IŞIK

13.01.2017

    -Ayhaan... Hadi kalk artık... Ayhaan! 
    -Iıığh... Ne çabuk sabah oldu yaa...
    -Hadi kalk.
    -Saat kaç?.. Aaa... 7'ye 2 var...2 dakka daha uyuyum...
    O sırada telefon çalar. Ayhan, gözlerini açar.
    -Telefon çalıyor...Neyse kalkiim baari.
    -Ben bakardım. İki dakka uyumuucak mıydın?
    -Zaten kalkacaktım, bahanem oldu.
    Yataktan yuvarlanarak, büründüğü yorganla birlikte aşağı düştü. Yorganın içinden çevik bir hareketle zıplayıp kalktı, salona koştu. Telefonu açtı:
   -Alo...
Arayan ablasıydı.
   -Ayhaan...Annem yanındaysa belli etme... Şimdi sela okundu, Işık şehid olmuş.
   -...
   -Sakın annem duymasın. Haberler'de kanal değiştir. Anadolu'dan Görünüm'ü falan seyrettirme, haberi olmasın.
   -...
   -İyi misin?..Niye konuşmuyorsun?.. Kendine gel... Güçlü dur, anneme hissettirme dedim. Duyuyor musun?!
   -Duy...dum.
   -Hadi ben kapatıyorum. Birilerini arayıp sorayım işin aslını... İnşallah yanlış duymuşumdur.
   -...
   Ayhan'ın damarlarındaki bütün kan, beynine doğru hücum ediyordu. Etrafına baktı...Karanlık bir boşluktaydı. Yanıp sönen yıldızlar vardı. Boşlukta düşüyor muydu, uçuyor muydu, yoksa asılı mı duruyordu. Bir yerlere tutunma ihtiyacı duydu. Elini gayri ihtiyârî uzattı. Her hangi bir şeye dokunduğunu hissedince sıkı sıkı tutmaya çalıştı. Etrafındaki karanlık siyah boşluk, mor'a dönüşmeye başladı. Yıldızlar, hızla sönüyordu. Yavaş yavaş mor renk de dağılınca, mutfak kapısının pervazını tuttuğunu farketti. O kadar sıkı tutuyordu ki bileğinde büyük bir acı hissetti.
   -Kimmiş?
Annesinin sesiyle irkildi.
   -Yann...lış...numaraymış.
   -Niye çağırmadın?.. Ben gereken yanlışı yapardım.
Kızının, telefonla taciz edildiğini düşünmüştü. 
   -Yok... gerçekten yanlış numara. 
   -Niye rengin bembeyaz o zaman?
   -Bilmem...Hızlı kalktım ya... Ondandır...Tansiyonum düşmüştür belki.
   -Neyse...Hadi kahvaltını da yap da git okula.
   -Tamam... 
   ....
   Ayhan, fakülteyi bu sene bitirmişti, ilk tayini de bu küçük, köyden bozma şehre çıkmıştı. Ayhan'ın yalnızlığına çare olmak için bazen annesi, bazen babası, bazen ikisi birden, zaman zaman da kardeşleri ona misafir olurdu. Torosların en yüksek zirvesi Demirkazık'ın eteklerinde, dağ yollarının içinde, Niğde-Adana arasında kalan bu kuş uçar ama kervan geçmez yerde bir ilçeye ihtiyaç duyulmuş. İki köyün ortasına bir meydan, belediye, hükümet konağı yapılmış, esnafın dükkan açması sağlanmış, yöre halkının deyimiyle "Kazârâ kazâ olmuş" bir yerdi. 
   Kışın soğuk, karlı, buzlu günleri yavaş yavaş geride kalıyordu. Dağlardaki kar manzarası hâlen duruyordu ama serin ve yağmurlu -bazen gene de karlı- yağışlar, toprağın uykulu yüzünü yıkayıp uyandırmaya çalışıyordu. Sobalar hâlâ kalkmamıştı, anne-kız gündüz oturdukları, gece uyudukları sobalı odadan, önce telefon, sonra kahvaltı için çıkmışlardı. 
   Ayhan, kendini bir an  önce dışarı atmak, evden -özellikle annesinden- kaçmak için acele ediyordu. Evden koşarcasına uzaklaşırken annesi pencereden onu izliyordu. Kızının ani değişikliğini farketmişti ama yine de iyi şeyler düşünmeye gayret edip "belki ilk derste yazılısı vardır, ondan acele ediyordur" diye kendi kendine mırıldandı.
   Bir bardağın altının, düz bir şekilde koyulamadığı, tamamen engebeli bir coğrafyaya sahip bu küçük şehirde, evden çıkınca, önce yamaçtan aşağı doğru koşmuş, asfalta gelince dik bir yokuşu tırmanmış, sonra okulun sokağına dönüp, hafif bir meyille tırmanmaya devam etmişti. Annesi pencereden, okul yoluna dönünceye kadar, onu izlemişti.
   İlk ders Lise 1'lere... Okulun zemin katında... Öğretmenler odası, 3. katta... Ayhan hızlı bir karar verip, yine zemin katta olan müdür muavini odasına girdi.
   -Günaydın hocam!
   -Günaydın
   -Bugün size misafirim, dersim bu katta da...
   -Tabii ki hocaanım, ne demek?... Suratınız... bembeyaz... gelirken yoruldunuz mu?
Ayhan, sabah aldığı telefonu söylemek istedi, diline kadar gelen lafı söylerse ağlayabileceğini düşündü, sustu ve yutkundu.
   -Koştum da biraz... Şimdi de üst kata çıkmak istemedim.
   -Aman aman dikkat... Gençlikte farkedilmiyor, koşuvermek kolay geliyor da... yine de dikkat...
   -Haklısınız hocam.
"Aman şu zil bir çalsaydı", diye düşündü. Derse girince, bütün sorunları kapının dışında bırakmasını biliyordu. Şimdi ise, önce duyduğu haberin yanlış olmasını diliyor, sonra derse girince, içten içe kaynayan şu volkanın, biraz uyuyacağını ümit ediyordu.
Neyse ki zil çaldı. Ayhan hemen kalktı, derse girdi.
   Dersin konusu sanki o gün için özel seçilmişti. Lise 1'lere, tasavvuf edebiyatını anlatacaktı. 
   Bezm-i Elest'ten başladı, Allah'ın kendi ruhundan, insanlara ruh verdiğinden, doğumla ölüm arasında yaşanan bu dünyada, o ruhu temiz tutabilmenin zorluğundan, eğer insana has kötü özelliklerden arınılabilirse o ruha ulaşabilmekten bahsetti. Temiz bir amel defteri ile ölürsek O'na kavuşmayı ümid ediyoruz. Ölmeden önce kötü özelliklerimizden ayrılabilirsek O'na yine kavuşmuş sayılırız. Çünkü verdiği ruha ulaşmış oluruz. Buna "Ölmeden önce ölmek" denir.
   Ölmeden önce kavuşmayı istemek, O' na duyulan Aşk ile olur. Aşkı nasıl biliriz?... Hepiniz genç, yeni yetmesiniz...Âşık olmuşsunuzdur, o aşk ile bu aşkı kıyaslayarak başlayalım...Sevdiğiniz mükemmel olacak, en güzel, en temiz, en kalıcı... Âşık olduğunuzu sandığınız kişi, böyle midir?..İlk önce böyle olduğunu sanırsınız. Zaman zaman zayıflıklarını, çirkin huylarını tanıdıkça "Benim âşık olduğum, böyle değildi." dersiniz... Bir gün çölde, Leyla'yı gören Mecnun da "Benim Leyla'm sen değilsin." diye onu kabul etmemişti...En büyük aşk, meğer Mecnun'un Leyla'ya diye başlayıp, onu da geçerek Allah aşkına ulaşabilmesiyle olurmuş...Sık sık duyduğumuz, biraz da kafiyeli söylediğimiz, "Leyla'dan geçip Mevla'yı bulma" dan kastımız budur.
   Daha bir çok örnekler vererek, konuyu kendinin bile şaşırdığı bir coşkuyla, anlatmaya devam etti. 
   Derken zil çaldı. Ne güzel anlatıyordu. Nerden de çaldı bu zil... Üniversitedeki gibi arayı da katıp blog yapabilselerdi diye düşündü. Tabii ki karşısındakilerin, yani genç liselilerin molaya ihtiyacı vardı. Toparlanıp çıktı, yine müdür muavini odasına girdi. 
   Beden Eğitimi öğretmeni, dersine katılan erkek öğrencileri bahçede bırakmış, o da müdür muavini odasına gelmişti. Birden Ayhan'a dönüp:
   -Hocam ne'niz var, iyi misiniz? Boncuk boncuk terlemişsiniz...
   -Ben mi?.. Bilmem... 
   -Elinizi kalbinize koymuşsunuz, soluk alış-verişiniz de kötü...
   -Farkında değilim... Çok coşkulu bir ders anlattım, çocuklar ilgili olunca... Belki ondandır. 
   -Derste koşuyor musunuz yoksa diicektim.
   -Belki...kelimeler... koşuyordur. 
   Bu dersten sonra boş bir saati vardı. Dersten çıkar çıkmaz postaneye gidip evi tekrar arayacak, annesinin olmadığı ortamda,ablasıyla daha rahat konuşacaktı. Bunun için zamanın daha hızlı akmasını istiyordu. Zil çalınca tekrar sınıfa girdi. Sanki acele ederse ders daha çabuk bitecekti. 
   Aynı coşkuyla dersini anlatmaya devam etti. 
Sürenin sonlarına doğru, ölümün yok oluş değil, sevgiliye kavuşma olduğundan, Hz. Mevlana'nın ölüm günü için "Benim vuslat günümdür. Kimse yas tutmasın, o gün herkes benim düğün eğlencemi yapsın." dediğinden, o geceye "Şeb-i Ârus"  denildiğinden bahsetti. 
   Zil çaldığında, bir öğrencisi soru sormak istedi. Ayhan, daha önce yapmadığı bir şey yaptı:
   -Sorunu unutma, sonra sorarsın. Şimdi vaktim yok. Hemen gitmem gerek.
   Ablası evden çıkmadan, telefon etmeliydi. Hızla müdür muavini odasına gelip, mantosunu giydi, kimseye bir şey söylemeden, aynı hızla dışarı çıktı. 
   Postane, okula çok yakındı. Zaten küçük bir şehir olduğundan, bütün önemli binalar, birbirine yakındı. Postanenin arka bahçesi ile okulun ön bahçesi sınır komşusuydu. Ayhan postanenin arka bahçesine geldi, daha önce de bu yolu kullananlar olduğu, basılıp geçildikçe düzleşen topraktan belliydi. Bahçe duvarının bir kısmı yıkıktı. Yıkılıp açılmış yerden geçti. Duvar kenarında bir kaç küçük kavak ağacı vardı. Duvara tırmanıp, orda kalmış sarmaşıklar, küçük kuşburnu çalıları... Dolanıp, ön kapıdan binaya girdi.
   Posta Havale'de biri bekliyordu. Acele Posta Servisinde de bir kaç kişi vardı. Kapıdan girince sağ tarafta camlı bölmeyle ayrılmış müdür odasında, bir vatandaş, Müdür Bey'le konuşuyordu. Ayhan, kontörlü telefona yöneldi.
   -Telefon edecektim.
   -Tabii hocaanım buyrun.
   Gözlerinin önüne, Işık'ı en son gördüğü gece geldi:
   O gece Işık, hanımıyla birlikte, halasının elini öpmeye gelmişti. "Amaan Işığım gelmiş, Işığım büyümüş de evlenmiş de hanımını el öpmeye mi getirmiş!"... "Getirrim tabi halacıım, daha benim eve geleceen, çayımı kahvemi de içeceen, çocukları anamla büyütüp, sen de büyük hala olacaan."... "Büyütmem mi...Gurban olurum verene!"
   Işık ne zaman evlendi, polis okulunu ne zaman bitirdi... Işık'la halası ne kadardır görüşemiyorlardı, Ayhan hızla, hesap yapmıştı. " Anne! Bizim  yeterlik sınavı, Asistanlık sınavları, sonra yine yüksek lisans sınavı... Hepsi Işık'ın okulu bitirip evlenmesiyle çakışmış. Belki ondan bize sürpriz oldu." demişti. Işık, " İşte böyle sürpriz yaparım." diyerek gülmüştü. Sonra "İlk önce Doğu görevimi istedim. Bitince inşallah, nere tayinim çıkar, oradayım. Doğu görevimi çoluk-çocuk olmadan bir bitireyim diyorum. Zaten tayinim de çıktı." deyince, ev ahâlisi hep birden "Nereye?!" diye sormuş, Işık şakacıktan, sıçramış gibi yapıp, gururla "Şırnak'a" demişti. Evin o neşeli havası birden bire susmuştu. Kısa bir sessizlikten sonra... "Aman canım korkacak ne var... Dağlarda değiliz ya şehir merkezindeyiz. Hem Allah biliyor ya yatağımda değil de vatan nöbetinde ölmeyi tercih ederim." demişti. Hep birlikte "Allah korusun, seni de diğer yavrularımızı da..." deyip, "Âmin âmin ..." şeklinde mırıldanmalardan sonra yine herkes susmuştu. Sessizliği Ayhan bozmuş, "Benim de tayinim çıktı, ben de Niğde-Çamardı'na gidiyorum." demişti. Işık sessiz ve soğuk bulutları dağıtmak istercesine "Öyle miii..? Halam bir de bana diyor, ne zaman büyüdün diye... aha işte Ayhan benden kaç yaş güccük, o da öğretmen olmuş, ne var..." demişti. 
   Daha sonra yaş pastayla, tayin kutlaması yapmışlardı. Ayhan, yaş pastanın üstündeki mumu yakınca, lambaları söndürüp Işık'la hanımından üflemelerini istemişti. Mumun alevinin Işık'ın gözbebeğinde parladığını görmüştü, Işık birden bire "püff" diye mumu söndürmüş, dağılan isle birlikte Işık'ın nefesi, Ayhan' ın yüzüne çarpmıştı. 
   ....
   -Buyrun Hocaanım, telefon hazır. 
   -Efendim..? 
   -Telefon edecektiniz, daldınız...
   -Haa... Afedersiniz... 
Tuşlara basıp, karşıdan telefonun açılmasını bekledi...
   -Alo..
   -Alo ben Ayhan.
   -Ayhan..? Evde misin, annem duydu mu?
   -Postanedeyim... Sabah ne dedin öyle? Doğru muymuş... Yanlış bir habermiş değil mi?
   -Yok...Doğruymuş.
   -Nasıl olmuş?.. Şehir merkezindeyiz, dağlarda değiliz ya diyordu.
   -İşte şehir merkezi... Devriyedelermiş... Hainler pusu kurmuş... Bunlar minibüsle bir tankerin altına girmişler...
   -Dur... Dur... Anlamaya çalışıyorum... Ne tankeri...
   -Önce şoför olan polisi vurmuşlar, o şehit olunca minibüs kayıp yol kenarında park etmiş bir tankere çarpmış.
   Ayhan, duyacağı haberden korkarak küçük bir çığlık attı:
   -Yanmışlar mı?!
   -Yok... Yanma değil... Etraftan kurşun yağmuruna tutulmuşlar.
   -Şehirde ne pususu bu böyle?..
   -Evlerden, resmî dairelerden, pencereden, çatıdan devamlı ateş etmişler.
   -Tabii bizimkilerde sadece beylik tabancalar... Onlarda uzun menzilliler, kaleşler...
   -Evet öyle...Ama karşılık vermeye çalışmışlar. 
   -Ne kadar karşılık verebilirler ki... Kaç kişilermiş, yaralı kurtulan yok muymuş, hepsi mi şehit olmuş?
   -Evet... Hepsi şehit olmuş. En yaşlıları 30 yaşındaymış, beş yada altı polis, hepsi de genç...
   -Karısı...?
   -Dört aylık hamileymiş.
   -Hamile miymiş?.. Ahh... gelebilmiş mi?
Ayhan, sabah haberi ilk aldığında düştüğü karanlık boşluğu hatırladı. Işık'ın karısı ve annesi için o boşluk, hep olacaktı. O karanlığı aydınlatan ışık yoktu artık.
   -Mehmet ağbi, cenazeyi almaya gitmiş, bu arada gelini de getirir.
Ayhan konuştukça sesi yankılanıyordu. Yankıyı duyuyordu ama anlam veremiyordu.
   -Işık diyorsun, cenaze diyorsun...Yakışıyor mu?
   -Yakışmıyor... Ama ne yapabiliriz, şehit oldu işte...
   -Anneme söyleme dedin de, ne ağlayabildim, ne bağırabildim... Sabahtan beri içim yanıyor.
   -Benim de... Önce sağa sola telefon edip, doğru mu, diye sordum. Sonra abdest aldım, şimdi de çıkacağım. 
   -Çık, bari sen git, selam söyle diyemiyorum, zaten söyleyemezsin.
   -Doğru...Sen anneme dikkat et, yine tansiyonu fırlamasın...Siren sesleri geliyor, ben hemen gidiim, cenazeye yetişiim.
   -Tamam.
Ayhan, son bir kaç cümlesinin salonda yankılandığını duymuştu. Telefonu kapatırken çıkan o küçük, tuş sesi de yankılandı. 
   -Ne kadar oldu?
Memur, gözlerini kocaman açmış, bet beniz sararmış, ona bakıyordu. Cevap vermedi. Ayhan, nefes alışının bile duyulduğu sessizlikten ürküp, etrafına bakındı. Postanede zaman durmuş gibiydi. Memurlar, banketin önünde bekleyen vatandaşlar... hepsi sanki donmuştu, bütün gözler ona çevrilmişti. Müdür, camlı odasından çıkmış, elleri pantolon cebinde, omuzlar çökmüş, ayakta ama dokunsan yıkılacak gibi duruyordu. Ayhan, tekrar önündeki memura döndü...Memur:
-12 lira hocaanım.
Dedi. Sesi yine yankı yaptı. Ayhan çantasından cüzdanını ararken, elleri titriyordu. Zar zor parayı çıkarıp uzattı. Memur alırken:
-Şehidimiz mi var, hocam?
Diye sordu, Ayhan'ın boğazında kocaman bir düğüm oluştu. Konuşamadı. Başını "Evet" anlamında sallarken çıkarabildiği sesle;
-Hı hı... 
Diyebildi, memur bu defa biraz daha güçlü bir sesle;
-Başınız sağolsun. 
Dedi, postanedekiler de soran gözlerle ona bakıyordu ama hiç kimse konuşmaya cesaret edemiyordu. Ayhan'ın içindeki volkan, taşacak yer ararcasına, bütün vücudunu yakıyordu. Boğazından çıkarabildiği hırıltıyla;
   -Vatan...
Diyebildi.
   -Vatan sağolsun.
   Kendinden mi, yoksa öbür insanların yanından mı kaçmak istiyordu, bilemedi ama her zerresi ağrıyan tenini yerden yere atmamak, bağıra bağıra ağlamamak  için zor duruyordu. Son bir gayretle dışarı çıktı. 
   Mart güneşi, gözlerini kamaştırdı, gözyaşları sessiz sessiz yanağından süzülmeye başladı. Adımları kendini taşıyamıyordu. Postanenin arka bahçesine doğru, zorla yürürken, yıkık duvarların arasından geçtiği sırada bir hışırtı duydu. Durup etrafına bakındı, kimse yoktu. Yaprakları dökülmüş bir kavak ağacının, dalları arasından bir rüzgar, aniden "püff" dedi. Ayhan, rüzgarı ve havadaki is kokusunu yüzünde hissetti. Birden durakladı...Kulaklarında Işık'ın "Yatağımda değil de vatan nöbetinde ölmeyi tercih ederim." sözleri çınladı.
   Kavak ağacına yaslandı... Bir müddet öylece kaldı, başını ağacın gövdesine dayadı, rüzgarın saçlarında dolaşmasına izin verdi. Bu zamana kadar bastırdığı volkanı tutması artık mümkün değildi. Ellerini yüzüne kapadı, hıçkıra hıçkıra, sarsıla sarsıla, ağladı... ağladı... ağladı...
 
 
Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da