KIPKIZIL ATEŞ GİBİ PARLAYAN BİR ÇİFT GÖZ…SULTAN BAYBARS
(Ben zeytin ağacıyım….)
Ilık bir Nisan gecesiydi. Fecr vaktinde, tatlı bir yağmur sonrası, taze otlar ve yeni sürgün vermiş ağaç dallarıyla karnını doyuran anne geyik, henüz iki gün önce doğan yavrusuyla (ceren) dolaşıyordu. Süt dolu memelerinden cerenini de doyurduktan sonra, sedir ve zeytin ağaçları arasında, taze sürgünleri ve taze otları çiğneyerek, en önemlisi de gözünü cereninden ayırmayarak, gecenin içinde usul usul geziniyordu. Mutlu görünüyorlardı. Ceren zayıf bacaklarının üzerinde titreyerek durmaya çalışırken, annesinin yanından da ayrılmıyordu. Annesi varken güvendeydi, annesi varken aç kalma korkusu da yoktu. Ancak anne geyik, cerene baktıkça gözlerinde bir hüzün beliriyordu. Bu defaki ceren biraz zayıf doğmuştu. Doğalı iki gün olmasına rağmen, bacaklarının üzerinde durmakta hâlâ zorlanıyordu. Eğilip kokladı, dili ile cereninin başını yaladı. Onun biraz daha kuvvetlenmesini beklemek zorundaydı. Aslında bir an önce dağlardaki yuvasına gitmek istiyordu. Birkaç gün önce taze ağaç sürgünlerini takip ederek ovaya kadar inmiş, sonra bir kuytuda cerenini doğurmuştu. Sedirlerin sık olduğu bir yerde saklanıyorlardı. Gece ilerleyince de karanlıktan faydalanıp, otlamaya çıkıyorlardı. Anne geyik özellikle insanlardan çok korkuyordu. Onları duyduğu zaman hemen saklanıp, seslerin uzaklaşmasını bekliyordu. Gerçi insanların olduğu yerde diğer vahşiler olmuyordu. Parslar, yaban domuzları, ayılar…cereni için tehlike olacak her şey…ama insanlar vahşilikte hepsini geçiyordu. Usul usul otlayarak çayırda ve ağaçlar arasında dolaştılar….dolaştılar…anne geyik sık sık cereni kokluyordu. Sanki koklamaya doyamıyordu…
Birden…birkaç dal kıpırdadı, kara bir gölge ok gibi fırladı...hedefi taze yavruydu. Anne geyik daha ne olduğunu anlayamadan, ateş kızıllığında bir çift göz parladı, iki güçlü pençe cereni yere yatırdı. Keskin bıçak gibi iki diş aniden cerenin boğazına geçti. Anne geyik manzarayı gördüğünde çok geçti. Yavrusu canavarın dişleri arasında can veriyordu. Cerenin yaşlar akan gözlerindeki hayat ışığı söndü. Anne geyik, cerenini dişleri arasında tutan parsa baktı. Birden kanı çekilir gibi oldu… Bu gözlerdeki hınç ve öfke çok korkunçtu. Pars, ağzında ceren olduğu halde ağaçların arasından dağlara doğru gözden kayboldu…Sadece iki dakika süren ve neredeyse benim dallarımın altında olan bu sahne, damarlarımdan bir kaçını koparmıştı ve topraktan aldığım özsu vücudumda donmuş gibiydi. Yeni tomurcuklanan çiçeklerimi taşıyan zayıf dallarım, birkaç gün sonra kuruyacaktı.
Gün ağarmaya başladığında, anne geyik süt dolu memelerinin ağırlığıyla, adımlarını güçlükle atarak yürümeye çalışıyordu. Yavrusunun ölümüne şahit olmuş bir annenin, yürek yangınının yüküyle, sürmeli gözlerinden, sıcak yaşlar akıtıyordu….
----------------------------0--------------------
Beline doğru daralan vücut yapısı, geniş ve gergin omuzları ve çevik hareketleriyle, yaşından büyük gösteren Pars, dayısı ve ustası Baybora ile kılıç talimi yapıyordu. Talim uzadıkça uzuyordu. Henüz 12 yaşında olmasına rağmen uzun kolları ve güçlü bacaklarıyla Pars, Baybora’yı oldukça zorluyordu. İçinde yeşil noktaları olan ela gözlerinde, herkesin imrendiği kahraman Baybora’ya yenilmemenin gururu vardı. Uzun saçları terden yüzüne yapışmıştı ama yorulmamıştı. Ters bir hamle ile Baybora’yı gafil avladı ve tahta kılıcını kalbinin üstünde durdurdu. Dayısı kendi elindeki kılıcı attı ve yeğenini kucakladı. Bu kadar güzel kılıç kullanan bir yiğit yetiştirdiği için kıvanç duydu. Pars henüz 5 yaşındayken, annesi, babası ve yeni doğmuş kızkardeşiyle yaşadıkları ev, kalleş Moğol atlılarının bir baskınıyla yanmıştı. Anne ve babası bu yangında ölmüşlerdi. Kızkardeşi ve kendisini dayısı Baybora büyütmüştü. Baybora, Kıpçak ülkesinin, en iyi ayı ve kurt avcısıydı. Avladığı hayvanların postunu satardı. Pars, 8 yaşına geldiğinde dayısıyla avlanmaya çıkar olmuştu. Avlanırken, ayıları ve kurtları nasıl yakalayacağını veya öldüreceğini çok iyi öğrenmişti. Av konusunda dayısı Baybora’yı bile geçecek mahareti vardı. Baybora bunun için de Pars ile gurur duyuyordu.
Siyah benekli yeşil gözleriyle, bembeyaz teni, simsiyah kıvır kıvır saçlarıyla, narin vücuduyla 7 yaşındaki kız kardeşi Aybige, Pars’ın bir tanesi, en değerlisiydi. Onun gözlerine baktıkça, annesini görüyordu. Pars da, Aybige’nin kahramanıydı. Birbirlerini çok seviyorlar, bir gün ayrı kalsalar çok özlüyorlardı. Aybige daha bebekken Pars’ın sırtına sarılmış, yürümeye başlayana kadar ağabeyinin sırtından inmemişti. Bu iki küçük yetimin dünyasını sadece birbirleri dolduruyordu. Bir de Baybora…Aslında onların birbirlerine bu kadar düşkün olmaları, Baybora’yı korkutuyordu. Çünkü Kıpçak ülkesinde, Aybige gibi göze batacak kadar güzel kızlar, Pars gibi güçlü ve savaşçı erkekler, yağmacılar tarafından kaçırılıp esir olarak satılırdı. Bunlar aklına geldikçe Baybora titriyor, yeğenlerinin büyümesini hiç istemiyordu. Pars’ın avcılıktaki mahareti dillenmeye başlayınca, yeğenlerini de alıp, dağların yüksek tepelerine çekilmiş, çocukları kem gözlerden saklamaya çalışmıştı.
Ayılar ve kurtların en fazla görüldüğü yer Ala Yamaç dedikleri sarp, kayalık bir tepeydi. Baybora ile Pars, iki güne bir kurdukları kapanları kontrole giderlerdi. Bir sabah yine kapanlara bakmaya gittiklerinde, Pars, Ala Yamaç’ın aşağısında biriyle karşılaştı. Aslında buralarda insanlar dolaşmazdı…bu adam ne yapıyordu ki... Yanına gidip konuşmaya başladı: "yolunu mu kaybettin?”...Adam, Baybora yaşlarındaydı. Kısa boylu, sırtında kamburu olan, yüzünde derin kılıç kesiği görülen zavallı bir adamcağızdı. Gerçekten de yolunu kaybetmişti. Konuştular arkadaş oldular… Adamın adı Turaugay’mış. Pars, böyle bir ismi hiç duymamıştı. Demek ki adam yabancıydı…Turaugay’ı eve davet etti. Evleri ağaç kütüklerinden yapılmıştı. Bir köşesinde yemek yapmak için ocak olan geniş bir odadan ibaretti. Bir yıla yakındır burada yaşıyorlardı. Baybora, bu adamın varlığından çok rahatsız olmuştu. Yine de yeğenini üzmemek için sesini çıkarmadı….
-------------------------------0---------------------------
Kulaklarında tiz bir çocuk çığlığı ile yatağından sıçramış, terden yüzüne yapışan uzun siyah saçlarını gözünün önünden güçlükle çekmişti. Yatağında doğruldu, boğazı kupkuru olmuştu. Sanki büyük ve keskin bir bıçak yutmuştu, karnına da sanki içi doğranıyor gibi bir sancı yapışmıştı. Güçlükle ayağa kalktı ve otağdan dışarı çıktı. Serin hava yüzüne ve sırtına değince bir an soluklandı. Kendine gelir gibi oldu.. Biraz daha yürüyerek, otağın hemen yanındaki ulu zeytin ağacının yanına geldi. Sırtını ağacın geniş ve ılık gövdesine dayadı. Sanki annesinin sıcak kucağına sığınmış gibiydi. Çevrede nöbetçilerden başka herkes uyuyordu. Nöbetçi askerlerden biri yanına gelerek, sağ elini göğsüne yapıştırıp diz vurdu. “-Sultanım..” dedi. Sultan eliyle çekilmesini işaret etti. Nöbetçi çekilince gözlerini ağacın yüksek dallarına çevirdi. Gökte ay, bütün tamlığı ile parlıyor, ay ışığı zeytin yaprakları arasında oynaşıyordu. Zeytin taneleri henüz olgunlaşmamış, küçük ve yeşildi…yeşil… birden gözünün önüne siyah benekli yeşil gözler geldi… kulaklarında yine tiz bir çocuk çığlığı ”-aqa kurtar beni…” diye çınladı. Ok gibi yerinden fırladı…beline doğru daralan geniş omuzlu gergin vücudu ile dimdik ayaktaydı. Yumruklarını sıkmıştı... Gözleri, o zeytin ağacının altında, çok yıllar önce, cereni dişleri arasına alıp kaçıran o iblis parsın gözleri gibi, kıpkızıl iki ateş parçasıydı…hınç ve öfke ile parlayan... Sultan Baybars…
1266 yılının sonbaharında, Kayseriya, Arsuf ve Sis şehirlerine düzenlediği seferlerden birinden dönüyordu. Bayas’taki ulu zeytin ağacının altında konaklamış, ordugah kurmuştu. Birkaç yıldır, buralara seferler düzenleyip, Gazze ile Halep arasında yerleşen, 40 bin çadırlık Oğuz boylarına yurt açacaktı. Oğuzlar, Harzem ülkesindeyken hain Moğol çapulcularının önünden kaçıp, kendine sığınmışlardı. Kendisi; Memlük Sultanı, Seyfeddin El-Melik ez-Zahir Rukneddin Baybars el-Bundukdari idi artık. Oğuzlar, hain Moğol hakanı Abaka Han’ın zulmünden kaçmışlardı. Kendisi de onlara yurt açmak için, Bizans mülkü olan ancak Ermeni Tekfurların hüküm sürdüğü, çok verimli toprağı, şehirlerinin güzelliği ve zenginliğiyle bilinen, bu yerlere seferler yapıyordu. Gerçi bu seferlerde bölge çok harap olmuştu ama olsun..Oğuzlar’ı yerleştirdiğinde, yine bayındır hâle getirirdi. Ermeniler buraya Kilikya diyorlardı..artık Oğuzlar ne derdi?..Sonra görülecekti…
-0-
Sultan Baybars, 30 yıl önceki bu korkunç olayı hiç unutamamıştı. Turaugay… hain…iblis.. Moğol uşağı… Aslında yolunu kaybetmiş bir zavallı adamcağız değildi. Pars’ın kılıçta ve avcılıkta ustalığını duymuş- bir Moğol olan köle taciri Sekügey ile- Pars’ı yakalayıp ona satacağına dair anlaşmıştı. Pars onu evlerine getirdiğinde Aybige’yi görmüş, onun daha çok para edeceğini hesaplamıştı. Ne kadar karlıydı..hem Pars, hem Aybige…Gece yarısından sonra herkes uykudayken, Sekügey’in adamları evi bastılar. Baybora uyumamıştı.. Ama eşkıya çok kalabalık gelmişti… Gürültü ve haykırışlara Pars ve Aybige de uyandı. Pars hemen kılıcına yapıştı, kardeşini arkasına alarak var gücüyle savaştı. Dayısı da var gücüyle vuruşuyordu. Bir ara Aybige’nin kolundan yapışan bir şakinin kolunu kopardı, bir diğerinin karnını yardı.. Baybora ölümüne mücadele ediyordu. Birden ellerinde, kalın iplerden örülmüş bir ağ olan, üç adam Pars’ın üstüne atladı… Pars en son gücüyle karşı koysa da kurtulamadı, kafasına yediği bir kabza darbesiyle yere düştü.. Aybige’nin kolundan tutup dışarıya doğru fırlattılar. Dışarıda Sekügey bekliyordu. Aybige’yi havada yakaladı. Aybige sesinin en yüksek tizliği ile bağırıyordu “-aqa kurtar beni!”… Baybora göğsünden vuruldu… sırtından vuruldu.. Baybora’nın her yerinden kan fışkırıyordu…dizlerinin üstüne çöktü.. Pars’a baktı… ve… yıkıldı… Pars, gözlerini kapattı, kendinden geçti…
Uyandığında taş örme bir odadaydı.. kollarından ve ayak bileklerinden zincirlerle duvara bağlanmıştı. Önceleri günlerce öfke ve hınçla, avazı çıktığı kadar kızkardeşini sordu.. Bu işe yaramayınca yalvardı, ağladı, Sekügey’in ayaklarına kapandı…ama kimse bir şey söylemedi. Sekügey, Pars’ı Şam’a giden bir tüccara sattı. Bu kişi Şam’daki Eyyubi Devleti için köle asker satın alan bir tacirdi. Gemi ile günlerce yol aldılar… Yine köle olarak satılan, kendinden biraz daha büyük Kada-Temür isimli biriyle yol arkadaşı oldu. Kada-Temür'e göre; Aybige, eğer şansı varsa, zengin bir konağa satılıp, büyük devletlerden birinin hükümdarına cariye olacak şekilde eğitilecekti. Bu şekilde olsun diye de Pars’ın dua etmesini söylüyordu. Pars, kızkardeşini hiç bulamadı ama her sıkıntılı zamanında, uykusundan onun tiz sesiyle uyandı…”-aqa kurtar beni..”
--------------------------------------------0---------------------------------------
Şam’a geldiklerinde gerçekten de asker yapıldı. Çok zeki ve çok güçlü bir askerdi. Zekasıyla ve sadakatiyle hemen dikkat çekiyordu. Artık onu Pars adıyla değil, dayısının adına izafeten Baypars ismiyle çağırıyorlardı. Eyyubi Sultanı Melik Salih’i büyük bir tehlikeden kurtarınca, azad edildi. Kahire’ye geldi ve Sultanın “Bahri” ünvanını taşıyan hizmetkarlarından oldu. Haçlı Seferleri sırasında Mısır’ı işgal etmek isteyen Fransa Kralına karşı savaştı ve bozguna uğrattı. Hatta Kralın esir alınmasını sağladı. Aybeg Memluk tahtına çıkınca, kendisini rakip görmesinden çekinerek, Mısır’a kaçtı. Fakat bir müddet sonra Kutuz’un başa geçmesi ile geri dönüp onun hizmetine girdi. Sultan Kutuz devrinde hain Moğol çapulcuları Suriye’yi işgal etmişlerdi. Kutuz kuvvetli bir ordu hazırladı ve öncü kuvvetlerinin kumandasını Baybars’a verdi. 1260 yılındaki Ayn-Calut Muharebesi’nde hain Moğol çapulcuları ağır bir yenilgiye uğradılar. Bu durum Baybars’ın şöhretini bir kat daha arttırdı. Adına Seyfeddin ünvanı eklendi. Bu arada Sultan Kutuz’un devlet idaresinde sert ve şiddetli bir yol izlemesi, düşmanlarının çoğalmasına sebep oldu. Sultan Kutuz, 1260 yılı sonunda bir suikaste uğrayarak öldürülünce, Memluk kabile emirleri Baybars’ı "Sultan" olarak tanıdılar.
Hükümdar olduğu zaman yaptığı ilk iş, Kutuz’un halktan topladığı ağır vergileri kaldırmak oldu. Böylece halkın sevgisini kazandı. İsyan eden Şam Naibi Sancar’ı 1261 yılında yaptığı savaşla kolayca mağlup ve esir ederek Kahire zindanına attırdı. Bu sırada Memlukler için başta Moğollar olmak üzere kuzeyde Ermeniler, Kıbrıs Krallığı, güneyde Nubyalılar ve batıda Berberiler devamlı bir tehlike arz etmekteydiler. Bu durumu gözönüne alan Baybars öncelikle devlet içindeki gücünü arttırdı. Kırek’deki Eyyubi Emirini öldürttü. Böylece Baybars için bir tehlike kalmadı. Bundan sonra dışarıdan gelebilecek tehlikelere karşı faaliyetlere girişti.
Moğollara karşı birçok defa zaferler kazandı. Türkiye Selçuklu veziri Süleyman Pervane’nin yardım istemesi üzerine Sultan Baybars, 1277’de Elbistan civarındaki Moğol kuvvetlerini bozguna uğrattı. Buna rağmen Süleyman Pervane, Moğollar’dan çekindiği için Baybars’a lojistik destek sağlamadı. Moğollar, memleketinden hayli uzakta bulunan Baybars’tan intikam alabilmek için, müdafaasız Türk halkından binlercesini öldürdüler. Anadolu’da Türkler’e gösterdikleri zulüm ve baskıyı artırdılar. Baybars, 1277’de Antakya yolundan Şam’a dönerek, 14 gün boyunca çektiği sancılarla dizanteri hastalığından vefat etti.
Baybars, ortaçağ İslam-Türk tarihinin en büyük simalarından biriydi. Maddi ve manevi bir çok hususiyetlere sahip, müstesna bir insandı. Çok güçlü bir vücuda, sağlam bir iradeye, benzeri görülmemiş bir cesarete ve parlak bir zekaya sahipti. En önemli ve cesur hareketlerinde bile daima ihtiyatlı hareket eder, en küçük tedbiri bile almakta ihmalkarlık göstermezdi. Harblerin en tehlikeli anlarında bir nefer gibi, ön saflarda çarpışır, tehlikelerden çekinmezdi. Sultan Baybars dinine çok bağlı olup, gerek normal bir insan ve gerekse hükümdar olarak, dinin emirlerine uymaya çok dikkat ederdi. Zira Yüce Allah (Azze ve Celle) onun gibi kimsesiz bir köleyi dünya hükümdarı yapmıştı. Alimlere karşı saygı ve hürmet gösterirdi. Ehl-i sünnet mezhebine mensup olan halkının işlerini görmek için, kadıların başına, kadılkudatlar tayinini ilk önce o başlattı. Medrese, imaret ve hastahane gibi, hayır müesseseleri kurarak İslam büyüklerinin ve eski mücahid kahramanların türbelerini tamir ettirdi. Yoksullara yardımda bulundu.Yabancı devlet adamlarına karşı takip ettiği siyasetle Müslüman tüccarların serbest ticaret yapmalarını sağladı. Çok önemli bir durum olmadıkça örfi vergilere başvurmazdı. Mükemmel bir posta teşkilatı kurdu. Ayrıca geniş bir casus teşkilatı kurdu ve casusları kontrol eden casuslar da kullandı. Devrin her türlü kara ve deniz harp mühimmatının yapımına büyük önem verdi. Tersaneler yaptırdı. Harp ganimetlerinin hepsini askerlere dağıtır, böylece askerlerin gönlünü alırdı. İsmine layık bir hükümdar oldu.. Seyfeddin El-Melik ez-Zahir Rukneddin Baybars el-Bundukdarî…..
Seferi (Nurcan Bedir Ören)
8 years ago
Aytül Kaplan
8 years ago
Maksud - Maksude
8 years ago
Aytül Kaplan
8 years ago
Mehmet Aluç
8 years ago
Aytül Kaplan
8 years ago
Aytül Kaplan
8 years ago
Aytül Kaplan
8 years ago