakın ilişkisi II. Mahmut döneminde başlamış, Sultan Hamid’in babası Sultan Abdülmecid, Kırım Savaşı esnasında Rothchildler’dan büyük çapta silah satın almıştır.
(Bkz. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu,Doç. Dr. Sezai Balcı,Rothschildler ve Osmanlı İmparatorluğu, Erguvan Yayınları, İstanbul, 2017)
     Dünya Siyonizm Kongresi’nin lideri Teodor Herzl ile Sultan Abdülhamid arasında Filistin üzerine geçtiği iddia edilen meşhur diyalog da hiç bir belgesi olmayan bir tevatürden ibarettir. Aksine Teodor Herzl’in, 1902’de Sultan’ı ziyareti esnasında Sultan tarafından hüsn-i kabul görmüştür. Yani, kendisine nezaketle muamele edilmiş, ağırlanıp uğurlanmıştır. Ayrıca farklı zamanlarda Herzl’e üçüncü ve birinci dereceden Mecidî nişanlar da verilmiştir. (Bkz. Prof. Dr. Vahdettin Engin,Pazarlık, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2017)
     Sultan Abdülhamid, bilinenin aksine Rothschildler’in Filistin’de koloniler kurmalarına müsaade ettiği gibi, Musevilerin burada arazi satın almasına da müsaade etmiştir. Yabancı kaynaklar değil, Balcıoğlu ve Balcı, yukarıda adı geçen eserlerinde Başbakanlık Arşivi’ndeki belgelere dayalı olarak bu durumu çok net bir biçimde ortaya koymuşlardır.
     Sultan Abdülhamid’e hall fetvasını sunan ekibin içinde bulunan Selanik Yahudisi ve aynı zamanda Mebusu Emmanuel Karasu’nun konumu da yıllarca farklı yorumlanmıştır. Esasen ortaya çıkmıştır ki adı geçen şahıs aslında Sultan’ın jurnalcılarından biridir. Karasu, padişahın tahttan indirilmesi fetvasını bir Yahudi olarak değil, İttihat ve Terakki Partisi’nin bir milletvekili sıfatıyla sunan biridir. Padişahın kabinesinde Yahudi bakanların olmasının yadırganmadığı bir dönemde, Yahudi bir Osmanlı milletvekilinin böyle bir misyonu yüklenmesi de yadırganmıyordu.
     Unutmayalım ki, Sultan Abdülhamid, bir askeri darbenin sonucunda tahta çıkmıştı; asker ve sivillerin ulemayı da kullanarak yaptıkları bir müdahaleyle tahttan indirilmişti. Siyasî iradeye karşı yapılan her darbeyi lanetlemek lazım. Ayrıca bunu Müslüman ya da Yahudi’nin yapması arasında da bir fark yoktur.
Sultan Abdülhamid Devrinde Ekonomi

     İlber Ortaylı Hoca, 19. Yüzyıla “En Uzun Yüzyıl” der. Hatta bu ismi taşıyan çok önemli bir kitabı vardır. Elbette her asır, yüz yıldır ama gerçekten 19. Yüzyıl bizim açımızdan o kadar çok yıkılışa, devrilişe, felakete ve zaafa sahne olmuştur ki, bir türlü bitmek bilmemiştir.

     Ekonomik açıdan da en zor yüzyıllarımızdan biri 19. Yüzyıldır. Osmanlı Devleti, bütün Müslüman toplumlar gibi, Sanayi Devrimlerini ıskalamış, el tezgahlarına dayanan ekonomisi, Avrupa’nın fabrikasyonu karşısında iflas etmiştir. İlkel asırlardaki tarzda yapılan tarımımız da dünya ile rekabet etme kabiliyetini kaybetmiştir. Askeri alanlarda yapılan yenilik ve modernleşme hayatın bütün alanlarında yapılamadığı için çare olmamıştır.

     1854 yılına kadar, dışarıdan borç almadan gelen Osmanlı Devleti, hem devlete hakim olan debdebe, lüks ve şatafat düşkünlüğünün finansmanını karşılamak, hem de bu yıl girilen Kırım Savaşı’nın harcamaları için ilk defa dış borç almıştır. Devletin hazinesi ağzına kadar dolu olan asırlarda sadece Topkapı Sarayı ile yetinilirken, çöküşün başladığı 19. Asrın ikinci yarısında peş peşe saraylar ve köşkler inşa edilmiştir. Bugün İstanbul’da hâlâ ayakta olan köşk ve sarayların, Topkapı hariç,hepsi çöküş döneminde yapılan eserlerdir. Malum, müflis iş adamlarının çoğu, uzun sürmese de, daha iyi giyinir, daha iyi arabalara biner ve daha iyi ofislerde otururlar. Böylelikle etrafa “yıkılmadım,ayaktayım” mesajı verilmeye çalışılır. Osmanlı yönetimi de Avrupa karşısındaki zayıflık kompleksini onların Buckingham Sarayı, Versailles Sarayı veya Sen Petersburg Sarayı gibi Saraylar inşa ederek yenmeye çalışmıştır. Sultan Abdülhamid, Topkapı Sarayı’nda doğmuş, Dolmabahçe Sarayı’nda büyümüş, Yıldız Sarayı’nda hükmetmiş ve nihayet Beylerbeyi Sarayı’nda vefat etmiştir.

     Elle tutulan üretim olmadığı için, borcu borçla kapatma, borcun faizi için borç alma artık Osmanlı idaresinin kaçınılmazı olmuştur. Sultan Abdülmecit zamanında başlayan borçlanma serüveni, kardeşi Sultan Abdülaziz döneminde zirveye çıkmıştır. Öyle ki, 1874 yılında, iki Galata sarrafından alınan borç, 27 yıl boyunca ödenmediği için 1901 yılında, alacaklıların Fransızları devreye sokmasıyla uluslararası bir kriz haline gelmiş, Fransızlar buna karşılık, o zaman bizim olan Midilli adasına asker çıkarmıştır. Ancak sarraflar Lorando ve Tubini’ye borcun, faiziyle birlikte, son kuruşuna kadar ödenmesinden sonra Fransızlar askerlerini çekmişlerdir. Fransızlar, sadece tahsilatçılık yapmakla kalmamışlar, bu meseleyi kullanarak kendileri için de birçok imtiyaz koparmışlardır.

     Alınan borçlar, geri dönüşümü olan yatırımlara değil, büyük çapta devletin cari giderlerine ve az bir miktarı ise hizmet sektörüne harcanmıştır. Sultan Abdülhamid tahta çıktığı zaman, amcası Sultan Abdülaziz moratoryum ilan etmişti. Yani alacaklı ülkelere “borçlarımı ödeyemiyorum” demişti.

     Türkiye’yi çok iyi bilen “Doğu’nun Ruhu” kitabının yazarı ,Türk dostu İngiliz diplomat ve fikir adamı David Urquhart, Sultan Abdülaziz ve Sultan Abdülhamid’e uzun mektuplar yazarak borçlandırmanın büyük bir tuzak olduğunu ve mutlaka bu beladan kurtulmaları gerektiğini defalarca yazmıştı. Bu mektupların çoğu mabeyn (padişahların özel kalemi)engeline takılarak adı geçen padişahlara ulaşmamıştı bile. Bu mektuplarından birini, “Türkler” isimli kitabını tercüme ederek yayımladığım Muhafazakar Parti milletvekili Butler Johnstone İstanbul’a getirmiş ama tüm çabalarına rağmen Hünkar’a ulaştıramamıştır. (Bkz: Hüseyin Çelik,Türk Dostu İngiliz Dışişleri Komiteleri, İnkılab yayınevi, 1993, İstanbul)

     Hakkını yememek lazım Sultan Abdülhamid, 1876’da padişah olduğu zaman Osmanlı Hazinesi ve Maliyesi, yukarıda da belirttiğimiz gibi zaten iflas etmişti. Ne var ki, O, ekonomik olarak ülkeyi şaha kaldıran bir icraatın sahibi de değildir. Eğitim, sağlık, ulaştırma ve haberleşme alanlarında bıraktığı çok önemli hizmetler vardır. Onun zamanında bilim, teknoloji ve tarım alanlarında da ciddi iyileşmeler olmuştur. Ancak bilinenin aksine, Osmanlı Devleti, ekonomik olarak en fazla Sultan Abdülhamid döneminde dışa bağımlı hâle gelmiştir. Rumi 28 Muharrem 1299, Miladî 20 Aralık 1881’de padişah kararnamesi ile Kurulan Duyûn-ı Umumiye Meclisi, tarihimizde yabancıların maliyemize yaptıkları en büyük müdahaledir.

     Öyle ki, günümüz IMF’sinin dayatma ve şartları, Düyun – Umumiye’nin şartları ve uygulamaları karşısında çok hafif kalır. Bu kararname ile alacaklı devletler Osmanlı Devleti’nin gelirlerinin çok önemli bir kısmına resmen el koymuşlardır.
1854-1914 yılları arasında dışarıdan toplamda 41 ayrı anlaşmayla borçlanmaya gidilmiş, bunun da toplam 20’si Sultan Abdülhamid dönemine rastlamaktadır. Her ne kadar miktar olarak Sultan Abdülaziz kadar açılmamışsa da, o da dış borçlanma sarmalından devletin yakasını kurtaramamıştır. 1854’te almaya başladığımız dış borçların son taksidini 1954’te ödedik.
( Bkz. Dr. Biltekin Özdemir,Osmanlı Devleti Dış Borçları, Maliye Bakanlığı Yayınları, 2010,s.96)

     Sultan’ın 33 yıllık iktidarının ekonomik muhasebesini yapmak ve detaylandırmak elbette bu yazıya sığacak bir konu değildir. Bu alanda da çok sayıda kitap ve makale vardır. Ne var ki, bu yayınların çoğu yine ya Sultan Abdülhamid’i karalama ya da yüceltme yolunu seçmiştir. Bütün malzemeyi değil de, sadece görmek istediklerimizi gördüğümüz sürece tarihî körlüğümüz ne yazık ki devam edecektir.
Sultan Abdülhamid’in Pan-İslamizmi

 Sultan Abdülhamid’in “Pan-İslamcılık” politikası dini bir hassasiyetten kaynaklanan bir tercih değil, dönemin şartlarının gereği olarak başvurulan pragmatist bir stratejidir.

    Yavuz ve Kanunî gibi, haşmetli devirlerin padişahlarının Pan-İslamcılık yapmaları zaten söz konusu olamazdı. Çünkü bütün dünya Müslümanları zaten onların eline bakıyordu ve hepsi Osmanlı’ya muhtaçtı. Çöküş asırlarında ise, çoğu diğer süper güçlerin esaretinde olsalar bile, dünya Müslümanları’na, Osmanlı’nın ihtiyacı vardı. Onun için “Pan-İslamcılık” dinî hasbilikten doğmuş bir hareket değil, zayıflıktan kaynaklanan siyasal bir ideolojidir.

    Müslümanlık yapmak ile İslamcılık yapmak kesin çizgilerle birbirinden ayrılması gereken şeylerdir. Tıpkı dindarlıkla dinciliğin çok farklı olması gibi. Dindar, büyük bir ruh ve beden teslimiyetiyle dinini yaşayan ve yaşatmaya çalışan insandır. Dinci ise, dinini başta her türlü menfaat olmak üzere, dünyevi amaç ve emelleri uğruna kullanan insandır. Birincisinde ihlas ve samimiyet, ikincisinde ise manevi iflas ve riya vardır. Dünya Müslümanları üzerinde titremek, din kardeşliği potasında erimek, İslam dünyasının maddi ve manevi refahını istemek ve bu uğurda gayret göstermek, şüphesiz ki çok saygıdeğer erdemlerdir. Ancak, siyasal güç ve iktidarı elde etmek veya elde tutmak için dinden ve dini hassasiyetlerden faydalanmayı esas alan siyasal İslamcılık hareketi için aynı şeyleri söylemek mümkün değildir. Birincisi, dini için dünyasını kullanırken; ikincisi, dünyası için dinini kullanır.

    Kaldı ki, çoğu günümüzdeki İslamcıların ilham kaynağı olan dönemin islamî hassasiyetleri ön planda olan aydınlarının neredeyse hepsi Sultan Abdülhamid’e sırılsıklam karşıdırlar. (Filibeli Ahmet Hilmi Efendi, Babanzade Ahmet Naim Efendi, İzmirli İsmail Hakkı, Ferit Kam, Eşref Edip, Mehmet Akif Ersoy, Elmalılı Hamdi Yazır, Bediüzzaman Said Nursi vs.) Çünkü bu aydınlar, baskı rejiminden dolayı münafık ve maskeli bir toplum oluştuğunun farkındaydılar. Onun için bu Müslüman aydınlar, hilafet kurumu ve sözümona din adına tesis edilen otoriter bir yapıdan değil, homojen bir yapısı olmayan, hürriyetçi ama İslamcı olmayan Meşrutiyetçilerden yana oldular.

    Sultan Abdülhamid’in yanında ve yöresinde, bilinenin aksine, en kritik görevlerde bulunanların çok önemli bir kısmı gayri müslimlerdir. Abdülhamid devri, bu yönüyle, bugünün “yerli ve milli” anlayışıyla mukayese kabul edilemeyecek kadar çoğulcu bir görüntü sergilemektedir. Sultan Abdülhamid’i adeta kutsayan günümüz Türkiye’sinin İslamcılarına bugün bile böyle bir tabloyu kabul ettiremezsiniz .

    Bu gayri müslim devlet adamlarına bazı örnekler verelim:
– Artvin Dadyan Paşa ( Ermeni) Dışişleri Bakanı
– Spiridion Mavroyeni ( Rum ) Özel dokturu
– Sami Günzberg ( Yahudi) Diş hekimi
– Nişan Efendi ( Ermeni ) Basın danışmanı
– Teodor Kasap ( Rum) Saray Kitapçıbaşısı
– Agop Paşa ( Rum ) Şahsi Emlakçısı daha sonra Maliye Bakanı
– Sarkis Balyan ( Ermeni ) Mimarbaşısı
– Aleksandros Karatodori Paşa ( Rum ) Bayındırlık Bakanı
– Mareşal Ferdinand ( Bulgar Prensi ) Yaveri
– Raimando D’Aranco (İtalyan ) Saray Mimarı
– Fausto Zonaro ( İtalyan ) Saray Ressamı
– Arturo Stravolo ( İtalyan) Saray Tiyatrocusu
– Sava Paşa ( Rum) Dışişleri Bakanı
– Ohannes Efendi ( Ermeni ) Ticaret Bakanı
– Ohannes Sakızyan ( Ermeni ) Maliye Bakanı
– Miamili Portakalyan ( Ermeni )Maliye Bakanı
(Detaylar için Bkn.https://www.academia.edu/33920601/II.Abdu_lhamidin_Hıristiyan_Memurları)

Sultan’ın şahsî ve ailevi yaşantısı, Yıldız Saray’ında dinin ve dindarlığın ne kadar hakim olduğu konularıyla ilgili yazılmış çok sayıda kitap ve makale vardır. Elbette her fani gibi, o da hesabını Allah’a verecektir. Burada belki sorgulanması gereken şey, günümüz islamcılarının Merhum Padişah’ı adeta velayet mertebesine çıkarmalarıdır. Ona “ Kızıl Sultan” yaftasını vuranlara karşı, berikilerin ona “Veli Padişah” demesi, ne yazık ki bir Türkiye klasiğidir.

    Deveye, “ Sen inişten mi hoşlanırsın, yoksa yokuştan mı”diye sormuşlar; deve, “niye düzün suyu mu çıkmış?” demiş.
Biz ne zamana kadar ya yokuş, ya da inişe talim edeceğiz?

Sultan Abdülhamid ve Yabancı Elçiler

      Sultan Abdülhamid’in yabancı Büyükelçilerle, diplomasinin gerektirdiği nezaket ve hassasiyetle muhatap olduğuna dair yüzlerce örnek vardır.
      Diplomasinin gücüne inanan II. Abdülhamid, saltanatı boyunca ülkeler arasındaki ilişkilerde diplomatik nezaket ve teşrifata hep riayet etmiştir. Sultan’ın bu tarafı, onu seven veya sevmeyen herkes tarafından kabul edilmektedir. Sadece yurt dışından gelen yabancı misafirlere ve onların maiyetindeki kimselere değil, aynı nezaket ve hassasiyeti kendi ülkesinde yerleşik yabancı misyon şeflerinden de esirgememiştir.
      Her ne kadar TRT’de yayımlanan “Payitaht Abdülhamid” dizisinde, Sultan bir tokatla İngiltere Büyükelçisini yere seriyorsa da , bunun tarihî gerçeklikle zerre kadar alakası yoktur. Hani meşhur bir sözümüz var ya, “ Merd-ı kıpti, faziletin beyan ederken sirkatin söyler” Yani, “Kıpti vatandaş, faziletlerini anlatacağı zaman yaptığı hırsızlıkları anlatır.” TRT de Sultan Abdülhamid’e kahramanlık yaptıracağım derken onu bir mahalle kabadayısına çevirmiştir. Koca bir ülkenin padişahı Abdülhamid, bütün diplomatik teamül ve nezaketi ayaklarının altına alarak üzerinde güneş batmayan imparatorluğun elçisine kendi makamında dayak atıyor. Bu akla ziyandır. Denecektir ki, bu bir belgesel değil, bir dizidir. Senarist istediği gibi tarihi eğer büker.
       Hayır efendim, milletin parasıyla milletin kanalında sırf hamaset adına böyle bir tarih saptırmasını kimsenin yapmaya hakkı yoktur. Sanırım bugüne kadar, tarihin gördüğü en ultra manyak devlet başkanı Amerika devlet başkanı Trump’tır ama o bile böyle bir densizlik yapmaz.
Merhum Necip Fazıl’ın ünlü beyitini biz yıllar yılı kült yaratma sevdalısı olan Kemalist tarih yazıcıları ile alay etmek için söylerdik:

“Bülbüllere emir var: lisan öğren vakvaktan;
Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!“

      Ne yazık ki, şimdi milletin kanalı, milletin parasıyla millete balığın tırmandığı kavaktan söz ediyor.
      İnsanımızın önemli bir kısmının okumadığı, sadece seyrettiği hesaba katılırsa, tarihî sinema filmi ve dizileri yapanların bu hususu göz önünde bulundurmaları aslında toplumsal bir sorumluluktur. Ne Kanunî, Muhteşem Yüzyıl’daki Kanunî’dir, ne de Sultan Abdülhamid, söz konusu dizideki Sultandır. Hele hele bir dizi devletin resmî kanalında yayımlanıyorsa sorumluluğunuz bir kaç kat artıyor demektir.
      Hamaset, tarihi gerçekliğin en büyük düşmanıdır. Boya ve makyaj kişiyi kendisi olmaktan çıkarıyorsa orada ciddi bir yanlışlık vardır.
      Sultan, kendisiyle görüşen veya ziyaret eden yabancılara çok nazik davranmakla kalmayıp onları hediyelere de boğuyordu. Sadece büyükelçilere değil, öyle anlaşılıyor ki,Sultan elçiliklerin daha alt kademedeki meslek memurlarına da hediyeler veriyordu. İngiliz Devlet Arşivi’nde araştırmalar yaparken ilginç bir yazışmayla karşılaşmıştım. Hatta bu konuyu Türkiye’ye döndükten sonra Dergah Mecmuası’nda yayımladım. Söz konusu olay şöyle cereyan eder:
     Yıl 1878. Ruslar 93 Harbinin galibi olmuş ve Yeşilköy’de karargah kurmuşlardır. Osmanlı’nın İngiltere’ye en çok muhtaç olduğu günler yaşanıyor. Sultan, İstanbul’daki İngiltere Büyükelçiliği’nin 1. Katibi Mr. Sandison’a, çok kıymetli mücevherlerle süslü bir enfiye kutusu hediye etmek ister. Sandison, Büyükelçi’nin bilgisi ve onayı olmadan bu hediyeyi kabul edemeyeceğini kibar bir dille Sultan’a arz eder. Mr. Sandison, büyükelçiliğe gelip Büyükelçi Henry Layard’a ne yapması gerektiğini sorar. Layard ise Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’nin bilgisi ve onayı olmadan kendisine “al” veya “alma” diyemeyeceğini söyleyerek konuyu resmî bir yazıyla Dışişleri Bakanı Lord Salisbury’e bildirir. Salisbury cevabî yazıda, selam kelam faslından sonra işin özüne yönelik şöyle yazar:


“Bu konuda bir karar vermeden önce, söz konusu hediyenin hangi hizmete karşılık olarak ihsan edilmek istendiğini bilmek isterdim.” (Public Record Office. F.O: 195-1169, No.828)


      Bu yazışmalara İngiliz devlet arşivinde rastlayınca doğrusu hem şaşırmış hem de bu hassasiyeti takdir etmiştim.
İngiltere’nin 19.Yüzyıldaki konumu ABD’nin bugünkü konumundan da daha güçlüydü. Hal böyle olunca İngiliz Elçilerin de belirgin bir ağırlığı vardı. Bütün tarihçiler bilir ki, o gün için “düvel-i muazzama” yani büyük devletler denince akla İngiltere, Fransa ve Rusya gelirdi. Haliyle onların elçileriyle olan görüşmelerde de daha bir hassasiyet gösterildiği unutulmamalıdır.
      Mehmet Akif Ersoy’un,“Üzengi öpmeye hasretti, garbın elçileri.“dediği devirler çoktan geride kalmıştı. Dikkat ederseniz zaten Akif de geçmiş zaman kipi kullanıyor: “Hasretti” diyor, “Hasrettir” demiyor.


Kaynak:Eski AKP M.vekili ve Kültür ve Milli Eğitim Bakanı Doç.dr Hüseyin Çelik

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar

Seferi (Nurcan Bedir Ören)

Seferi (Nurcan Bedir Ören)

6 years ago

Tarihî bilgi verirken olan neyse o söylenir, ankatılır. Buna dayanarak ben de tarihi sosyalden çok müsbet ilimlere yakıştırırım. O tarihte o olay olmuş, kimse değiştiremez ki... Yazınızda bunu siz de söylüyorsunuz. Objektif ve belgelere dayalı bilgilerinizi paylaştığınız için teşekkürler. Ellerinize sağlık...

Mete Han

Mete Han

6 years ago

@metehan486 | Teşekkürler. Herkesin gerçeği gerçeklerden öğrenmesi temennilerimle sağlıklı günler dilerim