12.12.2017
Vakit öğlen olmuştu bile. Yoruldu ve susadı. Seyrekleşen evlerin önünden geçen bir yoldan giderken gördüğü insanlardan su istedi, bunlardan biri eliyle burnunu kapatarak, elli metre ileride bir mahalle çeşmesi olduğunu söyledi. Oraya varınca kana kana su içti, elini yüzünü yıkayıp ferahladı.
Az sonra da kendini tahtadan iki kanatlı büyük bir kapısı olan bir dergâhın önünde buldu. O, buranın ne olduğunu bilmiyordu; açık olan kapıdan içeriye bakınca yerleri taş döşeli geniş bir avlu gördü. Avluda çiçekler, ağaçlar vardı, kulağına kuş cıvıltıları geliyordu. Sağ tarafta kesme taşlardan yapılmış bir türbe, onun hemen yanıbaşında sekiz mezartaşının yer aldığı bakımlı bir mezarlık, mescit ve şadırvan bulunuyordu. Avlunun etrafında sıralanmış çeşitli amaçlar için kullanılan odaları da gördü. Bu odaların aşevi, çilehane, misafirhane, derviş hücreleri, erzak deposu, tilavet odası, çamaşırhane ve hamam olduğunu daha sonra öğrenecekti.
Çekinerek içeriye girdi, burada da horlanmaktan, kovulmaktan korkuyordu. İnsanların kendisine tiksinerek bakacaklarını, yanlarına yaklaştırmayacaklarını sanıyordu. Kendisine doğru güler yüzle bir adamın yaklaştığını görünce, bir yanlışlık olduğunu düşündü ve hemen geri dönüp oradan kaçmak istedi. Ama adam yanına gelmişti bile...
-Hoş geldiniz. Buyrun, sizi ağırlayalım.
-Kapı açıktı da... Onun için içeri girdim.
-Dergâhımızın kapısı hiç kapanmaz, hep açıktır. Düşman saldırısı olduğunda bir kez kapanmış sadece. Gelenler kapıyı kapalı görürlerse girmeye çekinebilirler, geri dönebilirler diye hep açık tutarız.
-Ama ben, üstüm başım... Diye kekeledi.
-Çekinmeyin buyrun. Burası Haydar Baba Dergâhı, burada misafirlerin üstüne başına bakılmaz.
-Pislik içerisindeyim. Böyle nasıl gelirim dergâhınıza?
-Dıştaki pislikler önemli değildir. Çünkü yıkanıp, temizleyince bu pisliklerin hepsi yok olur gider. Gelin, ben önce sizi hamama götürüp bu sıkıntıdan kurtarayım.
Derviş, onun önüne düştü, hamama götürdü. Vücudunu yıkamasına yardım etti. Ona yeni ve temiz giysiler verdi. Karnını doyurdu, bir süre sohbet edip, kısaca hayat hikâyesini öğrendi. Yorgun olduğunu anladığından biraz uyuması için bir yatak gösterdi.
Adam uyurken Derviş, ilginç bulduğu için bu hikâyeyi gidip Pirine anlattı. Pir, dergâha gelen her kişi ile görüşmezdi. Daha doğrusu görüşme talebi Pir'den değil, diğer kişilerden gelirdi. Ama bu sefer tersi oldu ve Pir bu adamla görüşmek istediğini söyledi.
Adam uyanıncaya kadar derviş onun başında bekledi. Uykusundaki sayıklamaları dinledi, bir tarafından öteki tarafına dönerken yaptığı ani hareketleri, çırpınışları, yüzündeki acı dolu ifadeleri seyretti.
Adam, uyanınca biraz şaşkınlık yaşadı. Burası neresi, diye sordu kendine. Burnuna pis kokular gelmiyordu, ellerini başına sürdü, saçlarında pislik yoktu. Şaşkınlığı fazla sürmedi, anladı nerede olduğunu ve kendisine tebessüm eden dervişe aynı şekilde cevap verdi.
Derviş, Pir'in onunla görüşmek istediğini söyleyince heyecanlandı. Gene aklına kötümser düşünceler geldi: Ya buradan gitmesini isterse?
Derviş, onu Pir'in odasına götürüp geri döndü. Pir, gözüne oldukça yaşlı ama saygı uyandıran biri olarak göründü. Uzun bir sedirin üzerinde oturuyordu. Ona, yanına oturması için işaret etti. O, oturup oturmamakta tereddüt etti, çekiniyordu. Pir tekrar oturma işareti yapınca gitti elini öptü, sedire oturdu, ellerini dizlerinin üzerine koyup sessizce Pir'in konuşmasını bekledi.
Pir, ondan yaşadıklarını ve neden buraya geldiğini anlatmasını istedi.
Anlattı. Geçmişte hangi şartlarda yaşadığını, nelere sahip olduğunu, nasıl bunalıma girdiğini, sıkıntılarının onu huzur aramaya sevkettiğini; ama bu arayış sırasında başına birçok olay geldiğini; ormanda kaybolduğunu, bataklığa saplandığını, yanmış bir evin külleri arasından nasıl çıktığını, kanalizasyona nasıl düştüğünü ve insanların ondan nasıl tiksindiğini, bu halinden büyük bir utanç duyduğunu anlattı ve izin verirse dergâhta birkaç gün kalmak istediğini söyledi.
Pir, onun anlattıklarını hiç sözünü kesmeden sonuna kadar dinledi. Anlattıkları bitince de bir müddet konuşmadı. Zaten konuşurken biraz zorlanıyordu. Yaşlılıktan olmalı. Nihayet konuşmaya başladı.
-Burada birkaç gün değil, istediğin kadar kalabilirsin. Dergâhta dervişler, misafirler, hastalar ve hastaların yakınları vardır. Yiyeceğimiz, yatacak yerimiz hepimize yeter. Kıtlık zamanı bile biz sıkıntı çekmedik; misafirlerimizi ve hastalarımızı o yokluk günlerinde de ağırlayabildik. Bunu hayırsever insanlarımız sayesinde başardık. Erzak deposunun arka tarafa açılan bir kapısı vardır. Hayırseverler getirdiklerini oraya bırakıp, kimselere görünmeden giderler. Yani degâhımıza yardım edenlerin kim olduğunu biz bilmeyiz. Belki şifa bulmuş olan bir hasta yakınıdır, belki varlıklı bir insanımızdır, belki de başka biri...
Pir, konuşurken yorulmuştu. Biraz dinlenip sordu:
-Huzuru nasıl bulacağına inanıyordun?
-İçimdeki zehri akıtarak.
-İnsanın içindeki zehir dışarı akmaz, ne yaparsa yapsın gene içinde kalır. Zaten dışarı akıtılabilseydi bile bunu yapmamak gerekirdi. Çünkü zehir, senin içinde iken yalnız seni zehirliyor, ama dışarı akıtırsan başka insanları da zehirleyecektir. Onun için akıtılamaması bu açıdan yararlıdır. İçimizdeki zehri akıtamazsak da etkisiz hale getirebiliriz.
-Nasıl?
-Dil, sükût ve sessizlik ile. İnsan dilini ne zaman, nerede ve nasıl kullanacağını bilirse, gerektiğinde susmasını yani sükût etmesini bilirse; ruhunu ve bedenini derin bir sessizliğe alıştırırsa huzur da kendiliğinden gelir ve onu bulur. Affedici ol, böylece huzurunu pekiştir. Kusur arama. Başkalarında kusur bulduğunda, büyük bir iş yapmış gibi sevinme. Her insanda -ararsan- mutlaka en az bir kusur bulmak o kadar zor bir şey değildir. Sende de öyle... Edepli ol.
-Edepsize karşı da mı?
-Evet. Edepsize karşı bile edepli olmak gerekir. Edepli insan aynı zamanda şefkatli ve cömerttir. Bunlar bizim dergâhımızdaki derslerimizin ana konularıdır.
Pir, tekrar bir dinlenme molası verdi. Adam, onu yorduğunu anladı ve üzüldü; ama öğrenmek istediği daha çok şey vardı. O nedenle sormadan edemedi:
-Derviş nasıl olunur? Dedi.
Pir'in bu soru karşısında yüzünün asılır gibi olduğunu sandı. Hayır kızmamıştı; O'na öyle geldi.
-İyi ki “Ben derviş olabilir miyim?” diye sormadın. Çünkü böyle bir sorunun cevabını veremezdim. Dervişlik, gönül zenginliğidir, dervişin gönlü sevgi doludur. Gönlünü sevgi ile doldurmamış olanlar ve gönlü fakir olanlar boşu boşuna bu işe soyunmasınlar. Dervişlikte aza kanaat, yaradılanlara sevgi ve saygı, alçakgönüllülük, hoşgörü ve fedakârlık esastır. Derviş bilir ki kimse kimseden üstün değildir. O nedenle insanları eşit olarak görür. Derviş ayıpı görmez, yalanı duymaz, haramı tatmaz. Son söz olarak da şunu diyeyim: Derviş maşuku arayan bir âşıktır.
Sustu. Bu susuşu kısaydı:
-Bir gün buradan ayrılmak isteyebilirsin. İşte o zaman geldiğinde bize haber vermeden git; haber vermeden git ki biz senin yokluğunu hissettiğimizde gittiğini anlayalım. Bunun farkına ne kadar geç varırsak bizim için o kadar iyi olur. Burada istirahat et, kendini dinle, düşün; iş yapmak istediğinde dervişlere söyle, onlar sana uygun bir iş hemen bulurlar.
-Boş durmak istemiyorum. İş yaparak da istirahat etmiş olabilirim. Burada bir işe yaramalıyım.
-Ne zaman iş yapmak istiyorsun?
-Hemen şimdi.
-Öyleyse, ilk işini sana ben veriyorum: Bu akşamki yemeğimi sen getireceksin. Malûm, artık çok yaşlı bir insan oldum. Yürümekte güçlük çekiyorum. Yoksa toplu halde yemek yeme bana büyük bir haz veriyordu.
Pir'in yanından ayrıldığında kendini kuş gibi hafiflemiş hissediyordu.
(Devam edecek...)
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın
Leyla Orçun
7 years ago
Ömer Faruk Hüsmüllü
7 years ago
Selma Ciner
7 years ago
Ömer Faruk Hüsmüllü
7 years ago