Kurtuluşun Felsefesi Ek 10

04.05.2015

Yazılarımda hep derim; geniş halk yığınları tüm hayat olaylarını inanç dili üzerinde anlarlar; çözümler ve tahlil ederler. Bu nedenle halk, belki de bu yüzden halktır. Halkla bu tür iletişim kurulamadığından tartışma içinde “anlamama oranları üzerinde” mugalata oluşturulur.

 

Siz biyolojiyi biyolojinin diliyle anlarsınız. İmanın diliyle değil. İmanı da imanın diliyle anlarız; biyolojinin diliyle değil. Geniş yığınların eline iman dili verilirken bilimin ve düşüncenin dilinden uzak kılınmıştırlar.

 

Halkı, bilerek isteyerek bu seviye içindeki kodlara açık olmanın duyarlılığı içinde tutmakla bir sağırlığı oluşturan egemen sınıflar iş konu aydınlanmaya geldi mi bu düzlem içinde halkla iletişime geçmezler.  Ve dahi derler ki; “Zamanı değil bu sosyal olgunluğu halk kaldıramaz!” Bu nedenle böyle ülkelerde sandık demokrasisinin sizi getireceği düzlem hep geri düzlem olmaktadır.

 

Evrimi de  devrimi de inanç diliyle anlarlar. Her şey gibi su içmeyi, yatağa yatmayı ve açlığı dahi inanç diliyle anlarlar. Bir inşayı kendi dili dışında dille anlamak o anlamayı ketletmek ve gericileştirmektir.

 

Geniş halk yığını çeşitli nedenlerle, tarihselliği ve süreci imanın, inancın literatürüyle anlarlar ve anlatırlar. Bu savı ortaya koyma savunmasına en az iki gerekçeyi temel oluşla göstermekteyim.

 

Bunun birinci gerekçeli nedeni; öğrenme anlatma mantık kalıplarımızla ilgilidirler. Bu ilgelik totem dönemden beri devam ede gelişle oluşan sosyal öğrenme, anlatma zemin kalıbıyla ilişkili oluşudur. Bu tür anlayış bağ ve bağıntı laması; kişisi düzlemli sanı kanı temelli oluşmanın, sosyal genetikti aktarımı bir fosil kayıt olan; inanç bazlı olayların bize küçüklüğümüzden beri aktarılıyor olmasındandırlar.

 

Bu imanı kalıplı aktarımlar erken dönemden beri bizim öğrenme, öğretme süreç kalıplarımızın ana esasını oluşturmaktadırlar. Biz bu eksene göre kendi öğrenme konularımızı, bu eksenle kıyaslar ve bu eksenin kodlarıyla kategori edip bilgiyi anlarız. Ve öğrenme konularını, bu imanı mantıki kodlarıyla içsiniriz.

 

Bundandır ki, görecelik yasası, iman mantığıyla anlatılmadığı için iman mantıklı sosyo toplumlar hem görecelik yasasını anlayıp üzerinde yorumlamalar yapamamaktalar. Hem de bu tür sosyo toplumların ezici bir çoğunluğu bilimsel düşünüşten ve anlayıştan o kadar uzak oluşla bilim ve bilimsel düşüncenin kültürünü oluşamamaktadırlar. Bu nedenle elinizdekini önemsersiniz. Önemsediğiniz inanç dilidir.

 

Bunun içindir ki Soma faciası geniş yığınlara, sorumlulukça, bilim ve teknoloji oluşa, yasal düzenleme oluşla anlatılamamaktadır. Bu nedenlerle olan usulsüz kayırmacılklar; görmezden geliniş olmakla izah edemediklerinden; yani sandıktaki toplum dili kullanımı olan nitelikçe değil de nicelikçe belirleyici olan bu geniş kitlelere; Soma faciası “fıtrat” olarak, iman terminolojisiyle anlatılmaktadır.

 

Bu nedenle yapılacak bir şey yoktur! Buna inanmayan sözde zındıklar da fıtrata varsın inanmasındı! Nicelik olan milli irade(!) nasılsa arkalarındaydı.

 

İnanç salınımlı fıtrat kavramı bir istismar konusunu da içermek şartıyla, iman mantığını söylenmekle kalmayıp; varsa yoksa bu tür inancı kültürle bütün işlerin görmek istemektedirler. Ve böylece geniş kitleler bilimsel ve teknik olması gereken yerde de inancı temelli olmakla zaman dışı kalmaktadırlar.

 

Bu formatlanma içindeki geniş kitleler tüm süreci bu türden inanç filitreli mantıklı kategorize etmenin mantıki anlamaları şekline sokarız. İleri süreçlerde bu yanıltmacanın farkına varılsa dahi her kes bu inancı mantık kalıplardan kolay kurtulmamaktadırlar. Kurtulmak gerektiğine, şüphe etmemektedirler.

 

Bilgiyi, öğrenmeyi, ayrı ayrı kategorize etmenin entegrasyonuyla karmaşıklaştırarak öğrenemeyen çok geniş yığınlar; kolay olan, en kısa yol olan (kısa devre olan); bu sosyal elci olan kalıpların tarihi kodları ile konumlarını idare etmektedirler. Öğrenme ve anlama öznelliğinin inanç diliyle kategorize edilmesi; bencilliğin “en az iş en”az enerji harcanması “ ilkesine kısa yoldan ulaşma çabasıdır.

 

Öğrenme, anlama, anlatma ve öğretme kalıplaşmasındaki ikinci aksama da şudur: en az yorulmayla; en az enerji harcama ilkesinin kişileri güdümlemesidir. En az iş görmeyle en az enerji tüketilme ilkesi olan inanma ve inanç kalıpları; birinci ilkesel tembelliğe yatkın oluşumuza, bire birdirler.

 

Bu nedenle geniş yığınlar inanarak, inanma kalıpları üzerinde öğrenmelerini yaparak; komplike ya da karmaşık oluşla yorucu olan; çok enerji harcanmalı durumdan kaçınma stratejileri nedeniyle de, ikinci ilkeye sarılırlar. Bu ikinci ilke, birinci ilkeye; sıkı sıkı sarılmanın kolay anlaşılır duygudaşlığı olmaktadır.

 

İnanç ya da iman esaslı anlama, anlatma; öğrenme, öğretme literatüründen (terminolojisinden) bir ikisi de şudur. Deccal-Süfyan; mehdi çeliştirmesidir.

 

Yukarıdan beri sayılan iki ana esas nedenle tarihsel süreçler, bu geniş yığınlarca iman ve inanç eksenli düzlem oluşla böyle anlaşılmaktadır.  Bu nedenle geniş yığınların hiç tarih bilinci yoktur. Ya da tarik bilinçleri iman ya da inançlarının kendilerine söylediği, öğrettiği kadara sınırlı olmakla bağnazdırlar.

 

Ve iman ve inanç bazlı düzlem içinde bulunuşlar, bilmenin karşısında bir dirençtirler. Aşırı bir sürtünme reaksiyoneri olurlar. Boş ve hurafe tartışmalarıyla toplumun enerji kaynaklarının boş boşuna tükenmesine neden olurlar. Toplumun özne kişileri, bunlara durumu anlatamamaktan yorulurlar. Birini izah etseniz, geriye bin biri kalır. Ol nedenle öğrettiklerinizde pek işe yaramaz.

 

Tarihselliği ve tarihin diyalektiğini; komplike olan entegrasyon karmaşıklığını bilmediklerinden (amaçlı saptırışla istismarı saklı kalmak kaydıyla); Çanakkale Savaşı dahi bu düzlem içindeki insanlara; bu iman ve inancı mantıklı düzlemin kişilerine Çanakkale Zaferi; hurafelerle izah edilirler!

 

Az aşağıda bir cümleyle diyeceğimiz gibi Sevgili Mustafa Kemal’i ve yiğit, yılmaz irade ve kararlılık olan insanlarımızın direncini görmemezlikten gelirler. Bu görmezden gelişle büyük zaferde düşmanı kovan gücün sarıklı evliyalar olduğu, bulutların düşmanı yok ettiği türden akla ziyan komiklikler söylenir.

 

Nasıl Bedir Savaşı Sevgili Muhammed’le anılır bilinirse, İslam mücadelesi Sevgili Muhammed ve arkadaşlarıyla birlikte bir anlam bulursa; Çanakkale yengisi de Sevgili Mustafa Kemal’le ve diğer komutanlarla birlikte, halkın katılım ve desteği olan yüz binlerin şehitliğiyle birlikte bir anlam bulur.

 

Çanakkale savaşında yüz binlerin azim ve kararlılığı olan şehitlik mücadelesini çekiniz. Komutanları ve Sevgili Mustafa Kemal’i çekiniz. Ortada ne düşmanı kaybeden bulut kalırdı. Ne sarıklı ermiş evliyalarla Enbiyaların hücum eder olan esamileri kalırdı.  Ve dahi onca şehide ne gerek vardı ki, bu ermiş ve evliyalar düşmanı daha başta kovalasalardı ya?

 

Ve halk bu nedenle zaferi kendisine mal edemez. Zaferi ne halkına ve ne de komuta heyetinin kendi dirayetine mal etme yerine; iyi kul oldukça ilahi kayralarla korunduğu gerekçesine mal edilmektedir. Bu korunmaya karşı daha çok tebaa olmanın ve daha çok köle olmanın ve daha imanlı inançlı olmanın telkin suflesi yapılışla, Çanakkale Zaferi anlatılmaktadır. Ki bu söyleyişle kul olmanın sürdürülmesini de bu söylemle bilinçaltına zımnettirmektedirler.

 

Bütün dinler, imanlar ve inançlar günümüze gelene dek kendi değişme ve dönüşmelerinin içinde bir kayra ve lütfun inayetini konu ederler. Bu icbarlari olan koruyuculuklarıyla anlatılır ve anlaşılırlar. Bu anlatılma, anlaşılma öğretisi içinde bozulan dengelerin düzelmesi ve düzeltilmesi için bir ”mehdinin” geleceği hep var sayılır.

 

Bu bozulmayı ve asayişsizliği de “deccalın” ya da “Süfyan’ın” yaptığı olarak ortaya konur. İşte tüm tarihsellik bu iki iman kavramıyla izah edilip anlaşılır kılınır. Savaş mı çıktı? Kargaşalık mı var? Kaos mu oldu? Yağmur mu yağmadı? Hepsi deccalden!

 

Yağmur mu yağdı? Savaş mı kazanıldı? Ortam mı duruldu? Hepsi decalin yüzü gözü hürmetinedir! Tarihin diyalektiği kısmen mehdi-deccal ikilemine verilmektedir. Süreç bu dilemme savaşıyla anlaşılır ve anlatılırsa da bunun içinde şeye dek (bozulmanın ve düzeltilmenin nedenine dek) bilgi yoktur.

 

Bu nedenle imanı ve inancı esaslı düşünmenin esas olduğu sosyo toplumlarda bilim ve teknoloji üreten kafalar minimumdur. Sefalet omuz boyudur. Bütün başarılı süreçler mehdilik fütüvvetiyle açıklanırken; bütün kötü şeylerde deccal ile açıklanırlar.

 

İyiye, güzele, akla, bilimle, eleştiriyle varmak yerine; falan evliya ve enbiyanın yüzü gözü hürmetine olduğu izahıyla bu bilme isteğine, cevap oluşturulur. Bunun sonucu da; süreci ve gündemi bilememek oluşuyla, kayra ve koruyucu olan kurtarıcılarını beklemekle; elindelikçi bir anlayışa sığınmak olur.

 

Sevgili Mustafa Kemal, tarihi bilincinin ve tarihi diyalektiğin olgunlaştırdığı bir bilimsel düşünüş olarak bütün başarılarındaki mahirlikte insani azim ve kararlılığının olduğunu bu gerçekle izah etmiştir.

 

Kulun sıkıştığı yerde Hızır beklentisi içinde oluşla sihirli bir ilahi temasın vukuunun arandığı yerde; Sevgili Mustafa Kemal’in ve yüz binlerce şehit azminin ne hükmü vardır ki! Hızırı bekleyişiyle durup duran nicelce halkın gözünde, tüm bunlar önemli olabilirler miydi?

 

Üstelik Sevgili Gazi, başarılarını “mehdi” oluşuyla da açıklamıyordu! Bu tüm şaşkınlık vericiydi! Bu yol halkın anlama, anlatma mantığına tersti. Bu başarı halk nezdinde anlaşılmaz oluyordu.

 

Süreci mehdi ve deccal düzleminde anlayan geniş halk kitleleri, Sevgili Gazi’nin kendisine “mehdi” denmemesiyle süreci anlamaz oluyorlardı.Bu anlaşılamaz oluşta imana ters gelen bir şey vardı! inan düzlemi içindeki halkın kendisi, bu süreci bu mehdi-deccal ikileminde yorumluyor. Ama zaferin sahibi ben mehdiyim demiyordu! Halk bu ikilemi içinde anlayamama ve anlatamama kısır döngüsünün içine düştüler.halbu ki olup biten zafer gibi somut bir görkemin içinde halkın öznel gerekçesi de vardı.

 

Güncelin Osmanlı gibi somutluğu içinde kendisini yeryüzündeki Allah’ın gölgesi ve halifesi ilan etmiş bir padişahları vardı. Bu padişah, kendisinden menkul kimi durumuyla kimi gruplar arasında, mehdi ilan etmişti.

 

Siz kurtuluşun Savaşı ve kurtuluşun felsefesiyle bile halka; hem mehdiyim demiyordunuz! Bu bir gaftı! Ve halkın öznel anlaması içinde boşluk oluşturuyordu. Bu boşluk mehdi, Allahın gölgesi olma, allahın halifesi olama gibi anlama anlatım alıplarıyla doldurulmalıydı! Siz se imani öğretinin temeli ve  süreri olan Allah’ın gölge halifesi, mehdisi olan padişahı ve saltanatı ekarte ediyordunuz.Bu özne karşısında  karşısında Sevgili Gazi olsa olsa deccal oluşla felakete neden olacak bir başarıyı ortaya koyacaktı(!)

 

Nasıl azıp sapmış dünyanın sonuna doğru deccal gelip, yalancı bir kurtuluş ve düzeltmenin eşliğinde bolluk, bereket, ortaya koyuşla; insanları kendi safına çekecek kandıracaksa; Sevgili Mustafa Kemal’in bu başarısı da deccalın (!) başarısı gibi yorumlanıp, yorumlatılıyordu bu istismarcı çevrelerce!

 

Bu mantığı iyi bilen çevrelerin işbirliğindeki hükümetler kuran zavallı siyasi kişilikler kendilerini mehdi, peygamber ve Allah’ın tüm sıfatlarını üzerinde toplamış kişi oluşuyla, kendisine dokunulmanın ibadet sayıldığını söyleme ve söyletmeleri fısıldatmaktadırlar. Ne kendisi, ne diyanet bu söylemler karşısında böyle bir şey olası değildir diyememektedirler.

 

Ne deccal olman kalırdı

Ne beton Mustafa(!)

Bir mehdiyim deseydi

Ol vakit bakaydınız ülke ne hesabı hendeseydi.

 

25.10.2014

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar