Bu
gün üç temmuz, İzmir de oğlumun evindeyim. Sabah saat 04.00 de yatağımdan
kalktım. Duşumu aldım, tıraşımı oldum, yolculuk için giyindim ve bu esnada gece
üçte yatan oğlumu da kaldırdım. Benim çıkmam gerekiyordu.
Aylar
öncesi rezervasyon yaptırdığım İsviçre gidiş biletini almak için. Oğlum ile
kızım beni Saat 05.15 de arabayla hava alanına bıraktılar. Onlarla vedalaştım
ve onlar geri eve döndüler. Ben önce doğruca dış hatlar uçuş kısmına gittim
bilet çekin yaptırmak için. Bana siz iç hatlara gitmeniz gerek çekin
işlemlerini siz oradan yaptıracaksınız dediler. Çünkü İsviçre’ye aktarmalı
olarak gidecektim. İzmir de iç hatlar kısmının binası yeni yapıldığından,
nereden gitmem gerektiğini oradaki görevliden öğrenerek, eski dış hatlar
binasından dışarıya çıkmadan bina içerisinden iç hatlara geçiş yaptım. Henüz
bilet alma ve çekin işlemlerini yapacak gişeler açılmamıştı. Saat 05.15 i
beklememiz gerekiyordu. Saat 05.15 de gişeler açıldı, çekin işlemlerimi
yaptırdım önce İstanbul’a oradan da İsviçre’nin Basıl hava limanına geçeceğim.
İstanbul biletime baktım, İzmir İstanbul uçuşunu gerçekleştirecek olan pegasus
hava yollarına ait PC 115 sefer sayılı uçak yolcuları 236 numaralı kapıda
toplanmaları gerekiyordu. 236 numaralı kapıya geldiğimde kapı görevlileri henüz
gelmemişlerdi. Saat 06.30 u gösteriyordu, daha uçuşumuza bir saatlik bir
zamanım vardı. 236 numaralı kapı önünde ki salonda oturdum, beklemeye başladım.
Açılan kapıların anonsları bir, bir verilmeye başlandı. 07.10 da kapılar
açılması beklerken, gecikmeli olarak 07 20 de kapı görevlileri geldi. Biliyorum
birazdan o kapı açılacak, uzunca bir koridordan geçerek uçağın içerisine
ulaşacağız. Kapı açılıp işlemler
başladığında, kapı önü bir hayli kalabalıktı. Bilet kontrolleri yapıldıktan
sonra uçuşun ilk ayağı olan uçak içerisine giden o uzun koridora girmiş
bulundum. Uçağın giriş kapısına geldiğimde güler yüzlü bir hostes
"uçağımıza hoş geldiniz efendim” diyerek karşıladı. Koltuk numaram 18 F
idi kanat üstü ve cam kenarıydı. Uçağın klimaları çalıştırıldı, koltuğumun
yanındaki küçük pencereden, sağ tarafta ki kanadın tam üzerinden
Dışarıya
bakıyorum. Kapı koridorları sonunda bekleyen uçaklar ve yolcusunu almış kalkış
pozisyonu alan uçaklar, Sun Ekspres, THY uçakları ve Pegasus. Yolcuların tamamı
uçaktaydı. Uçuşa hazırdık saat 07. 55 i gösteriyordu. Önce kaptandan uçuşla
ilgili bilgileri daha sonrada hosteslerden yolculuk esnasında uymamız gereken
kuralları dinledik. Cep telefonlarımızı kapattık. Uçak bir geri bir ileri
manevra ile uçuş yoluna girdi ve bir anda hızlanarak kalkışa geçmeye hazır
vaziyetteydik. Uçağın burnu havaya doğru kalkarak tekerleklerin yerden
kesildiğini hissettim. O anda ilk defa uçağa binenler korkudan bağırıyorlardı.
İzmir Ayaklarımızın altındaydı. Kuş bakışı o güzel İzmir’i; (birilerine göre de
Gâvur diye hitam edilen) birde havadan seyretmek nede güzelmiş. Önce Gaziemir,
Karabağlar, Konak, Alsançak, Bornova ve Karşıyaka’yı havadan seyrederek
geçerken kendimi beyaz bulutların arasında buldum. Sanki düşler diyarındaydım.
6096 M de uçuyorduk. Daha sonra uçuşumuz 11000 fite çıktı, buda yaklaşık 10 Km
üzerinde bir yükseklik oluyordu.
Uçağın penceresinden, kanatların
üzerinden İstanbul’a gidiş yönüne doğru baktığımda, dağları bulutların
arasından dik duruşlarını kaybetmiş, yavaş, yavaş kayboluşlarını
görebiliyordum. Her taraf bembeyaz sanki kar yağmışçasına, bulunduğumuz yerdeki
hava sıcaklığı eksinin altında 45 dereceyi gösteriyor. Pamuğu andıran
bulutların arasında demirden bir kuş, “timsah gözyaşları” edasıyla ilerliyor.
Bu ilerleyişimiz kaptanın anonsundan anlaşılacağı üzere elli beş dakika
sürecekti. Bursa’nın üzerinde olduğumuzu zannediyorum. Uçuş yüksekliğimizde
biraz alçalma oldu kocaman bir şehri tepeden kuş bakışı izliyordum. Kuşlara
şimdi hak vermeye başladım. Gözlerinin neden bu kadar keskin olup avını havada
nasıl yakaladığını anladım. Bursa’yı geçip dağların üzerinden geçtikten sonra
bulutların arasından koca bir maviliği fark ettim. Birazdan Marmara denizi
üzerinde olacağız ve kaptanın anonsu yapılacak. Nitekim kaptan değil de uçuş
hosteslerimizden birinin anonsu duyuldu. Sayın yolcularımız uçuşumuzun sonuna
gelmiş bulunmaktayız. Lütfen kemerlerinizi takınız uçağımız durana kadar
kemerlerinizi çıkarmayınız ve ayağa da kalkmayınız. Uçak alçaldıkça bulutların
yavaş, yavaş kaybolduğunu, aşağıdaki yerleşim yerinin netliğini ve insanların
bir toplu iğne kadar küçük ve otoyollarda giden arabaların ne hoş gittiklerini
gördüm. İniş esnasında kulaklarım tıkandı ve uğultu başladı. Sağ elimin başparmağı
ve işaret parmağı ile burnumu sıkarak kulaklarıma doğru hava basıncı uyguladım.
Ve son anons Sabiha Gökçen Hava Alanına hoş geldiniz. Uçak uçuşunu başarıyla
tamamladı diye uçak içerisindeki yolcuların alkış sesleri duyuldu. Hala
kulaklarımda uğultu ve tıkanıklık devam ediyordu. Arada bir ağzımı açıyor derin,
derin nefes alarak kulaklarıma basınç uygulamaya çalışıyordum ve bir den tıkanıklığın
açıldığını uğultunun kesildiğini hissettim. Uçağın kapıları açıldı, yavaş,
yavaş uçağı terk etmeye başladık. Uçağın kapısından çıktıktan sonra uzunca bir
koridordan yürüyerek, çıkış kapısına geldim. Çıkış kapısındaki görevliye dış
hatlara nereden gidebilirim. Görevli bana dış hatlara gideceğim yolu tarif
etti. Çıkış kapısından sağa merdivenlerden yukarıya çıkarak, sağ tarafa
yürümeye başladım. Yaklaşık yirmi metre ileride uçağa biniş kapılarının
numaratör levhalarını gördüm. O levhaları takip ederek üç kat aşağıya, zemine
indim. 302 A uçağa gidiş kapısı önünde bulunan salonda kapıların açılacağı
saati beklemeye başladım. Acıkmıştım, bir cay ve bir simit yapayım dedim.
Salonda bulunan cay ocağına giderek üç liraya bir simit, beş liraya da bir
lipton sallama cay aldım. Hesap kitap yapa, yapa simidi yedim çayımı da
içtim…
Salonda ki koltuklarda bazı
insanlar oturmuş kitap ve gazete okuyor, yazıyor, bazıları da boş, boş sağa
sola bakıyor. Bazen de öyle insanlar çıkıyor ki içimizden koltuklara boylu
boyunca uzanmış horuldaya, horuldaya uyuyor ve arada bir de bir yerlerini
kaşıyor. Simit çay faslını bitirdim elimi ve ağzımı yıkamak için lavaboya
gittim. Deterjan aradım yok bitmiş, neyse dedim, elimi ve ağzımı yıkadım. Elimi
kurulayacak kâğıt havlu arıyorum oda yok havlu bölümü boş. Her taraf pislik
içerisinde. Egemen bağış ne demişti “Avrupa gelsin bizden ders alsın.” Egemen
beye soruyorum; bizden neyin dersini alacaklar. Çok değil üç saat sonrada
Avrupa’yı göreceğim. Bakalım aynı şeyleri de orada bulabilecek miyim,
Görebilecek miyim?
302 A kapısının bilet kontrolü
yapacak personeli geldi ve kapı önünde bekleyen iki adet de körüklü mavi, beyaz
otobüs. Bilet ve kimlik kontrolü olan yolcular birer, birer otobüslere binmeye
başladılar. Yolcular tamamen bittikten sonra, otobüsün kapıları kapandı ve
hareket ederek, bizleri binecek olduğumuz, TC 625 sefer sayılı, Basel’a gidecek
olan Pegasus uçağının yanına getirerek indirdi. Uçağa giriş merdivenlerini
birer, birer çıkarak uçağın içersine girip 14 F pencere kenarı olan yerime
geçerek oturdum. Bu defa kanat üzerinde değil, kanattan önce motorların
üzerindeydim. Uçuş öncesi anonslar yapıldı. “uçuş esnasında hava açık, zaman,
zaman türbülans olabilir, kemerlerinizi lütfen bağlayınız. Yolculuk süresince
kemerlerinizi çözmeyiniz. İstanbul Basıl arası uçuş süremiz iki saat elli beş
dakikadır. Bulutların üzerinden uçarken, gökyüzüne açılan penceremden bana
sunulan bu güzellikleri seyrederken, bir taraftan da durmadan fotoğraf
makinemle resimler çekiyorum, Bazı şeyleri ölümsüzleştirmek adına. Türkiye
sınırlarını terk edip Karadeniz’i geçip Bulgaristan’ın Sofya şehrine doğru yol
alıyoruz, ardından Burgaz ve sırasıyla diğer şehirler ve son durak Basıl.
Buradan gördüğüm en güzel şey Avrupa topraklarının yemyeşil oluşuydu. Ekili
alanlara baktığımızda geometrik şekillerle düzgün bir şekilde bölünmüş
olmasıydı. En güzel geometrik şekilleri Almanya ve İsviçre de görebiliyorduk.
Yaklaşık iki buçuk saattir, on Km gibi bir yükseklikte uçuyoruz, Kulaklarım
yine tıkandı, başım ağrıyor ve zaman, zaman olan türbülanslardan dolayı da mide
bulantım oluyordu. Artık bir an önce uçuşun son bulmasını istiyordum. Tam bu
esnada "ben pilot yardımcınızla başlayan anons duyuldu. “Sayın
yolcularımız! Basıl Hava Alanına inişe geçtik. Uçak alçalmaya başlamış şu
andaki yüksekliğimiz altı Km olduğunu gösteriyordu. Dağların yüksekliğinden
aşağıya doğru süzülerek inerken, kendimi başka duyguların içerisinde hissettim.
Vücudumdan ter boşalıyordu. Allah’ım bitsin artık bu yolculuk dedim. Bir yandan
da Alp dağlarının eteklerindeki sele serpe duran küçük köyleri seyrediyorum.
Köyler nizam ve intizam içerisinde yapılmış modern yapılardı. Her köyde
kiliselerin yeri belli oluyordu, Kilise canı kulelerinden dolayı. Ve iniş,
tekrar bir alkış, Basıl Hava alanındaydık. Uçağın kapıları açıldı. Uçağı hızlı bir şekilde terk ettim. Bagaj
bekleme işim de yoktu çünkü elimde bir tek ufak bir el çantam vardı. Hala
kulaklarım uğulduyor ve tıkalıydı. İsviçre polisi kontrol noktasından, pasaport
kontrolünden geçtikten sonra, hava alanı içerisinden çıkışa doğru bir hayli
yürüdüm. Çıkış kapısına geldiğimde Suzi kapıya çekilmiş bandın dış tarafında
beni bekliyordu. Ciya, onun deyimiyle, Ziya Suzi, Ziya dedim gülümseyerek. Ve
kucaklaştık, baktım dayımda orada onunla da kucaklaşıp hoş beş ettikten sonra hava
alanından dışarıya çıktık. Hava alanı dışındaki otobüs durağına giderek yolcu
otobüsünün gelmesini bekledik. Gelen otobüsle Basıl Tren garına (Banof )
gittik. Tren garının alt kısmında bulunan Mikro mağazasından trende yemek için
alış veriş yaptık. Bir haylide acıkmıştım. Alışverişten sonra yürüyen
merdivenle bir kat yukarıya çıkarak, Zürih yönüne giden trene bindik. Bu trenle
yaklaşık elli beş dakika yolculuk yapacağız dedi dayım. Buradan Almanya ve
Fransa’ya gidecek olan iki tren daha vardı. Onlarla birlikte bizde kalkış
yapacağız. Tren garında ilk gördüğüm şey trenlerin renk, renk ayrılmasıydı.
Dayım artık bana rehberlik yapması gerekiyordu. Bu trenler niçin böyle dedim.
Uzun yola gidecek olan trenlerin renkleri belli. Köy ve dağ trenleri ise
kırmızı renkteydiler. Bu Banoflardan her yöne her beş dakikada bir tren
kalkıyordu. Avrupalı, Avrupa’nın her şehrine ulaşabilecek şekilde yolları
tanzim etmiş en kısa yoldan, zaman kaybetmeden nasıl gidileceğinin planlarını
yapmış, tünel kazarak, köprü yaparak yolu kısaltmış. Yani Avrupa’nın her tarafı
demir ağıyla birbirine kenetlenmiş. Tren istasyonlarına da, trenin gitmediği
yerlere yolcu taşımak içinde posta otobüslerini koyarak tren saatlerine göre
seferler ayarlanmış. Sistem öyle güzel kurulmuş ki, çark hiç sekteye uğramadan
tıkır, tıkır yürüyor. Burada devlet halka hizmet veriyor, halk da devlete
hizmet ediyor. Halk vergisini severek devlete ödüyor, devlette aldığı vergileri
hizmet olarak vatandaşa sunuyor. Hırsızlık yok, soygun yok, rüşvet yok, beni
halk seçti deyip gölleri ve nehirleri kurutup ormanı kesip, dünyanın en büyük
hava alanını yapıyoruz diyen yok. Mevcut olan hava limanlarına ek binalar
yaparak onları büyütüyorlar ve geliştiriyorlar. Gösterişten uzak, şahşahadan
uzak sade herkesin kullanabileceği bir mekân haline getiriyorlar.
Bindiğimiz
Tren kalkış yaptı. Basel’dan Zürih istikametine doğru yol alıyoruz. Tren birçok
istasyonda durmuyor, Ekspres olduğundan dolayı, transit geçiyordu. Zürih’e
gelene kadar çıplak hiçbir kara parçası görmedim. Her taraf yemyeşil, boyları
otuz metreyi bulan gür orman ağaçlarıyla çevrili. Zürih’e gelene kadar
geçtiğimiz yerleşim birimlerinde insan ve araç yoğunluğu da göremiyorum. En
ufak köyde dahi mutlaka kurulmuş bir fabrika var. Nedenini sorarsanız İsviçre
yönetimi öncelikle ulaşım ve taşımacılık işini kökten halletmiş. Buralardaki
insan yoğunluğu sadece insanların sabah ve akşam iş çıkışlarında istasyonlarda
ki oluşturdukları kalabalık oluyor. O kalabalık da bir veya bir buçuk saat
sürüyor. Geçtiğimiz yerleşim birimlerinin hepsinde çok eski tarihi binalar var.
Tarihi dokuları bozulmadan sanki bugün yapılmışlar gibi dip diri ayakta
duruyorlar. Öğrendiğime göre bu eski binalar şahsa ait de olsa, bu binaların
ayakta durması için bakım be onarım işlerini devlet karşılıyor. Her yerleşim
yerlerinde farklı, farklı kiliseler görüyorum. Kiliseler şeklen birbirlerine
benzemelerine rağmen sadece Kilise çan kulelerinin (Turum diyorlar) en üst
kısmında ya bir Haç işareti, yada Horoz ve bazılarında da önce yuvarlak bir
yıldız onun üzerinde de hac bulunuyor. Bunun anlamı da şu: haç işareti olan
kiliseler katı Katoliklerin, horoz Protestanların, yıldız ve haç işaretinin
olduğu kiliselere de efangeliş (Reformeit) diye adlandırılıyor. Reformeitler
Katolik bir bay veya bayan, başka dinden veya kendilerinin farklı mezheplerinden
bir bay veya bayanla evlenmeleri durumunda, bu kilisenin mensubu olup bu
kiliseye gidiyorlar. Bu kiliselerden birinin olmadığı yerlerde de, diğer
kiliselerde ibadet yapma özgürlüğüne sahipler. Kimse kimseyi küçümsemiyor.
Bence buradaki tek önemli olan şey, toplumun her şeyi kabullenişi ve
birbirlerini kötüleme ve birbirlerine karşı düşmanlık besleme duygularının
olmayışı.
Neden?
Çünkü tüm kâinatı Allah yarattı ve bizlere iyiyi, kötüyü, acıyı tatlıyı
gösterenin o olduğuna inanıyorlar. Doğrusu da bu değil mi zaten? İslam aleminde
ki son yüz yılda olan olaylara bakıyorum da, mezhep çatışmaları yüzünden
binlerce kişinin hayatını kaybettiğini görüyoruz. Günümüzde de Irak’ta,
Afganistan da, Pakistan da ve son olarak da Libya ile Suriye’de Allah-u Ekber
nidalarıyla kan akıtılıyor. Buralar da ölen de Allah-u Ekber diyor öldüren de.
İlerleyişimizin
hemen, hemen her safhasında, dağların eteklerinde, köy kenarlarında ve düzlük
bir arazide hayvancılıkla uğraşan insanlar var. Bu insanlara ve bu insanların
barındıkları yerlere Bawear (İnekçi) deniyor.
Bawearlara ait binaların çatıları oldukça dik. Nedeni ise, kışın çok
fazla kar yağması. Bawear evleri iki bölümden oluşuyor. Birincisi oturulan yer,
diğeri de Ahır bölümü. Ahırların içerisi tertemiz hayvan pislikleri tazyikli su
ile yıkanıp hayvanların altına buğday ve arpa sapları atılarak, hayvanların
temiz yerlerde barınmaları sağlanıyor. Bazı bawear evlerinde gördüm. Hayvan
pisliklerini üstü kapalı yer altında hazırlanmış çukurların içerisine
akıtıyorlar. Bu çukurların belli bir yerinden de havalandırma deliği açılıyor.
Havalandırma deliğinin de üstü kapalı. Fakat havalandırma deliğinin kenarından
bir hortum konarak, çukur içerisin de oluşan metan gazını yakıt olarak mutfakta
kullandıklarını gördüm. Ayrıca bu çukurlar içerisinden çekilen, sulandırılmış
hayvan pislikleri, traktör arkasına bağlanan tanklar içerisine konarak,
püskürtme usulü ile tarla ve bağ bahçelere atılıyor. Burada sistemli bir
hayvancılık ve sistemli bir şekilde tarımla uğraşma var.
İsviçre
hem demokrasinin hem de kapitalizmin başarı ile uygulandığı ve örnek
gösterildiği bir devlettir. Elli beş dakika bir yolculuktan sonra Zürih’e
geldik. Zürih tren istasyonu (Banof) çok büyük. Her beş dakikada yüzlerce
trenin kaktığı bir yer. Trenden inerek St. Gallen yönüne gidecek olan trenin
kalkış saatine baktık, sekiz dakikamız vardı. Banofdan önce yukarıya yürüyen
merdivenle çıktık sonrada 8 numaralı perona giderek St.Gallen yönüne gidecek
trenin önündeydik kapılar kapalı olduğu için ben bekliyordum. Dayım ne
bekliyorsun Açsana kapıyı dedi. Nasıl yani dedim. Kapının sağ ve sol tarafında
veya kapı üzerinde kapı açma düğmeleri var onlara basarsan açılır dedi. Kapı
açma düğmesine bastım ve kapı açıldı. Trenin içerisine girdik, tren iki katlıydı.
Tren içerisinde bir restoran ve birde barı vardı. Biletlerimiz ikinci mevki
olduğu için ikinci mevkiden yerlerimize oturduk. İsviçre'de henüz okullar
kapanmadığı için her taraf öğrenci kaynıyordu. Tren kalkışa hazırdı ve
St.Gallen yolculuğu Zürih’ten başlamış oldu. Hala uçak yolculuğunun
sersemliğini üzerimden atamamıştım. Başımda ağrıyordu. Bir ara uyumuşum. Dayım
uyandırdığında St.Gallen deydik. Trenden birinci peronda indik kuzeye doğru
yürüyerek, yirmi metre sonra sağa dönüp St.Gallen Şehir meydanına çıktık.
Burada Belediye otobüslerinin bulunduğu duraklar ile dağ trenlerinin çalıştığı
ufak tren istasyonları mevcuttu. Otobüslerin biri geliyor biri gidiyor. Bu
meydanda 150 ve 200 yıllık binaların olduğunu görüyorum. Burada da aynı tarihi
yapıların dokuları hiç mi hiç bozulmamış. Sanki bu gün inşa edilmişler gibi
duruyorlar. Hepsi bakımlı ve kullanılır vaziyette, nizam ve intizam içerisinde
her şeyiyle mükemmel. Sokaklar da ne bir sokak kedisi ve ne bir sokak köpeği
var. Bu manzarayı biraz özleyecek gibiyim. Gördüğüm köpek ve kedilerde sahibi
olanlar. Bunlar aynı insanlar gibi otobüse biniyorlar bunların oturacağı yerler
bile düşünülmüş. St.Gallen yeşillikler
içerisinde bir şehir, sokaklarında polis de göremiyorum. Her tarafı cıvıl,
cıvıl kuş sesleri süslüyor. Sanki onların da ötüşleri terbiye edilmiş. Kuş
seslerinin ötüşleri orkestranın çaldığı müzik notalarına benziyor. Baht, Mozart
ve Betofen besteleri gibi. Burada insanlar birbirlerine karşı hep saygılı,
kimse kimseye zarar vermiyor, hakkını ve hukukunu çiğnemiyor. Hani bizde bir
söz vardır “yedisinden yetmişine” diye, ben böyle demeyeceğim. Ben ne diyeceğim
biliyor musunuz? “yedisinden doksan beşliğine” diyeceğim. Kurallar çerçevesinde
herkes hür, herkes özgür. St.Gallen de trafik olmamasına rağmen, yaya
geçitlerine gelen araçların kontrollü geçişleri dikkatimi çekti. Bizde ise
bunun tam tersi kurallarla karşılaşırsın. Buradaki araçlarda şehir içerisinde
hız sınırı 30 Km olarak belirlenmiş. Buna uymayan ve hız yapan sürücülerin
ehliyetlerine el konuluyor. Cadde ve sokaklarda çöp namına hiçbir şey bulamasın,
sokağa ağız dolusu balgam çıkarıp tüküremezsin, tüküreni görmende mümkün
değildir zaten. İsviçre de bulunduğum süre içerisinde sadece otobüs
duraklarında yerlerde sigara izmaritleri gördüm. Aslında bunlarında atılmasının
yasak olduğunu söylediler. Atanlarda, yoğurt dedikleri Yugoslavlar, yada cingan
dedikleri İtalyanlar. İsviçre’nin kendi vatandaşı kesinlikle buna tevessül bile
etmiyorlar. Nedeni de? Duraklarda ve her yerde kromdan yapılmış çöp kutuları var.
Bu kutuların üst kısımları sigara içenler için ayrılmış, izmaritlerinin
söndürülüp atılacağı bölümler var.
Artık
eve gitme saati otobüs durakta taufener str 95 A gitmek üzere otobüsteyiz.
buradaki otobüslerin kapıları açıldığında otobüs yaşlılar ve sakatlar rahat
binebilsinler diye sağa doğru yatıyor. Bu esnada zeminle otobüs kapısı arasında
5 Cm bir ara kalıyor. Tam zamanında otobüsümüz kalkış yaptı, beş durak sonra
indik ve evdeyiz günün yorgunluğunu artık atma zamanı geldi dedim. Ve bir
kahveyle birlikte dinlenmeye çekildim.
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın