KategorilerYAZILARÖyküMECNUN-BİR UZUN AŞK HİKAYESİ

MECNUN-BİR UZUN AŞK HİKAYESİ

29.11.2017
YARADILIŞ
Tanrı dünyayı yaratalı, milyonlarca yıl olmuştu. Yarattıklarını seyrederdi her zaman, yeryüzündeki insanları, gökyüzündeki melekleri. Yarattığı cansız şeyleri seyrederdi bazen dağları, ovaları, denizleri.
Cennet, cehennem ve Araf boştu ama bazen onların içine giderdi. Cennetin uçsuz bucaksız kırlarında yürür, sonsuz ve insanın derisini yakmayan güzel güneşin seyrine dalardı. Düşünürdü ne güzel olacak, günü geldiğinde cenneti hak eden kullarımın hali. Sonra cennetten çıkar, Araf'a geçerdi. Bilinmeyen bir boşluk, bir yokluk duygusu kaplardı içini, günü geldiğinde burada da insanlar olacaktı. Güneş ne tam parlak, ne tam karanlıktı. Geniş ormanlar içindeydi Araf, her taraf ağaçlıktı. Cennetin kokusu alınıyordu bir taraftan, cehennem yakıyordu diğer tarafta genizleri. Günü geldiğinde olabilecek manzarayı hayal ediyordu yüce yaratıcı, hayalleri saf duru gerçekliği yansıtıyordu. Cennete ve cehenneme gelebilecek kulları daha şimdiden görüyordu. Hem bir hüzün oluyordu yüreğinde, hem de adalet duygusunu gerçekleştirmiş olma başarısını taşıyordu içinde. Hak edenler cennete kavuşacaktı, hak etmeyenler cehenneme. Cehennemden çıkmaya karar verdi, bütün yarattıklarını gözler önüne getirdi. Aynı anda yarattığı evrenler, evrenlerin ötesini ve başka boyutları görebiliyordu. Aynı zamanda ilerde yaşatacaklarını ya da birazdan öldüreceklerini seyredebiliyordu.
Yukarıya sonsuzluğa doğru iyice yükleşti, sonu olan şeyler onun gözlerinin önündeydi. Cennetin, cehennemin, dünyanın yani bütün yaratılanların üstündeydi. Var olanların ötesinde bir şey mi yaratması gerekliydi, bu yüzden mi yükselmişti sonsuzluğu. Sonsuzluğun sonuna kadar var olabilecek bir şey yaratmalıydı, insana benzeyen bir şey, ama ruhu biraz farklı olmalıydı.
İnsanları yaratırken benzer notalar kullanırdı, bütün insanlar birbirinden farklı olsa. Ömürleri elbet birbirleriyle çakışırdı, tanrının kullandığı ortak formüllerin taşıyıcısıydı çünkü insanlar.
İnsanı ne üstün kılardı, yüceler yücesi insanı aşk ile yaratmıştı. Aşk yaşam boyunca, en az bir defa uğrardı onun bütün kullarına. Bir varlık yaratmalıydı, aşk bu varlıkta en önemli olmalıydı. Aşk öyle bir yük, aşk öyle büyüktü ki, onu taşımaya çalışan ya onun altında kalır ya omzundan atardı.
Aşk ile dokundu yaratma düşüncelerine, yükseldi cennet ile cehennemin üzerine. Aşk yaratılanların hepsinden öteydi çünkü yaratıcının nefesiydi. Bir insan sureti çıktı, tanrı ona cennetin ve cehennemin üzerine bir yer yaptı. Aslında bu ilk yaratılandı, aşka sadık olanlar, tanrının cemalini burada görecekti. Tanrıyla burada konuşacaklardı, ama ilk yaratılan mecnundu. Aşkın ayak izleri, onun ardında bulunacaktı. Mecnun koymuştu tanrı bu varlığın adını.
Mecnunun benzerini yaratmayacaktı yücelerden yüce, mecnun üç yüz yılda bir yeryüzünde doğup Leyla'yı arayacaktı. Leyla'yı her bulamadığında yeniden yeryüzüne inecek, aşkı arayacaktı. Mecnun üç yüz yılda bir, bir insan ömrü yaşayacaktı. Diğerleri gibi ama hiçbirine benzemeden yaşayacaktı. Leyla kavuştuğu an ölümsüzlüğü son bulacak, bir daha yeniden doğmayacaktı. Leyla'yı bulmak kolay mıydı, tabi ki değildi.
Tanrı öyle bir sınayacaktı ki mecnunu, bir insan daha önce, onun kadar sınanmamış olacaktı. Aşıklar aşka bakıp, ona hayret edeceklerdi. Zamanların birinde ona yardım edeceklerdi belki, belki zamanların birinde onu kurban edeceklerdi.
Mecnun her hayatını, her hayatında yirmi bir yaşını aştıktan sonra hatırlayacaktı çünkü kendini araması zaman  kaybı olacaktı.
Tanrı Mecnunun köşkünü yerleştirirken, bedenini de mermer bir lahit içine sakladı. Ruhunu yaratmaya koyuldu,daha önce zihninde tasarlamıştı. Mecnunu yaratmak normal bir insanı yaratmaktan  uzun sürüyordu. Aşk mecnunun hamurunda o kadar yoğundu ki, ne kadar çevrilse, var olacak kıvama gelse de bir türlü diğerlerinden farklı olamıyordu. Suyu biraz daha fazla kullanacaktı, ama su bu yüzden mecnun için bir zaaf olabilirdi. Kader  yaratılış hamuruna göre şekillenirdi. Ateş, kini hırsı simgeleyebilir. Su duruluğu ve teslimiyeti gösterebilirdi. Yaratılan varlığın ayak izlerinde. Ruhu da tamamdı mecnunun. Ruhunu bedenine koymadan, uyandırdı . Mecnunla konuşmalıydı, mecnunun iç sesi, kendisinin sesi olmalıydı.
Tanrı
"Senin adın Aşk, Senin adın Mecnun,  , Senin Adın Kays, Senin adın Yurra
Senin adın Turna. Yarattığım mahluk, aşkın özüsün sen"
 
Üç yüz yıl sonra mecnun ilk kez doğacaktı. Nerede ve Nasıl olacağını planladı. İnançların farklı, insanları kandıran yalancı tanrıların kendilerinin ve varlıklarının da olduğu. Bir inka tapınağında doğacaktı.
 
 
 
 
 
 
 
 
 
 
1.BÖLÜM
AND DAĞLARI
Yüzyıllar gelip geçmişti, insanlar uygarlıklar kurup yaşamın sırlarını keşfetmeyi seçmişti. Uygarlıklar ilerliyordu, doğanın üzerinde.  Doğaya saygı duyarak onu çok kirletmeden, kutsalı kabul eden  bir kabile topluluğu biliniyordu yeryüzünde,  zaman geçtikçe inkalar adını alacaklardı bunlar ve diğer insanlar tarafından inkalar olarak bilineceklerdi. İnka kabileleri, Cuzco vadisinden daha önce, ormanların içinde veya dağların yüksek kesimlerinde yaşamayı seçerlerdi çünkü yağmur çok yağdığı için toprak kayardı çoğu zaman.  İnka kabileleri genelde taş evler inşa ederlerdi, toprağın çok kaydığı yerleri tercih etmek yerine, düzlüklere yerleşirlerdi, ormanların yakınına veya vadiye bakan ormanlarda kurmuşlardı  medeniyetlerini.
İnti Lumani adlı bir alanda yaşardı inka kabileleri, binlerce taş evden oluşan bir inka kentiydi inti lumani, And dağlarının en tepesine kurulmuştu.İnkalar dağların yüksek kesimlerinde yaşamayı tanrılarına yakın olmak için seçerlerdi. Gökyüzünü güneşi, ayı ve doğayı kutsalları olarak benimsemişlerdi. Viracocha onları yaratan, yaratıcı tanrıydı, İnti güneşe parlaklığını veren, umudu gözleri ve asasıyla savuran güneş tanrısıydı. Mama Quilla genelde inti'nin aşkı olarak duvarlarda  tasvir edilen ay tanrıçasıydı ve son olarak, iklimi belirleyen, inka toprağında güneşin doğanın ve yaratılanların uyum içinde yaşamasını sağlayan, esen rüzgarların, yağmurun ve doğanın  tanrısı İlyapa.
Günlerden bir gün İnti Lumani şehrinde, kahverengi taşlarla inşa edilmiş bir evin üstüne gökyüzünden bir yıldırım düştü. Şehrin ileri gelenleri eve yardım için koştu, eve yaşayan bir karı koca vardı, yıldırım evin ortasına düşmüştü.  Ne kadına ne kocasına bir zarar vermemişti. İnkalar bunu Mama Quilla'dan gelen bir işaret olarak gördüler. Aslında bu tek tanrının gelecek için gösterdiği bir işaretti. Eve o günden sonra, sunaklar ve çiçekler bırakılmaya başlandı . Evde yaşayan kadının adı Yumi idi ve kocasının adı da İnü idi. Yumi ile İnü başka bir ev inşa ettiler inka halkının yardımıyla, ama herkesin gözünden bir şey kaçmıştı. Keramet yıldırımın düştüğü evde değildi, keramet İnü ile Yumi'nin üzerine düşmüştü .  İnü ile Yumi'nin çocuğu olmuyordu,  yaratıcı tanrıya onlara bir evlat versin diye dua ediyorlardı.  Sunaklar adıyorlardı, yemek pişirip diğer komşularına dağıtıyorlardı. Yirmi beş yıl olmuştu ancak bir çocukları olmamıştı.
Yıldırımın düşmesinden beş ay sonra, Yumi'nin karnı şişmeye başlamıştı. En başta buna anlam verememişti, daha sonra çocuğu olan bir kaç komşusunun yanına gittiğinde. Yumi'nin hamile olduğunu söylediler. Yumi hemen koca İnü'ye müjdeli haberi verdi. Yaratıcı tanrı dileklerini kabul etmişti, onlara bir evlat vermişti. İnü bütün komşularını çağırarak doğacak çocukları için bir ziyafet verdi. Ziyafette çocuğun adını Tuma koymaya karar verdi.
 
 
22 YIL SONRA
Tuma ormanları çok seviyordu. Odunculuk yapıyordu, ormanda hep ölmek üzere olan bir ağacı bulur ve onu keserdi. Hem ağacın yaşadığı yaşlılıktan  kaynaklanan acıya son verirdi, hem onu bir fırtınanın devirmesini engelleyerek ağacın ruhunu ölümden korurdu çünkü fırtınaların devirdiği ağaçlar, bir daha ayağa kalkamazdı. Genç bir ağacı balta ile kesmek insan öldürmekle eşit tutuluyordu. Ama yaşlı bir ağacı balta ile kesmek bir görev sayılıyordu, hem de ağacın odunları soğuk gecelerde evleri ısıtıyordu. Tuma ağaçları severek, görevini anlatıyor eğer ağaçları kesmezse gelecek ilk fırtınayla devrileceklerini söylüyordu ağaçlara. İçi rahatladıktan sonra baltayı vuruyordu.
Odun bulmak sadece bir bahaneydi, tuma yalnız kalmak istiyordu. Diğer insanların yaşayışı belliydi onun gözlerinde. İnsanlar hep geleceğe bir benzerlerini bırakmak için uğraşıyorlardı. Kendilerinin yok olacağını bildiklerinden bu benzerlikte yaşamayı sürdüreceklerini sanıyorlardı. Tuma'ya göre yanılıyorlardı, insan benzerini aramalıydı, insan yerin altındaki bir su ise yerin üstündekini bulmalıydı.  Kendi benzerini bırakmak, geleceği gelecekte bırakmak gibiydi, kendi yansımasından yaşarken vazgeçmek gibiydi. İnsan bir yansımaysa, yansımasının gerçekliği önünde insanlığını yansıtmalıydı.
Tamu'ya göre insan, yaşadığı bu hayat serüveni içinde, en değerli olanı bulmalıydı. Öyle bir şeydi ki bu, diğerlerine benzemeyen, diğerleri kadar kolay olmayan. Güzelliği hayal edilebiliyorken görünen bir şey, yakınında olduğunda ise kaybolan bir şey.
Tamu düşünüyordu, doğa yansıtabilir miydi bunu, aradığı şey ormanda, ağaçlarda mıydı? Sonra düşünlerinin başladığı noktaya geri döndü, insan bir yansımaydı, bir ağaç veya doğa insanı yansıtamazdı. Doğayı hayal etmesi gerekmiyordu, hayal etse de etmese de doğa zaten vardı. Görse de görmese de sular akardı, ağaçlar büyürdü.
İnsanı yansıtan şeyin ancak insan olabileceğini orada anladı, hayallerin değişkenliğinin büyüsü onu sardı. Bir yüz hayal ediyordu, bir başka yüz yerini alıyordu.  Bulduğu yüzlere isimler koyuyordu, kendini de hayallerin içine katıyordu. Yansıması insandı, bir insanı aramalıydı. Yüzler değiştikçe mest oluyordu manzara karşısında, isimler değişse de sevmeye yeniden başlıyordu. Sevebilmenin sonsuzluğunu mu seviyordu, şekilsizliğini mi yoksa değişebilirliği mi bilmiyordu kendi kafasının içinde yaşıyordu.
Kendi yansımasının insan olduğunu biliyordu, insanların yüzlerine tek tek bakacak ve yansımasını arayacaktı. Kurduğu hayallerle en çok örtüşeni bulduğunda, ona sahip olacaktı. Tuma aşık olmak istiyordu bunu anlamıştı, aşık olduktan sonra ise maşuk.
 
 
 
 
Günler geçtikçe dalgınlaşıyordu, aradığı varlığın yüzünü bulamadıkça huzursuzlaşıyordu. İnti Lumani'de tanımadığı kim varsa konuşuyor, yansımasından bir yüz arıyordu. Günler geçiyordu bulamıyordu, kestiği ağaçları ağlamaktan kesemez olmuştu. Vuracak gücü kalmamıştı baltayı, hayallerin güzelliğini gerçekliğe yansıtamıyordu.
 Bir gece yine bir ağacın başında ağlıyordu, tek bir yaratıcısının olduğunu biliyordu. Yaratıcıya dua ediyordu, yine o dua törenlerinden birinde, ağlarken gökyüzüne baktı birden ay muhteşem bir şekilde parıldıyordu. Ayın yansıyan ışığını takip eden gözleri, vadinin içinde yürüyen bir vücut gördü. Yaklaştı karanlık ile ışığın arasında birden ay ışığı o vücudun yüzüne parladı. "Ay yüzlüm dedi bu o" dedi mecnun gördüğü yüzün arkasından koşmaya başladı. Dereler geçti sabaha kadar gördüğü yüzü düşündü ama bulamadı. Acı vermiyordu bulamamış olmak, hayallerinde yarattığı varlık bir yüze kavuşmuştu sonunda, onunla birlikte hayallere oda kapıldı. Kapıldı gitti, her gün yeni bir isim koydu, o ismi her unuttuğunda gördüğü yüze bir daha aşık oldu.
Tuma'nın seneleri böyle geçti, önce ormanda odun kırıyordu. Sonra şehre dönüp gördüğü o güzel yüzü arıyordu. Bulamadığında ağlıyordu, ezgili bir kaç cümle mırıldanıyordu.
"Bir isim dahi bulamamışken, gölgene
Bir öpücük dahi konduramamışken, yansıyan yüzüne
Günleri geceleri tüketmek bir şey değil, bir hayalin peşinde
Bütün varlık yok olsa bile, senin hayalin kalır.
Senin hayalin aşktır, hayalinden kalan ise Leyla’dır."
Leyla ismine anlam verememişti, belki zihninin bir yerlerinden gelen çağrışımdı ya da bir tasarımın en büyük parçasıydı. Sırrın göründüğü, örülen kaderin bildirildiği bir andı şuan yaşadığı belki de şiirle bildirilen.
Tuma o yüzü rüyalarında gördükçe, daha çok bağlanıyordu işi gücü onu aramak olmuştu. Odun kesmeyi de bırakmıştı, evin yolunu da unutmuştu. İnsanlar onu bir kayıp olarak görüyorlar ve onu gördüklerinde onun gibi olmaktan korkuyorlardı. Annesi ile babası defalarca onu bulmuş eve getirmiş ancak Tuma gördüğü yüzü aramaya devam etmişti.
Yine eve getirildiği gecelerden birinde, gökyüzünden ona bir rüya bahşedilmişti. Rüyasında bir varlığın rüzgarı kullanarak güneş ve ayın yerini değiştirdiğini gördü. Sabah kalkıp bu rüyayı babasına anlattı. Babası rüyasında gördüğü varlığın iklim tanrısı İlyapa olduğunu söyledi, ilyapa rüyaya göre rüzgarını ay ve güneş tanrılarına yani inti ile Mama Quilla ya gönderiyordu. Rüyada bu ikisinin yer değiştirmesini görmesinin ise anlamı, babasına göre İlyapa'nın  iki tanrıyı kıskandığına işaret olmalıydı. Babası rüzgarı yorumlamayı unutmuştu, Tuma ta eski atalarından kalan,  eski  Mu tapınağının duvarında gördüğü bir şekli anımsadı. Rüzgar tufandı.
 
TUFAN
Deniz kıyısında yaşayan insanlar, diğer kabileler topluca İnti Lumani'ye geliyorlardı. Anlattıklarına göre coşkun sular ve durmayan yağmur nedeniyle deniz insanlara kızmış ve onları yutuyordu. İnti Lumani And Dağlarının en tepesinde kurulmuştu. Sular oraya gelinceye kadar durabilirdi, insanlarda ölmemek için bu bölgeye göç ediyorlardı.
Bir kaç gün geçti, yağmurda azalma yoktu, İnti Lumani'nin en yüksek tepesinde kurulu eski Mu tapınağından suların gelişi görülebiliyordu. Şehrin ve göç eden diğer insanların ileri gelenleri tapınağa ve eteklerine yerleşmeyi uygun gördüler. Ancak sular durmamış, tapınağın  eteklerine de yaklaşmıştı. Bütün insanlar tanrılarına hep birlikte dua etmeye başladılar. Edilen dualarla birlikte iki İnka tanrısı indi gökten. Tuma başına düştüler bilinmezlikten.
İnti ile Mama Quilla'ydı bunlar birinin üstünde altından güneş gibi parlayan bir zırh vardı. Mama Quilla'nın ise üstünde siyah bir elbise vardı, teni parlıyordu.
İnsanlar bağırdılar
"İnti, Mama Quilla yardım edin bize"
Tanrılar cevap verdiler.
"Tufanı İlyapa gönderdi, bizim aşkımızı kıskandı, bizim sonumuzu istediği içinde tufanı sadece aşk durdurabilir. Kendimizi sulara bırakamayız, biz olmasak evrenin dengesi alt üst olur, aranızda hiç aşık var mı" diye sordu
Tuma'yı göremiyordu, aşkın kendisi aşık olarak görünmezdi. Aşık olduğu varlığı bulmadıkça. Tanrılar konuşurken, Tuma kalabalığın içinde gördüğü yüzü arıyordu. Mama Quilla'nın yansımasının yakınında olmalıydı çünkü hayallerindeki yüzü onun ışığında görmüştü. Ön sıralara doğru yaklaştı, yansımayı taşıyan bütün yüzlere baktı. Artık en ön sıradaydı, inka tanrılarının önündeydi, ayın yansıyan ışığının tam karşısında biri vardık. Birebir durmuştu iki tanrının karşısında. Tuma onu tuttu, gözlerinin içine baktı. Vadide gördüğü yüz buydu, gözbebekleri birden büyüdü dizleri titremeye başladı. Yaşamı kendi ölümü, ona komşu iken bulmuştu. Tanrıların, insanların ve tufanın  varlığını ay ışığının parlattığı yüze bakınca unutmuştu. Ama ne tanrılar ne diğer insanlar onu unutmuştu.
İnti hemen hareketlendi,
"Şu aşığı yakalayın." dedi insanlar  Tuma'yı baktığı gözlerden ayırdılar,  Tuma hala o gözlerin etkisindeydi. Ne vücudunu hissediyor, ne kollarındaki ipleri umursuyordu. Gördüğü güzelliğin uzaklaştığını fark ettiği an gözlerini kapattı onu hayal etmeye başladı. Yüzünde bir gülümseme varken, şiddetli bir dokunuşla uyandı.
İnti Tuma'yı sulara itiyordu. Tuma tutunmaya çalışıyordu kayalara, ancak bu defa de diğer  insanlar ona taş atıyordu. Gözlerini kapattı, gördüğü yüzün hayaline kapıldı. Sular onu yutup dinerken, onun kalbinde şunlar yankılandı.
 
"
Sular yükselirken an ve an Ant dağlarına
İnsanlar sığınmıştı korkudan
Dağların arasında, bir inka tapınağına
Gözlerinde iken gözlerim gelecek bu kıyameti beklemedim
Mahşer günü dirilirken herkes, ellerinle ölmek istedim
 
Sen
Sen
Sen
Yüzyıllardır hep sen diyorum ben
İşitilmez dualar, yankılanırken loş bloklarda
Vicdanlar değiyordu, tanrıların kulaklarına
Ve karşılık verdiler tanrılar dualara
Gümüş kanatlı, iki İnka tanrısı
İndi insanların gözlerine, gökyüzünden
 
Hem senin hem benim başıma
Düştü bilinmezlikten"
 
 
 
 
ANAV
Asya'da kimselerin bilmediği bir uygarlık vardı, Alplerin arkasında kurulmuştu, adı Anav uygarlığıydı. Yazıyı iyi derecede kullanabiliyorlardı, hatta büyülü sözler dedikleri şiirler de söylüyorlardı. İnsanlarla toprak arasındaki büyük bağ, yapılan evin malzemesine de yansıyor; evler kerpiçten yapılıyordu. Kerpiç kışın evin içindeki insanlara sıcaklık, yazın ise serinlik sağlıyordu. Toprağın vaat ettiği bir dengeydi bu.
İklim yazları kuraktı, kışları ise yağışlı. İnsanların bir kısmı putlaştırdıkları tanrılara inanıyorlardı bir kısmı ise Ademden İbrahim'e oradan da insanlara ulaşan ilk dine inanıyorlardı. Dinlerin yarattığı görülebilecek tek farklılık  yaşayış şekillerindeydi, inanışlar gündelik hayatı büyük oranda etkiliyordu. İnsanların hayatı buna göre başlıyordu, insanların hayatı bununla bitiyordu.
Ademin dinine inanan Nuh adında bir adam vardı, kendisinin de peygamber olduğunu henüz bilmiyordu. Yaratıcı onunla konuşmamıştı, ilahi dokunuşlarının ritmini onun ensesinde duyurmamıştı. Nuh'un o güne kadar üç oğlu olmuştu, bunların isimlerini Sam, Ham, Yafet koymuştu.
Günlerden bir gün rüyasına gözüyle göremediği, yüzünü seçemediği bir adam girdi. Adam tanrının gönderdiği bir elçiydi, tanrı Nuh'u Ur dağına davet ediyordu. Nuh uyandığında önce gördüklerine anlam veremedi, sonra bunları ilk dinin koyduğu hükümlerce ölçtü, tarttı biçti. Evlatlarına ve karısına anlattığında,
Sam
"Baba yemin ederim ki, sen tanrının bir elçisisin ve rüyanda gördüğün o adam, onun bir meleği"
Nuh bunu tam olarak kabul edemese de, Ur dağına gidecekti. Kararını vermişti ve dağa ulaştığında kafasındaki sorular, bir bir yok olacaktı. Gördüğü rüya ya öylesine bir hayaldi ya da tanrının planının bir işaretiydi.
Ertesi sabah, eşi ve oğulları uyanmadan bir kaç saat önce uyandı. Ses çıkarmadan hazırlanmaya başladı, ayakkabılarını bile yavaşça giyiyordu. Ur dağına nasıl gideceğini düşünüyordu, dağa daha önce de gitmişti ancak bu sefer gittiği ve göreceği yer sanki başka bir diyarın içinde kalmıştı. Dağa gitmeyi kafasında önceki gece tasarlamıştı. Anav şehrinin içinden geçmeliydi önce adım adım,  Ur dağına ulaşmak için.  Evden çıktıktan sonra baya bir yol yürüyecekti, o kadar dalgındı ki atları varken yürümeyi tercih etti. Bilinmezliği düşünmek güzeldi, bir süre sonra bilinmezliğin biteceğini bilirken, karşılaşacağı anın hayalini kurmak güzeldi, gerçekler bir hayal kadar güçlü değilken.
Şehre ulaşmak bir saatini almıştı. Şehir güneşin ilk ışıklarla aydınlatılırken, gece güneşin arkasına yeniden saklanırken. Nuh sokakları bir bir arşınlıyordu. İnsanlar vardı sokaklarda, meyin içildiği yerler ve daha daha kirli şeylerin yapıldığı yerler. Şehre ne zaman gelse,  gördüğü manzaralardan utanırdı , birbirine tanımadan sarılan ve yürüyen insanlar. 
Sokak ortasında halka açık bir şekilde cinsel ilişkiye girenler, çeşitli maddelerle kendilerinden geçmiş insanlar. Sanki güneşin doğuşuyla şehirdeki bu kir Nuh'a görünüyordu.
İnsan olmaktan utanmıyordu, bu kentten bu uygarlıkta utanıyordu. Yaşama saygıdan ve insana sevgiden  hiçbir şey anlamayan, sokak ortasında sevişen insanlar, aşk denilse, onun anlamını bilemeyecek kadar aşağılık ve yoksun varlıklar. Nuh bunlardan korkuyordu, onlar gibi olmaktan korkuyordu. Elmas nasılsa sonsuza parlar, ancak parlasa bile kirin içinde görünmeyebilirdi, karanlık ruhuna işlemese bile dışı karanlığın içinde kararabilirdi. Hissettiği şey, ışığı saran karanlıktı ve şehirden hızlıca uzaklaşmaya başladı.
Şehri geçtikten sonra Ur dağı karşıdan göründü. Bir kaç saat geçtikten sonra Ur dağına varmıştı. Saatlerce dağın eteklerinde oturdu, ne gelen vardı, ne giden. Ne bir ses duyuyordu kulakları, ne bir cisim görüyordu gözleri.
Akşam sökmeye başladığında, Nuh hala dağın eteklerinde oturuyordu. Birden oturduğu toprak hareketlenmeye başladı, en başta deprem olduğunu sanan Nuh, bir sesle birlikte irkildi.
"Ey Nuh, varlığımın yeryüzündeki gölgesi, ellerimin elçisi, ben seni aşkla yaratan, sevgi ile yoğuran, hatanı cezalandırıp dünyaya savuran. Bütün sırların çözümü benim, görünmeyen gözlerin sahibi benim"
Nuh'un şaşkınlıktan dili tutuldu, göz bebekleri büyüdü, bir aşkla irkildi sanki bütün varlığı çünkü onu yaratanın sesini duymuştu.
"Ey Nuh, sen yeryüzünde benim elçimsin, sana bir müjdem var. Bir oğlun daha olacak, oğlunun ismini Tur koy. Soruların olduğunda, yolunu bulamadığında, benimle konuştuğun bu dağa gel. Görünmeyen gözlerim hep seni izliyor olacak."
Nuh cevap bile veremedi. En kudretli varlığın kudretinin karşısında ezildi. Dağdan büyük bir korkuyla indi ama sanki omuzları çıkışta değil, inerken daha ağırlamıştı. Ur dağının bir büyüsü vardı, ya da ruhu özünü bırakmak istemiyordu. Her ruhun özü tanrıydı
Şehrin çirkin manzaralarını bile fark etmedi eve gelirken. Sokaklarda birbirleriyle sadece eğlenen insanlar vardı. Onları da görmedi. Bir yamacın yanında kuruluydu evi, gürültüyü sevmediği için böyle bir yaşamı tercih etmişti; evin manzarası görünürken, sadece yatağa uzanmayı tasavvur ediyordu. Zihni yüklerden uzakta, yükleri attığı bir limana, uykudan önceki son durağa bir sıcak yatağa sığınıyordu. Eve gelişinin ardından odasına girip, yatağına uzandı, karısı ve çocukları daha uyanmamıştı. Düşünmeye başladı, yaratılışının amacı tanrıya hizmet etmekti bu güzeldi, ancak bulunduğu insanlar içinde bu utanç vericiydi. Ya başarısız olursa, ya en sevgiliyi hayal kırıklığına uğratırsa diye korkuyordu ancak elinden geleni yapacaktı.
Uyuya kalmadan önce tanrının söylediklerini kafasında durmadan çeviriyordu. Bir oğlun olacak dediği noktaya geliyordu, çocuğun adını Tur koymasa tanrı kızar mıydı?. Ama tanrı buyurmuştu, Nuh onun buyruğuna uymak zorundaydı çocuğunun adı Tur olacaktı. Kaderinin iyi olması için tanrıya dua etti, gözlerini kapattı uykuya daldı.
22 YIL SONRA
Tam da tanrının dediği gibi bir çocuğu olmuştu Nuh'un, adını da Tur koymuştu. Tur büyümüş, yirmi iki yaşına gelmişti. Ahşap oymacılığını ve Ahşap'a şekil vermeyi çok severdi. Ormanlara gider, ağaçları keser bunları bir güzel biçimlendirirdi. Yaptığı şekiller genelde insanlara benzerdi, sürekli bir insanı şekle sokuyormuşçasına
Küçük minyatür ahşap insan vücutları yapardı, yaptığı nesnelerin hep yüzü belirsiz olurdu. Yüzleri yapmayı sonraya bırakırdı, insan vücudunun güzelliğini yansıtmak isterdi tahtaya. Tahta nasıl en başta bir bütünse, ona emek verilerek bir şey elde ediliyorsa. İnsanlara da emek verilip, insanlarda yontularak, toyluktan insanlığa geçerlerdi .Kimileri ise fazla yontulmaz, oldukları gibi kalırlardı. Ne odundan anlarlardı, ne ağaçtan, ne insanlıktan, Tur  kendine şekil veriyormuşçasına şekil verirdi ahşaba.
Yaptığı her işte bir düzen arardı, en iyisini elde etmek isterdi. Güzelliği dağlarda arardı, hayvanlarla konuşurdu hayvanlar onun sözünü dinlerdi.  Yaratılan her  şeyi severdi, insanları insanlığı, şehirden pek hoşnut olmasa da şehirdeki insanları bile severdi. Ona göre insanlar seçimleri veya davranışları nedeniyle yargılanabilir olsalar bile, suçlu bulunamazlardı, sadece hatalı olurlardı. İnsanın özü babasının ona öğrettiği  inanışa göre, tek tanrıdan gelirdi. İnsanların özü tanrıdan gelirdi, insanlar hatalarla kendilerini kirletirlerdi ama o özü kirletemezlerdi. Kirlenmiş şeyler yüce yaratıcıya geri dönemezdi.
Tur sevilmeye değer şeyleri görebiliyordu, insanları kimliklerinden bağımsız bir şekilde sevebiliyordu. Hayata bakış açısı, kirlerin içinde bir mücevher aramak gibiydi, şehrin insanları kötü olsa da içlerinde kirlenmemiş tertemiz bir ruh bulmak istiyordu. O ruha sahip olmak istiyordu, işlediği ahşapların yüzünün olmaması böyle bir şeydi. Bir yüzü bulup bütün varlığını ve yaptıklarını ona armağan etmek istiyordu.
Karanlığın içinde doğan bir umudu arıyordu çünkü günü geldiğinde her şey solmuş olsa bile solamayacak tek şey bu umuttu. Tur aydınlıkta doğmuştu, aydınlığın tam  kalbinde,  babası bir peygamberdi. Tanrının yardımıyla, doğru yolu bulmuştu. Bulması gereken öteki şey ise karanlığın içinde kaybolmayan  umuttu,  karanlıktan  korkmayan bir insanı bulmak istiyordu. Arayışının yolu şehirden geçiyordu ve şehir kirin kalbinden, kalbi kirlenmeden aradığını bulabilir miydi, şehirdeki insanlara benzemekten  korkuyordu.. Kimliğini kaybetmek, varlığını unutmak anlamına geliyordu. Varlık tanrıdan geliyordu ve tanrı unutulamazdı
Babası şehre önemli işler dışında gidilmesine kızardı, evlatlarının da kirlenmesinden korkardı. İnsanları uyarmak ve doğru yola sevk etmek için sadece kendi şehre giderdi, ama hiç kimse onu dinlemezdi. 
"Sevmeden sevişmeyin, günah, sevmeden sevişirseniz günü geldiğinde sizi sevecek olana bu gün ihanet etmişsinizdir. Tanrı sevenlere ihanet edilmesini affetmez,  zaman bir bütündür,  dün bugündür ve bu gün yarın. Başladığı gibi biter her hikaye,  girilen yolda biterdi her hayat, Ey insanlar yanlış yollardan sakının..."
 
Sokaklarda,  insanların gözleri önünde sevişenlere ise şunları söylerdi.
"Görünmeyen sevdalar, görünenlerden güçlüdür. Güçlü yürekler, girilmez kapıların arkasında örülür. Sevdalar orda yaşanırlar, iki kişilik sevdalar. Sevgisinin gücünü göstermek isteyen, her beden biraz ölüdür. Siz sevginizi göstermiyorsunuz, siz sevginizi sıradanlaştırıyorsunuz.. Birbirinizi sevmeden arzularınızın esiri oluyorsanız, bir şey diyemem vay sizin halinize."
Yine günlerden birinde, sabah şehre inip öğütlerini dağıtırken,  insanları kutlu yola davet ederken. Kendisinden biraz uzakta yürüyen birini bir tanıdığa benzetti, oğlu Tura arkadan çok benziyordu adam. Çocuklarının babalarından izin almadan şehre gitmeleri yasaktı ve diğer evlatları gidebilirse de Tur daha küçüktü. Yeni genç olmuştu, böyle bir şehir günahlarıyla onun aklını başından alabilirdi.
Nuh Tur'u takip etmeye karar verdi, tur hiçbir yere ait olamamışçasına turluyordu şehri. Dükkanlara giriyor, esnaflarla sohbet ediyordu, dilenen çocuklara para bile veriyordu. Normal zamanlarda babasından izin alarak gelirdi şehre, yaptığı ahşap oymalarını satar ve gelir sağlardı böylece.
Babasını hiç fark etmemişti, mey yani içki satılan bir yere indi. Nuh içeri girmedi, sadece oğlunun çıkmasını bekledi ve oğlu yaklaşık yarım saat sonra tekrar dışarı çıktı. Tur  yüzünü  göremediği bir adamın kolundan onu çekmesiyle irkildi. Bu adamın babası olduğunu fark eder etmez, gözbebekleri büyüdü.
Nuh
"Ne işin var bu leş yuvasında, yoksa sende mi kapıldın, karanlığın kurgusuna?"
Tur
"Ben anlatsam da sen anlamazsın, göstersem de benim baktığım gibi bakamazsın. Sana görünenler bahşedildi baba, bana görünmeyenler, ben seni anlayamam sen de beni anlayamazsın."
Nuh
"Kibrin idrak etmeni engelliyor, bir kadeh mey içmekten başka birşey nasıl anlaşılabiliyor, ya oradaki insanları seviyorsun, ya içtiğin şeyi."
Tur
"El kadehinden şarap içmek yakar damağı,  mey yakın gösterir,  kör gözlere ırağı, tanrının kutlu elçisi, bir kadeh içtim diye kızma, ben içsem  sarhoşum içmesem berduşum."
Tur babasının ne diyeceğini aldırmadan yürümeye çalıştı, Nuh Tur'un kolundan tuttu. 
"Ya buraya bir daha gelme, ya da evine" dedi öylece ayrıldılar Nuh eve gitti, Tur ise kendi yoluna.
 
Bir yıl sonra
Bir yıl boyunca eve gelmemişti Tur, ne kadar kızsa da Nuh, Tur onun bir evladıydı ve onu bulmalıydı.Geçen bir yıl içinde şehir iyice birbirine girmiş, Nuh kulaklarına inanamaz olmuştu. Tanrı o günlerde Nuh'la konuşup bir gemi yapmasını buyurmuştu.  Nuh gemiyi tamamlamak üzereydi, tanrı Nuh'a her canlıdan bir çift ve gemiye inananların binmesi gerektiğini buyurmuştu. Nuh inananlara yakında bir tufan olacağını haber vermiş, Tanrı da her canlının çiftlerine gemiye gitmelerini emretmişti . Canlılar gelirken, Nuh Turu bulması gerektiğine karar  vermişti. Önce ormanı arayacaktı, sonra şehri, sonra meyhaneleri en sonda kalan yerleri.
Ormanda yoktu sanki ağaçlara yüzlerce yıldır, herhangi bir insan ağaçlara balta vurmamış gibiydi. Nuh şehre doğru yöneldi. Şehirdeki manzaraları aldırmayarak oğlunu bulabileceği her yeri tasavvur etti.  Mey içilen yerlere tek tek girdi, daha kötü yerlere de girdi. Oğlunu son gördüğü güne döndü, o meyhanede olabilir miydi?
Meyhaneye girdiğinde, basamakları yavaş yavaş indi. Önce gözleri ile mekanı taradı Tur burada yoktu, ancak gördüğü bir şey vardı ki Nuh'un başından aşağı kaynar sular inmiş gibi hissetti. Büyük bir ahşap oyması vardı, oyma belki Nuh'tan bile eskiydi. Oğlu minyatürlerin yüzünü yaparken çok sıkıntı çekerdi, ama duvarın önündeki minyatürün eşsiz benzersiz güzellikte bir yüzü vardı. Nuh oğlunun buraya neden geldiğini anlamıştı, oğlu aradığı şeyi yansıtan minyatürlere ne isim bulabiliyordu, ne yüz, buraya gelip duvardaki eseri izliyordu. Tur  ulaşamadığı bir şeye ulaşan başka bir ahşap oymacısını kıskanıyordu.  Duvarın önünde duran yapıt,  Nuh'a her şeyi anlatıyordu. İrkilerek çıktı dışarıya.
Meyhanenin olduğu sokağın yanında,  ahşap ustaları ve dülgerler verdikleri eserleri satarlardı; ahşap masalar, dolaplar, kayıklar ne ararsan bulunurdu. Ahşaptan küçük minyatürler bile vardı,  minyatürlere baktığında Nuh oğlunun yaptığını bildiği bir şeyler gördü.
"Bunları yapanı gördün mü, o nerede?"
Adam
"Berduş gece gelir buraya, gündüz ise şu karşıdaki dağa gider."
Karşıdaki dağ Ur dağıydı, Nuh dağa doğru yürümeye başladı.
Yürürken, oğlunun arayışını düşünüyordu, oğlu görüneni değil görünmeyeni görebiliyordu. Nuh ise bunu anlamadığı için büyük bir günah işlemişti, anlamadığı bir şeyi kendi önyargılarına göre yorumlamıştı.  Hata yapmıştı, telafi etmeye dahi çalışmamıştı oğlundan af dilemek zorundaydı.
 
 
 
 
TUR
Tur o gün meyhanede mey içmek için bulunmuyordu. Her zaman meyhaneye geliyor oturmak için bir kadeh mey alıyor ancak içmiyordu. Ahşap oymayı inceliyordu, gözleri büyüyordu bazen, eşsiz olanı arıyordu Tur ve ondan önce bir adam eşsiz olanı bulmuştu. Oymayı yapanı sormuştu, ancak bulamamıştı kim olduğunu. Oyma bir ayna gibiydi hem Tur'a benziyordu, hem başka birine, yani Tur'a göre insan kendi yansımasını bulduğunda,  iki kişi var olamazdı, tek bir kişi var olurdu, iki beden olsa dahi tek bir varlık yansırdı dışarıya, çünkü aşkın anlamı buydu.
Aşk kimliğini kaybetmekti karşındaki için, sevgilinin gözlerinde yine kendini değil sevdiğini görebilmekti. Aşk benliklerin üstündeydi, o geldiğinde benliklerin ne sesi duyulurdu ne ye'si. Tur hayatı boyunca buna inanmıştı çünkü önemli olan özel olanı bulmaktı. Aşk tek olanı eşi benzeri olmayanı aramaktı, onun dışındaki her şeyin bir benzeri vardı.
Rüyalarında gördüğü bir yüz vardı, Tur'un insanlar içinde onu arardı, ahşapları ona benzetmeye çalışırdı, başaramazdı çünkü insan bir rüzgara kapılmışken bir başka rüzgara odaklanamazdı. İnsanın  zihni bir kurgu içinde kapana kısılmışken,
Yine Ur dağında, bir taşın üstüne minyatürleri diziyorken, kim olduğunu artık iyice anlamıştı ve onu yaratan tanrıyla konuşuyordu.
"Görünmezliğin ardına mı gizledin onu,
Yoksa kendi eteklerinin altına mı,
Bir hayal kaldı geriye, kıyamet gelirken
O Leyla'dır.
Şu son görev kavuşmak  mıdır?"
Tanrı cevap vermedi, Tur şaşırmadı demek ki henüz vakti gelmemişti her şeyin, daha görecekleri yaşayacakları vardı. Yoksa tanrı onun sesini duyardı ve tanrı ona cevap verirdi.
Nuh Ur dağına ulaşmıştı, yamaçlara yaklaştıkça oğlunun varlığını hissedebiliyordu. Ruhunu görmese bile ruhundan bir duygu kırıntısı, kulağına çalınıyordu .
"Oğlum..."
Tur arkasını döndü
"Beni affet oğlum" dedi Nuh ve sarıldılar.
 
 
 
TUFAN
Nuh Anav kentindeki inananları gemiye bindirdikten, bütün hayvanları yerleştirdikten sonra Tur'u aramaya başlamıştı. Tur'u bulduğunda tufana çok az bir vakit vardı. Baba oğul atla gemiye doğru koşuyorlardı, yağmur yağmaya başlamıştı ancak yok edici bir şiddete ulaşmamıştı suların gücü,  Nuh ile Tur aynı atta gemiye doğru yaklaşıyordu, o sırada Nuh'un diğer oğulları ve karısı yağmurun altında endişeli bir şekilde, Tur ile Nuh'un gelmelerini bekliyorlardı.
Tur ile Nuh ufukta göründüğünde herkesi bir sevinç aldı, ancak bu sevincin sonunda her  şey yarım kalacaktı.
Tur gemiye binerken kafasında düşünceler vardı, bunları tek tek babasına soracaktı.
"Baba bu uygarlık yok olduktan sonra hangi uygarlığın içinde yaşayacağız?"
Tur gemiyle gidebilecekleri başka diyarların, hayalini kuruyordu, yaptığı ahşap oymalara yeni bir yüz bulabilecekti .Hayallerindeki doğru kişiyi bulabilecekti ancak düşüncelerinin mimarı olan, umutları birazdan gelecek cevap ile yerle bir olacaktı. Bir rüzgarın kumdan bir kaleye çarpışı gibi olacaktı Nuh'un vereceği cevap, kumlar bir bütünken ait oldukları yere döneceklerdi. Tıpkı camın kumdan yapıldığı gibi, Tur'un hayallerini içeren cam yerle bir olacaktı, tuzla buz olacaktı.
"Sadece bir uygarlık değil oğlum bütün uygarlıklar sular altında kalacak, dünya yeniden başlatacak yaşamı, uygarlıklar yeniden kurulacak oğlum ve biz bunun mimari olacağız."
Turun başına kaynar sular indi, bir gelecek yoktu önünde gemidekilerden başka ona bir gelecek vaat edebilecek hiç kimse yoktu, babasının kini mi, tanrının hikmeti mi bütün insanlığın yok olmasına neden olmuştu, onun hayalleri ile birlikte.
Bir kaç ömür yaşamak neydi ki, sonunda kavuşmak olduktan sonra, bir gün ölümlü olmak vardı, aşk Tur  tarafından  bulunduğunda ne yaşadığı bu hayatın ne de bir sonrakinin bir önemi olacaktı.
Kollarını açtı Nuh'a sarıldı. Dünya yavaş yavaş sular altında kalıyordu ve gemi suyun üstünde yükseliyordu. Gemi tam yükselmişti, Nuh iskeleye geçti, geminin yönünü batıya doğru çevirdi. Tur geminin ucuna doğru yürüyordu, Nuh'un yanından yavaşça geçti.
Nuh
"Şu insanlığın yok oluşuna bir bak, o emrederse gökyüzü kinini gaddarca boşaltır, o emrederse suların altından ruhları tekrar çıkarır"
Tur geminin ucuna yaklaştı, korkulukları tutmaya başlamıştı. Gülümseyerek düşündüğü şeyin doğru şey olduğunu onaylayan bir ifadeyle döndü ve babasına baktı.
 
"Sular yükselirken an ve an gerçekliğe, ruhum kaldı hayallerin altında
Rahat nefes alsa da ciğerlerim, yarım kaldı nefeslerim bir tufanın manzarasında
Vazgeçmek mi gerekti aşktan, dönmek  mi gerekiyordu savaştan
Sular yükselse de dünyaya, yok olsa da her şey, bir hayal kalır
İşte o hayal  Leyla'dır"
 
"Kendine iyi bak baba" diyerek kendini gemiden aşağıya bıraktı, bir insan hayatından vazgeçmişti, bir kaç yüzyıl daha beklemeyi seçmişti. Tur aşka sadık kalmıştı, tufanın ardından ona ait olabilecek bir hayal kalmamıştı. Aradığı yüz, dokunmak istediği ten, o bilmese de, o görmese de sular altında kalmıştı. Sevgilisi sular altında kalan her beden, ona kavuşmalıydı bedel ödeyerekten.
 
"Sen
Sen
Sen
Yüzyıllardır hep sen diyorum ben
Ruhum tufanlarla etti cenk
Aradım seni Nuh tufanına denk
Bir oymacı başıydım,  kuklacılara karşı kuklaların savaşıydım
En şekilsiz odunların , inançlı bir arkadaşıydım
Dört bir yerde ararken yüzünü , yolculukların sırdaşıydım"
 
 
 
 
 
 
 
 
NECİD ÇÖLLERİ
Amir Bağdat çevresinde yaşayan bir kabile reisiydi.  Meryem adında bir karısı vardı, o da başka bir kabile reisinin kızıydı, Amirin babası bu evliliği yaptırarak hem kendi kabilesine güç katmıştı, hem de Bağdat çevresinde diğer kabilelerin üstünde bir nüfuz kazanmıştı. Amir  ile Meryem uzun zamandır çocuk sahibi olmak istiyorlardı ancak  ne  yaparlarsa yapsınlar bir çocuğa sahip olamamışlardı.Yıllardır çocuk sahibi olmak için adaklar adıyorlardı,  kurbanlar kesiyorlardı. Hocalar geliyor çeşitli şifalı bitkilerden yaptıkları şurupları Meryem ve Amir'e içiriyorlardı. Ancak yaptıkları şeyler bir işe yaramıyordu, Amir ile Meryem'in bir çocuğu olmuyordu.
Günlerden bir gün Amir Kabe'ye gitmeye karar verdi. Kabe'yi ilk gördüğünde dilediğin şey gerçek olurdu. Amir çölleri aştı, geceleri geçti Mekke'ye vardı. Kabe'yi karşısında gördüğü ilk an
"Medet ya hak, yanıyorum evlat hasretiyle, bana bir evlat ver."
Mekke'de bulunduğu günler boyunca, evlat hasreti, evlada sahip olma hasretiyle dua eder. Umresini böyle tamamlar, Safa'dan Merve'ye oradan Arafat'a her yerden geçerken amir. Dilediğini aklında tutar ve kalbine işlenmesi için zikrederdi. Oğluna dair hayaller kurardı, bazen büyük bir komutan hayal ederdi, bazen ince zarif ruhlu bir şair, bazen Bağdat'ta
Umre işlemini yaptıktan sonra, eve dönerken bile hala kalbinde oğlunun hayalini taşıyordu.  Bağdat'a ulaşır ulaşmaz, önce kabilenin eksikleri için tüccarlara uğradı. Eksikleri belirledi, tüccarlarla anlaştı. Yolculuğu yaklaşık 6 ay sürmüştü, Amir kabileye geldiğinde. Gönlü rahat bir şekilde, çadırına girdi.
"Müjdeler olsun Meryem, Hak Teala'dan bir evlat diledim, Ol kudretli şahım, duysun beni gönüldedir mahım, bir evlad-ü hayal barındırır her ahım."
Amir doğacak müjdeyi, her şafakta bekliyordu. Allaha ulaşmak, dileğine ulaşmış olmak gibiydi. Şüphenin kırıntıları dahi ruhunda filizlenemiyordu, Amir ruhundaki ormanda sadece fidanlar filizlenmişti, bu orman oğluysa bu fidanlar onun geleceği ile ilgili Amirin kurduğu hayallerdi. Oğlunun geleceği, bir kabilenin, hatta Bağdat'ın geleceği doğacak çocuğun ellerinde olabilirdi. Kays koymayı düşünüyordu isim olarak oğluna, ünlü bir arap emirinin ismiydi bu.
Zaman böyle akıp giderken, bir gün müjdeli haberi karısından aldı. Şifacı da Meryem'i muayene edince, Meryem'in bulgularının doğru olduğu ortaya çıktı. Bir çocukları olacaktı. Umudun doğuşunu bekleyene kadar aylar geçti ve sonunda beklenen çocuk Kays dünyaya geldi. İsmini babası koydu, annesi zaten müdahale edemezdi. Arap Kabilelerinde babanın kararı tek karardı. Kays'ın hikayesi işte böyle başladı.
 
 
YILLAR SONRA
Yıllar geçmiş, kays Bağdat yakınlarında bir okula başlamıştı. Okulda Leyla adında bir kız vardı,  Kays ve Leyla küçüklükten beri birbirlerine aşıklardı ve beraber büyümüşlerdi. Kays'ın Leyla'ya olan ilgisini herkes fark etmişti. Leyla ile Kays'ın yakınlaşması duyulur duyulmaz Leyla'nın annesi onun okula gitmesini yasaklamış ve ev hapsinde tutmaya başlamıştır.
Mecnun aşkı kolayca bulmuştur, ancak bu defa araya insanlar girmiştir. Leyla'ya ulaşamamanın ve hasretin yansımasıyla Mecnun, bütün varlıkla arasına bir duvar örmüştü. Kim soru sorarsa, ne sorarsa sorsun Leyla cevabını verirdi. Aşık olmak demek sevgilinin yansımasında ve onun  hayaliyle kendi benliğini yitirmek demekti. Kays bu yüzden aşk delisi yani mecnun adını almıştı.
Ulaşılmayan her güzelliğin kendini daha iyi gizlemesi gibi, Leyla da gizleniyordu Mecnunun hayallerinin arkasında. Gönül sarayında mecnun her günün sabahı onu arıyordu, günün akşamı onu kaybediyordu. Bir gün yaşıyordu hayalleri, ertesi gün Leyla'nın hayalini tekrar arıyordu.
Babası Amir Mecnunun derdine şifa bulmak amacıyla, kabileye onlarca büyücü getirmişti. Büyücüler ne yaparsa yapsınlar, en güçlü ve en doğal olan bir büyüyü etkisiz hale getiremiyorlardı. Mecnuna ne sorulursa sorulsun Leyla cevabını veriyordu, babasının dahil herkesin yüzünde Leyla'yı görüyordu. Leyla'nın yüzünü her gördüğünde umutlanıyor, gördüğü yüze biraz yaklaşınca ise hayal kırıklığına uğruyordu. Gerekler ortaya adımlar attıkça çıkıyordu, Mecnun ağlamaya başlıyordu sonrasında.
Mecnunun Zeyd adında bir arkadaşı vardı. Mecnuna iyi gelirdi Zeyd, aşktan konuşurlardı ve mecnunun ağzından dökülen dizeleri de okuma yazması olduğu o yazıya geçirirdi.
"Duvarların ardında kalmışken güneş, ruh dört nala sürmüş atını arda kalmış leş, derde düşenin halinden derde düşen dahi anlamazmış, acılar kıyaslanırmış her iki kırık kalp içinde er ya da geç."
Mecnun söylerdi, Zeyd yazardı. Zeyd mecnuna bir soru sormak istedi, aşkı aşıklar bilir miydi, aşk neydi?
Zeyd
"Aşk nedir mecnun, bir sen bilirsin. Görünenlerin ardına gizlense de gerçekler, sen merhamet eden yüreğinle, mecbur söylersin."
Mecnun gözlerini kapattı, düşünmeye başladı aşk neydi? Düşüncelerinde görünmeyen en kudretli hak Teala'nın karşısında duruyordu. Hak Teala'nın  huzurunda olsa neler dilerdi onu düşündü. Hak Teala'ya dedi ki
"Aşk nedir ya Rab,  göster bana"
Hak Teala cevap verdi.
"Aşk bir köşktür içinde Leyla'nın olduğu . Köşkün kapısının ardından  geriye kalan aşk değildir, meşktir Leyla'nın bulunduğu."
Daha sonra mecnun bir köşkün önünde bulur kendini, pencere de Leyla'nın yansımasını görür. İçeri girmeye çalışır, kapıyı tam açıyorken yaptığı hatanın anlamını anlar. Kapıyı tekrar kapatır ve hayallere dalar.  Pencereden ona bakan Leyla'nın hayalidir bu, Mecnun gözlerini açar, karşısında Zeyd'i görünce önce şaşırır, sonra bu duruma alışır.
Zeyd
"Aşk nedir?"
Mecnun
"Al gönlündeki bütün hayalleri bir eve koy, evin içine Leyla'yı da koy. Aşk bir kapı eşiğini aşınca, gönlündekileri bulacağını bilmektir ancak aşk, o kapıyı aşmayıp o kapının önünde, içindekileri hayal edebilmektir."
Zeyd bu cevabı biraz anlar, biraz anlamaz. Mecnuna tekrar sorar.
"Anlamı nedir bunun Ey aşık?"
Mecnun
"Meşk Leyla'ya kavuşup, gönlünü hoş edebilmektir. Aşk kavuşabileceğini bilip de, yolculuğa devam etmektir, kavuşmayı hayal etmektir."
Zeyd aldığı cevabın hoşnutluğu ile çadırdan çıkar, Mecnun da verdiği cevabın etkisiyle yapması gerekeni anlamıştır. Leyla'nın yansımasını aramalıdır, madem ki onda kalacak olan  son hayal Leyla'dır, Mecnun onu aramalıdır.
Amir ile Meryem Mecnunun gidişini dahi görmediler, çöllere gidiyordu mecnun, kumlara akıl danışacaktı. Akreplerin zehrinden aşkını koruyacaktı.
Mecnun çöldeyken yıllar geçer, izini kimse bulamaz. Bir gün Leyla evden kaçar ve Mecnunu bulmaya gider. Gönlünü takip eder, o da gönül ile çöllerin içinden geçer .Gönül öyle bir kalkandır ki, o yanarken ne soğuk, o soğukken ne sıcak onu etkiler.
Leyla gün geçtikçe mecnunu arar, mecnuna yaklaşır ve bir gün ona ulaşır.
"Kays"
Mecnun Leyla bakar, Kays'ın kim olduğunu hatırlamaz. Aşk delisidir o tek bildiği isim mecnun, çektiği acı hasrettir. Arzu kavuşmaktır, Leyla'nın gözlerinin içine bakar ancak gözleri Leyla'yı görmez. Yola devam eder.
Leyla anlamıştır ki, Mecnun ona değil, onu aramaya aşıktır. Leyla hüzünle Bağdat'a döner.
 
Günlerden bir gün, Mecnun çölde Zeyd ile karşılaşır. Zeyd Mecnuna Leyla'nın öldüğünü söyler. Mecnun Bağdat'a doğru yürümeye başlar. Bağdat'a ulaşır, Leyla'nın gömüldüğü yeri öğrenir. Mezarının başına gider, ancak Leyla'nın hayali daha ölmemiştir. Leyla'nın hatırası sürmektedir.
Mecnun bunun ne demek olduğunu anlar Leyla'nın bir  parçası hala yaşamaktadır. Leyla bir pazar yerine bakan ıssız bir sokakta ölmüştü. Mecnun önce Leyla'nın sarayına gitti, Leyla'yı zorla evlendirmişlerdi. Saraydaki hizmetçilerden Leyla'nın nerede öldüğünü öğrendi. Leyla'nın öldüğü ıssız bir sokağa geldi. Yaşlı bir köpek vardı sadece Mecnun köpeğe baktığında, Leyla'nın gözlerini gördü. Leyla köpeği severken ölmüştü, Leyla köpeğe dokunmuştu. Leyla'dan  kalan  son hatıra bu köpekti.
Köpek hastaydı, mecnunun yapması gereken, köpekle ilgilenmekti. Ona ölene kadar bakmaktı, sevgilisine olan son görevi onun sevdiği son şeyi korumaktı.
Mecnun köpekle ilgilendi, yaralarını sardı. Günlerden bir gün, yaşlı çomarın gözleri boşluğa baktı. Mecnun ağlamaya başladı, sevgilisinin son hayali, bir köpeğin gözleri ile son bulmuştu. Köpeği kucağına aldı ona sarılarak ağladı. İçinden söz söylemek geldi ve dedi ki
"Sensizliğin çölünde, aşkın sağnağında ıslandım
Seni aramaktan değil, seni sevmekten değil
Şol mahluka, seni anlatmaktan usandım
Divaneyken, sokakların taşından us aldım
Bağdat'ın kapılarına vurdum, develerle yol aldım
Yokluğunun saltanatını, bir yaşlı çomarla seyre daldım
Sana aşıktım, seni gören son gözlerin, hizmet-i erbabıydım
Dönmeyen bir mihenk taşında sıkıştım, ezildim ezildim felek içre kaldım
Sana yetişemedim Leyla
Sana son yetişende kaldım."
 
 
 
 
 
 
Mecnunun Leyla'nın mezarına gitti, toprağın üstünde bir örtüdür öyle bitti. Mecnun ölmedi, bedenini Leyla'nın mezarı üstünde sahibine teslim etti. Yıllar önce Mecnun Kabe'yi ilk gördüğünde ben bu dertle hoşem, benim derdimi arttır diye dilemişti. Mecnunun derdi, dünyayı aşmış, dünyalıları geçmişti. Ruhu gökyüzüne uçarken, bir kaç dize daha söyledi mecnun yürekten.
 
"Sen
Sen
Sen
Yüzyıllardır sevgilim, hep sen diyorum ben
Tepesine tırmandım Ulu Kabe’nin,
Mecnunu ben bilerek
Leyla’yı seyrettim, Şam ile Bağdat arasında
 
Gelmeni bekledim Bağdat’ın oyma kapılarında
Develere sordum adını, seni bulamayınca
Terlerken güneşin sırtımda, bir çöl ayazında
Bir yüzyıl daha beklerim dedim,
Aramaktan vazgeçtim seni sonunda
Mecnunu gömdüm Leyla ile aynı mezara"
 
 
 
 
 
 
 
 
 
MAHŞER VE KIYAMET
İsrafil sura üflemişti, bütün yaşadıkları ile Mecnun tek bir bedende dirilmişti. Turdu o, tumaydı o ve mecnundu. Yaşadığı hikayeler benliğinde birleşmişti. Mahşerde bir mizan kurulmuştu, insanların amelleri kefelere koyulmuştu. Mecnun Leyla'yı aramaya koyulmuştu. Tek tek en arkadan başlayarak bütün insanların yüzüne bakıyordu, neredeydi Leyla, Leyla  kimdeydi?
Yüzlere ne kadar baktığını unutmuşken, terazi ve kefeleri gözlerinde görülüyordu. Hiç farkında olmadan önüne geçti  ve girdi Terazi ile insan arasına, sorgulanan insanın yüzüne baktı, ama mecnunun arkasında şol kudretli Allah vardı. Mizan terazisi birden yıkıldı çünkü mecnun teraziden de diğer bütün varlıklardan da daha ağırdı.
Allah bağırdı.
"Bre divane, ne girersin benimle kulum arasına, Mecnun arama Leyla'yı boşuna, Leyla bendedir, girme kullarımla benim arama."
Mecnun
"Ey yücelerden yüce, yüzler gördüm, ömürler gördüm gizlice, bir sorum olacak sana sen ne görürsün aynaya baktığında?"
Allah mecnunun isyan etmesini istiyordu çünkü insanın hikayesi isyanla başlamıştı ve her hikaye isyanla bitecekti .Başladığı gibi bitecekti her hikaye. Allah aynaya baktığında, insanları görürdü çünkü benliği halife olarak insanı örmüştü. Ancak insanlar aşkın aynasına baktığında Allah'ı görürlerdi. Mecnuna latife yaparak söyle söyledi.
"Aşk benim, kendimi görürüm, bu ayna aşkın aynasıdır. Kim bakarsa beni görür?"
Allah aslında Leyla'yı görmüştü, ama Leyla onun ellerinden örülmüştü kadere."
Mecnun aynaya bakar,  Allah varken, Leyla'yı görür  ve derki
"Ben bakınca Leyla'yı görürüm çünkü tek hayalim odur, onu örürüm. Senin baktığın ayna aşkın aynası değildir, ona ayine-i kibir değil, ben aynaya bakınca kendimi görmem, onu görürüm ve buna aşkın aynası denir. Söyle bana yücelerden yüce Leyla Nerede?"
Allah
"Leyla yaratılmadı benim emrimle, ben aşksam sen aşksan biri yaratmıştır Leyla'yı eliyle ,aşkı ben yarattım , Leyla'yı değil. Gel gir cennetime, çok acı çektin maşuki olma yolunca ama aşık kaldın mecnun."
Mecnun
"Ne sen varsın, ne Leyla ben Leyla'yı bulamamışken sana da kavuşamamışken, ne cennet isterim ne cehennem". der arkasını döner ve kıyamete doğru yürür.
Allah mecnunun ardından seslenir.
"Ya Mecnun gitme, orda bir şey yoktur, yok olacaksın."
Mecnun döner ve der ki
"Aşk yok olmaktır, Leyla'nın yansımasında varlığını unutmaktır"
 
Mecnun gündüzler yürür, geceler yürür. Lavlar akar sular coşar, artık canlılığı tükenmektedir. Yaratılışını düşünür, Leyla'yı aramak bitmiştir. Mecnun artık yok olmuştur. Yaradılış da söylenen bir dörtlük aklına gelir.
"Kıyametin ardından, yok olurken gerçek ile hayaller
Bir hayal kalır, zamana direnir, ölümden baki kalır
O hayal ki Leyla'dır.
Yapılacak son şey ona kavuşmaktır."
Sesli söyler bu dizeyi ve anında Leyla'yı görür karşısında, ona sarılır. Kavuşur, aşıklık bitmiştir Leyla'ya maşuk olur, Leyla da bitmiştir Allaha aşık olur...
 
Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da
cansucansu311
Cansu8 years ago
Bilgiyi paylaşmak, büyük hizmet. Sizi Tebrik ediyorum.
Çağrıl Bey, Gerçek aşk'ı, aşkın özünü, varlık olarak aslında ne olduğunu, âşığın gerçekte neyi aradığını öyle güzel toparlamışsınız, akıcı bir üslupla... uzunluğuna bakmadan bir çırpıda okunabiliyor. Ayrıca Leyla ile Mecnun'u kız-erkek aşkı gibi basitleştirenlerin de bu yazıyı okumasını dilerim. Gönlünüze, ellerinize sağlık...