KategorilerÇocuk ve Gençlıik Romanları Keloğlan ile Yalnız Hekim

Keloğlan ile Yalnız Hekim

11.03.2015

 

 

Bir varmış, bir yokmuş, çok zamanlar önce, köylerden bir köyde, bir kadınlar  bir de oğlu varmış…Oğlan’a  Keloğlan derlermiş. Çünkü  başı anadan doğma, saçsızmış. Çok fakir bir yaşantıları varmış. Anası Keloğlan’a şu öneriyi yapmış:

Keloğlanım , keleş oğlanım, fakirlikten canımız çıktı! Hep aynı şeyleri yemekten bıktık. En doğrusu, sen bir iş bulsan da çalışsan. Yok gayri başka çaremiz.

Anasıan hiç itiraz etmemiş Keloğlan, anasının elini öpmüş, heybesini omuzladığı gibi çıkıp gitmiş evinden, baba ocağından. Nerelere mi? Kimse bilmezmiş. Çok memleketler, sayısız köyler dolaşmış, ama bir türlü iş bulamamış. Geri dönmemeye kararlıymış.

Vurmuş gitmiş, baştan kara… Geçmiş nice ovaları, aşmış yüksek yüksek dağları, bağrını yele vermiş serinlemiş, çarığı eskimiş yenilemiş. Bir de bakmış ki ülkenin sultanının başşehrine gelmiş.

Burada da günlerce, belki haftalarca, belki de aylar boyunca iş aramış, ne ki şansı tutmamış. Bir acıkmış, bir acıkmış ki, dayanamamış, evinin önünde ip eğiren bir kocakarıya yanaçmış, ama bir şeyler istemesine meydan vermeden kocakarı konuşmuş:

Hey Keloğlan, yabancısın galiba! Bizim buraların oğlanlarına hiç benzemiyorsun. Çok perişansın. Kimsin?

Nerelisin?

Kurumuş dudaklarını diliyle ıslatıp cevap vermiş Keloğlan:

Boş ver be analık demiş, derdimle baş başa bırak beni!

Oğlanın bu konuşması, kadının içine dokunmuş. Hiç evlenmemiş olan bu kocakarı, Keloğlan’ı evlat  edinmek istemiş:

Gel hele Keloğlan, demiş, otur şuraya. Dinliyorum seni, anlat kendini, bilmek isterim aslının ensini…

Bir sıcaklık hissetmiş kocakarıda kendisine karşı, dertlenmiş biraz. Gurbet havası, buram buram yakıp kavurmuş gönül alemini. Ve şunalrı söylemiş:

Ben bir garip Keloğlan’ım, çok uzaklardan geldim, hem işsizim, hem açım. Durumum, özetle böle işte…

Kocakarı:

Ah Keloğlan, pek dertlisin anladım. Bir şey diyeyim sana. İyi kulak ver bana. Kal benimle, iş de bulurum sana, aş da…

Ahir ömrümde evlat ol bana.

Hiç de ciddiye almamış Keloğlan:

Kelin ilacı olsa başına sürer, diye konuşmuş. Ana-lık, senin kendine faydan olmaz ki, bana olsun. Yine de bin kere sağ olasın, dillerin dert görmesin. Garipliğimi unutturdun bana, ne de olsa birazcık…

Fakat kocakarı giderek daha bir sevmiş Keloğlan’ı Hele kel başı çok hoşuna gitmiş. Bir de gülerken dişlerinin görünmesine bayılmış. Hiç istemezmiş gitmesini. İçten bir şekilde tekrar konuşmuş:

Aha oğlum, aha evim! Gel bir alşamcık bana misafir ol. Ses ol. Dost ol, evlat ol. Ekmek kırma beni! Dua ederim sana!

Kadının evi dıştan bakılınca, insanı ürkütüyormuş.

Çok kötü, küçücük, harap bir görünümü varmış.

Keloğlan, içi istemeye istemeye:

Peki analık, demiş, tamam, hayır duanı alsam yeter bana; Hem de belki bir tas çorba,Yahut bir kap yemek yemek umuduyla içeri girmiş.

Girmesiyle birlikte, gözlerine inanamamış. Evin içi, dışının tam aksine, çok düzenli, eşyalar yerli yerinde ve yeniymiş. Halı döşeli odaya oturmuş. Daha oturur oturmaz , bir kız elinde yemek kapları dolu siniyle içeri girmiş.

Açlığını filan unutuvermiş bizim Keloğlan’ımız.Kızın güzelliği karşısında küçük dilini yutmuş, gözleri sanki bir kıza çivilenmiş. Bir zaman sonra,kendisine geldiğinde kız odadan çıkmış bile. Büyük bir iştahla yemeği yemiş. Kız, az sonra elinde sofra beziyle içeri girmiş, Keloğlan’a vermiş. Fakat hiç hoşlanmamış ilk görüşte ondan, bu nedenle de, işi bitince hemen çıkmış odadan.

Keloğlan, kuştüyü yatakta yatarken, sabaha kadar gözünü gözüne kapamamış. Hep o çok güzel kızı düşünmüş.

Sabah kahvaltısında, onu doya doya bir daha göreceğini düşündükçe keyiflenirmiş.

Kahvaltı sofrasına oturmuş, ama kız yokmuş, büyük bir hayal kırıklığı yaşamış. Saf saf sormuş yaşlı kadına:

Nereye gitti, nereye kayboldu peri kızı?

Kocakarı, gülümsemiş:

Bir peri kızı yok ortada bu bir; ikincisi, saraya gitti, demiş.

Tabi, kendisiyle dalga geçtiğini sanmış, biraz morali de bozukmuş Keloğlanın.

Kaçıp gitmesinden endişe ettiği için, işin yeteri kadarını anlatmış yaşlı kadın:

O kız, Padişah’ın kızı. Padişah  ise, benim ağabeyimdir. Yaşlı olduğum için yeğenim beni sık sık ziyaret eder, yemeğimi hazırlar ve gider.

Bizim Keloğlan’ın kası iyice karışmış:

Ben hiçbir şey anlamadım e anacık! Hadi kızı anladık diyelim, peki senin evi nasıl anlayacağım? Dışı kulübe gibi, içi, saray odası sanki. Hem sen anacık, neden böyle bir yerde oturuyorsun? Hiç Padişah bacısı, böyle bir küçük evde oturur mu?

Kadının yüreği kabarmış, “ Aaah, aahh!” Diye inleyince, duvarlar bile titreşim. Bir süre suskun susukun kalmış ardından nisan yağmuru gibi boşalmış.

Şu ihtiyar dünya, ne mazlumlara, ne gariplere ne iftiraya uğramışlara sanki cehennem olmuştur  Keloğlan. İşte o mazlumlardan, o talihsizlerden biri de benim. Keloğlan, ciddi ciddi dinlermiş.

Kocakarı, bir dram tiyatrosu oyuncusu gibi anlatırmış:

Bundan yıllar, ama çok uzun yıllar önceydi. Çok güzel bir kızdım.

Bir gün, Padişah ağabeyimin düzenlediği Saray Şöleni’nde gördüğüm bir köylü delikanlıya aşık oldum. O da bana aşık olmuş.Bir saraylı olarak beni ona vermeyeceklerini bildiğim için, gizlice kaçtım.

Hay kaçmaz olaymışım.

Hemen yakalattı bizi ağabeyim.

Hiç acımadan oğlanı öldürttü.

Beni de çok uzak memeleketlerden birine sürgün etti. Fakat ben bir sarayı olduğum için, oralarda yaşayamadım, oralara alışamadımbir türlü.

Sonra, az ötede. Ben fakir bir kadın kılığına girip dönüp geldim ve işte bu klübeye yerleştim. Yeğenim beni tanıdı, bana çok acıdı. Bu evi bir güzel içten donattı. Hem de günaşırı gelir, beni hiç yalnız bırakmaz.

Vaah, vah diye söylenmiş Keloğlan, gerçekten acınacak bir halin var be anacık!...

Tabi, Keloğlana, büsbütün ümitsizliğe düşmüş. Bir Padişah kızını, kendisine vermeyeceklerini anlamış.

Şehirde günlerce iş aramış, bulamamış. Akşam olmuş yorgun argın eve dönüş. Yatmış, uyumuş. Sabah olmuş. O gün hiç çıkmamaya karar vermiş evden. Nasıl olsa birazdan geleceğini düşünmüş Padişah kızının . Beklentisi az sonra gerçekleşmiş. Padişah kızı, girmiş. Tabi Keloğlan’ın ağzı kulaklarına varmış, sevinçten. Saflığı tutmuş, gülümseyerek şöyle konuşmuş:

Hoş geldin Prensesim, safalar getirdin.

Keloğlan’ın öyle içten bir gülümseyişi varmış ki, Padişah  kızı, bu gülümsemeye çarpılmış. Birdenbire Keloğlan’a aşık olmuş. Gönül bu,  ferman dinler mi? Göz göze gelmişler ve hiç ayıramamışlar bir süre…

Yaşlı kadın, bundan hiç rahatsız olmamış. Bir zamanlar kendisi de işte böle sıradan bir köy delikanlısına aşık olmamış mıydı? O günleri bir bir hatırlamış. Sisli hayaller halinde o günler gözlerinin önüne gelmiş. İki gencin kalbini adeta okumuş.

Bir ara, şöyle bir düşünceye kapılmış:

Ağabeyim beni, bir köylü çocuğu aşık olduğum için cezalandırmıştı. Şimdi, zamanı geldi. Bakalım kızına ne yapacak? Ona inat, bunların birbirleriyle evlenmeleri için elimden geleni yapacağım. Ağabeyimden intikam alacağım.

Yine günler geçmiş aradan. Keloğlan, hala iş ararmış. Çünkü işi olmadığı için, Padişah kızına bir şey diyemezmiş. Talihsizlik ya bu ne kadar dolaştıysa da iş bulamamış. Ama kafasına koymuş, ilk fırsatta kıza sevdiğini söyleyecekmiş. Böyle bir an gelmiş çok zaman geçmeden. Keloğlan:

Seni çok seviyorum Padişah kızı, ya seni alırım, ya da bu kapıdan ölür giderim, demiş.

Çok hoşuna gitmiş bu sözler Padişahın kızının. Ama doğruyu, açıkçı söylemekten de geri durmamış:

A temiz oğlan, kafası tüysüz oğlan, hiç boşuna hayallere kapılma, çünkü Padişah babam beni vermez sana! Hem garibansın, hem safçasın, ama benim için bir başkasın…

Bir türlü söylemiş kısacıktan Keloğlan. “Ama benim için bir başkasın…” Sözleri, çok hoşuna gitmiş. Şöyle demiş:

Sen beni seviyorsun, ben seni seviyorum . Vermese de Padişah baban, buluruz elbet bir çaresini.

Nihayet bir iş bulmuş Keloğlan. Bir nalbantçının yanına çırak olarak girmiş. İyi kötü harçlığını alırmış, bir de yeni bir meslek öğrenirmiş.

Kimin başıan, ne zaman, neyin geleceğini, kimse bilemez…

Padişah, hasta olmuş, hastalığı korku hastalığı imiş.

Bir çok hekim gelmiş, muayene etmiş, ona ilaçlar vermiş, ama çare olamamış hiçbiri. Bir yakın köyde bir doktor varmış. Bu doktor yaşlıymış. Bir zamanlar, ünlü bir padişahın baş doktoruymuş. Ama, bilinmeyen bir sebepten çekilmiş köyüne, kimselerle görüşmezmiş.

Birkaç saray görevlisi gitmişler bu doktora:

Padişahımız bir hastalığa yakalandı. Korku hastalığı imiş. Bir de siz gelip muayene etseniz.

Fakat bu adam “Nuh” demiş, “ peygamber “ dememiş.

Elleri boş dönmüş gelenler.

Padişah kızı, babasının hastalanmasına ve hele çaresiz bir hastalığa yakalanmasına çok üzülürmüş. O o kadar  üzülürmüş ki, eğer böyle biraz daha devam ederse, yataklara düşebilirmiş. Halası ise, yeğenine acımış. Ağabeyine değil… Keloğlan’ı çağırmış yanına:

Sana demiş büyük bir iş düştü Keloğlan. Bunu becerebilirsen talihin dönebilir.

Çok heyecanlanan Keloğlan:

Seni dinliyorum analık. Şöyle, demiş.

Kadın, ne yapması gerektiğini söylemiş:

Biraz ötede birköy var. Bu köyde çok namlı bir doktor var. Kimseyle konuşmazmış. Padişah ağabeyimin hastalığına ancak o çare bulabilirmiş.

İşte, sen bu hekimi bulacaksın. Güzel güzel dil döküp onu razı edeceksin. Sona alıp saraya getireceksin. Eğer , bunu başarabilirsen, gör sen o vakir; Hem demiş, yeğenimi de üzüntüden kurtarmış olursun böylece.

Bu son cümle, Keloğlan’ı ateşlemiş. Çok geçmeden yöredeki insanların “ Yalnız Hekim” dediği yaşlıyı bul-muş.

Fakat adamın duruşu, hiç hoşuna gitmemiş. Taş gibiymiş.

Ne bir kıpırtı, ne bir hareket, sanki oturan ölüymüş… Bir  şeyler anlatmış Keloğlan, ama Yalnız Hekim’in ağzından bir kelime bile çıkmamış. Hep dü-şünürmüş.

Bir başka yol denemiş Keloğlan. Adamı konuşturmaya yemin etmiş.

Yerden bir taş almış. Adamın gözlerinin içine baka baka o taşı ısırmaya başlamış. Yalnız Hekim;

Deli misin be aptal çocuk, taş yenir mi hiç, diye bağırmış. Yıllardır konuşmadığı için, sesi paslı paslıymış. Hiçbir renk vermemiş Keloğlan, doktoru güldürmek için, fesini başından almış, havalara fırlatmış:

Ay kel başım, Keloğlan’dır adım, himmet eyle bana tabip, Padişah kızı kalbimi çaldı, diyerek, zıplayıp durmuş. Yalnız Hekim, sonunda gülümsemiş ve hatta keyifli bir kahkaha bile koyuvermiş.

Hala fırıl fırıl dönermiş Keloğlan orta yerde. Çok komik hareketler yaparmış. Yalnız Hekim, birden durgunlaşmış ve derinden gelen bir sesle:

Yıllarca evvel, bir hastam vardı, demiş. Tıpkı senin gibi kel bir oğlan fakat aklı biraz noksandı.

Hey gidi zamanlar heeyy…

Adam, böyle biraz konuşunca Keloğlan, cesarete gelmiş; Hekim Baba, demiş, ben hasta filan değilim. Yanlış anladın.

Ya diyerek hayretini açığa vurmuş, kimmiş hasta olan peki? Keloğlan:

Sevdiğim kızın babası… Onu iyi edersen, beni de sevdiğimi de iyi etmiş olacaksın. Çünkü adam kocaman bir padişah, ben ancak bu işi başarırsam, kızını alabilirim. He de Hekim Baba, hadi be, he de!..

Keloğlan’ın bu içten yalvarışları, Yalnız Hekim’i insafa getirmeye yetmiş. Kıramamış bu saf çocuğu.

Birlikte evden çıkmışlar. Tüm köylüler, bir oğlanla birlikte yürümekte olan Yalnız Hekim’e  bakarak söylenirlermiş:

Kıyamet yaklaştı galiba. Yalnız Hekim, bir yere gidiyor…

Padişah’ın muayene etmiş, saatlerce konuşturup dinlemiş Yalnız Hekimi. Gerçeği anlamış. Sonra şunları söylemiş Padişah’a:

Padişahım, senin hastalığının bir tek çaresi var. Seni buraya gelmeye ikna eden Keloğlan’ı hep yanında bulunduracaksın.O, seni hep neşelendirecek. Başka kurtuluşun yok.

Hemen bulun Keloğlan’ı bana, diye emir vermiş Padişah.

Buyurun Padişahım, demiş, emrinize hazırım.

A be Keloğlan, kafası kel oğlan, beni iyi edersen eğer, sana istediğin her şeyi vereceğim, haberin olsun, bu kadar insan da şahidim olsun!

Bu sözlerle sevgili ile artık bir araya gelebileceğini ve evleneceğini anlayan Keloğlan, Zıp zıp zıplamış, yerlerde taklalar atmış.Daha şimdiden, Padişah gülmeye başlamış.

Sabah, öğle ve akşam Padişah’ın yanına gelen Keloğlan, türlü çeşit şaklabanlıklar ve cambazlıklar yaparak, Padişah’ın tüm korkularını yenmesini sağlamış.

Kırk birinci  günü, Padişah, gayet sağlıklı bir şekilde Keloğlana sormuş:

Şimdi konuş bakayım Keloğlan. Benden ne dileğin var?

Ellerini oğuşturmuş Keloğla, yüzü de biraz kızarmış.

Büyük bir rahatlıkla diyeceğini demiş:

Padişah dediğin büyük bir adamdır. Garipleri sever, fakirleri korur. Madem benden dileğimi soruyorsun, söyleyeyim. Sana damat olmak istiyorum Padişahım. Birdenbire Padişahın rengi atmış. Ama ne dileği olursa, mutlaka yerine getireceğini söylediğini ve buna da herkesi şahit tutmuş olduğunu hatırlamış. Bununla beraber:

Hele acele etme, başı açık, ayağı yalın oğlan! Kızım ne der bakalım? Diyerek, hemen kızının fikrinin ne olduğunu sordurmuş. Kızı, “Evet” demiş.

Kızım razı ise, banada vermek düşer, demiş Padişah. Buna en çok sevinenlerden biri de tabi ki Padişah’ın kız kardeşiymiş.

Keloğlan’ı bu başarısından dolayı kutlayan sevgilisi, mutluluktan havalara uçmuş.

Tam kırk gün kırk gece düğün yapılmış.

Keloğlan ile Padişah kızı dünya evine girmiş.

Keloğlan’ın aklı fikri artık anasındaymış.

Bizzat gitmiş anasını alıp saraya getirmiş.

Bir zaman, sonra Padişah aniden ölmüş.

Bunun üzerine Padişahlık Keloğlan’a kalmış.

Sağ olanlar, hep birlikte çok mutlu bir hayat sürmüşler. Onlar ermiş muradına, darısı böyle olmak isteyenlerin başına.

 

 

Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da