Memlekete Mektup Hakkında Konusu Metni ve Ömer Seyfettin

22.02.2020

 
 
Memlekete Mektup adlı öykü Ömer Seyfettin ’in il kez 1919 yılında yazdığı ve ilk kez Yeni Mecmua ‘da yayımlanan Bulgaristan’daki günlerini anlatan bir öyküsü olmaktadır.  (Büyük mecmua», 1919, sayı:2)
 
Gönen Doğumlu Ömer Seyfettin 1903 yılında Mülazım Teğmen olarak orduya katılmış, Selanik Üçüncü orduda görev almış, Bulgar Komitacıları ile savaşması için Bulgaristan Pirlepe,  Köprülü ve Cuma-ı Bâlâ köy ve ilçelerinde görev almış, daha sonra Manastır’a gönderilmişti.  1911 yılında  Hareket Ordusu ile  İstanbul’a gelen Ömer Seyfettin ordudan istifa ettikten sonra   öykücülüğü meslek edinmiş olay tarzında hikayeleri ile ün yapmıştı. ( bkz Ömer Seyfettin Hayatı Hikayeciliği Eserleri, https://edebiyatvesanatakademisi.com/) Ömer Seyfettin’in Nakarat , Beyaz LaleÇakmakBomba , Tuhaf Bir Zulüm  , ve  Külah  gibi öyküleri  Balkanlardaki görevleri esnasında şahit oldukları olaylar ve izlenimleri sonucu yazılmış öyküleri olmaktadır.
 
Yazar bu öyküsünde 1908 yılında iktidarı ele geçiren İttihatçılar ile memleketin içine düştüğü halleri devrinde yaşayan fikri, ve siyasi hareketleri irdelemekte,  Türkçü Turancı, İslamcı görüşler ve İstanbul’un fikri siyasi ve sosyal yapısını oldukça derinlemesine ele almaktadır.  Kurtuluş Savaşı öncesi İstanbul’daki ahvali derin bir mütefekkir edasıyla analiz eden ve betimleyen bu öykü bir mektup halinde yazılmış edebi bir makale özelliği taşır.
 
Öyküden alınmış bu alıntılar yazarın bu öyküsündeki edebi anlatım kuvvetine ve yaptığı derin tahlillere ve güzel betimlemelere örnek teşkil etmektedir.
 
“Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar.”
 
“İttihatçı güruhu da iki kısım olmuş. Biri kuvvet ellerinde iken halkı soyup soğana çeviren yeni zengin sınıfı! Öteki fırsatı kaçırıp umumî soyguna şahsi namus endişesiyle iştirak etmeyenler. Fakir arkadaşlarına yeni zengin ittihatçılar, «enayiler» namını veriyorlar “
 
“Bu asrın milliyet hakikatini en anlamayan, en milliyet hissinden mahrum iki cahil şahsiyeti, Enver’le Cemal’i Türkçü sanıyor. Mantığı kararmış Enver’in Anadolu’dan gasb ederek bol bol Arap illerine saçtığı milyarların dehşetini biz Malatya’da bilmiyorduk”
 
 
 ömer seyfettin in memlekete mektup adlı öyküsü
 
 
seyfettin’in 1919 yılında, mütareke döneminde kaleme aldığı öyküsü. dönemini toplumsal gerçekçi bir gözle kaleme almış ömer seyfettin. okumayanlar okusun diye buraya koyuyorum. dilin eskiliğinden ötürü metnin sonuna küçük bir sözlükçe de ekledim. bilmediğiniz kelime olursa oraya bakabilirsiniz…
 
 
 
Memlekete Mektup
 
25 Şubat 1919, İstanbul
 
«Sevgili Celil,
 
İşte bir haftadan beri her sabah sana mektup yazmak azmiyle kalkıyorum. Nihayet bugün kalemi elime aldım.  Yattığım yer meserret oteli. Karanlık, dar, kirli koridorlarıyla tıpkı bir kurun-u vusta elem hanesine[1] benziyor. Penceremin altında Babıâli yokuşu… Uzun günler, müşterisiz pinekleyen karşıki kitapçı dükkânlarını seyrediyorum. Civarda yegâne hareket akşam’la tercüman’ın çıktığı saat. Bir sürü çocuk, bir ağızdan bağrışarak koşuşuyor. Sonra yine sükûn yine matem…
 
Hani bizim hukuk’a devam ettiğimiz zamanın İstanbul’u? on beş sene evvelki İstanbul artık yok! Sokaklar daralmış, insanlar küçülmüş, kadınlar sıskalaşmış. Çehreler solgun. Herkeste üst baş perişan. İnanılmaz bir zaruret bu halkı eziyor. Mahallelerde birçok evler aç! Buna mukabil haydutlar hâlâ kâşanelerde[2] yaşıyorlar. Otomobillerde geziyorlar.
 
Fakirlikle zenginlik iki barışmaz düşman gibi karşı karşıya geçmiş. Biri karargâhını Şişli’ye, Nişantaşı’na; öteki Fatih’e, Aksaray’a kurmuş, sanki vakti bilinmeyen bir meydan muharebesini bekliyorlar.
 
Köprü âdeta beynelmilel bir meşher… Avrupa’nın, Asya’nın her türlü askerî üniforması göze çarpıyor.
En neşeli halk Rumlar… Lâternalarıyla [3]sokakları dolaşıyorlar, hiç durmadan ötüyorlar, gülüyorlar, şarkı söylüyorlar, içiyorlar, nara atıyorlar. Ben nereye gideceğimi bilemiyorum.
 
Üç gün evvel vatanımız Malatya’nın nüfusunu, resmi istatistikleri, Hariciye Nezareti’ne götürdüm. Verecek adam bulamadım. Bana «beceriksiz» diyeceksin. Ne dersen de… Aklım, fikrim, muhakemem yerinde değil. Ruhumdan bir zehirli okla vurulmuş gibiyim. Bir hafta içinde kırk yılın husule getirdiği bir «daüssıla» [4]nöbetiyle kıvranıyorum. Gözümde yalnız evimin beyaz badanalı alçak duvarları, mutfak bacasının sabahları bahçeye düşen kalın gölgesi tütüyor. Kulaklarım, parlak kırmızı horozlarımızın şen naralarını, şefkatli ineklerimizin, öküzlerimizin böğürmelerini arıyor. Evet, burada ufuksuz bir çölde kalmış gibiyim. Ruhumu, elemimi anlayan yok.
 
İstanbulluların zihniyeti bizden çok farklı. Biz son mağlûbiyetle, duçar olmak ihtimaline maruz kaldığımız felâketleri, bir an aklımızdan çıkaramadık. Onların dünya umurunda değil. İstanbul beynelmilel olacakmış. Türkler Konya’ya tehcir[5] edilerek iptidai [6]bir aşiret şekline konulacakmış. Milli düşmanlarımızın tasavvur ettikleri, galiplerimize telkinden bir an geri durmadıkları bu korkunç niyetler, bilakis onu güldürüyor. Nihayeti, bulunmaz bir «sen - ben» davasına düşmüşler. Hepsinin elinde bir yağlı kara. Birbirlerini kirletip duruyorlar.
 
Gazetelerde cihan havadisine dair tek bir satır yok. Hep dedikodu! Karaktersizliklerini bütün dünyaya ilân için mütemadiyen [7]yeni yeni cemiyetler kuruyorlar. İkinci içtimalarına[8] içlerinden üç tanesi gitmiyor.
 
Meşrutiyeti istihsal [9]ettikleri için Anadolu’nun sırtı sıra on yıl liyakatlerine aldandığı ittihatçı güruhu[10] da iki kısım olmuş. Biri kuvvet ellerinde iken halkı soyup soğana çeviren yeni zengin sınıfı! Öteki fırsatı kaçırıp umumî soyguna şahsi namus endişesiyle iştirak etmeyenler. Fakir arkadaşlarına yeni zengin ittihatçılar, «enayiler» namını veriyorlar. Dün Şehzadebaşı’nda bu enayilerden birisine rast geldim. Tanırsın. Bizim sınıf arkadaşımız Mustafa Nâzım. Hani adını «labori» takmıştık. Şimdi bir görsen… Sakal bırakmış. Mektepteki kamburu daha ziyade büyümüş. Sanki elli yaşına girmiş. Beni görür görmez boynuma sarıldı. Direkleri yıkılan sokakta eski çayhaneleri hâlâ duruyor. Birine girdik. Zavallı evvelâ:
 
– “Aman ne kadar genç kalmışsın…” dedi.
 
Derdini açtı. Harp esnasında yazıhanesini, evini barkını, eşyasını, hâsılı nesi var, nesi yok, hepsini satmış, yemiş. Şimdi bir yeni zenginin yanında kâtipmiş! Efendisi için de malûmat verdi. Adliyede bir odacıymış. Tam yerine çatmış. İlk elde altmış bin lira kazanmış.  Labori, yanık yanık anlattığı hikâyesini bitirdikten sonra, hani hürriyet’in ilk seneleri Malatya’ya gelen cemiyet fedaileri gibi kaşlarını çattı. Elini göğsüne vurdu:
 
– “Şu itilafçılar ne vakit hükümete geçecek yarabbi!” diye derin bir ah çekti.
 
Sordum:
 
– “Sana ne faydaları dokunacak?”
– “Hiç” dedi; “fakat bir ümidim var!”
– “Ne?”
– “İhtimal, şu bizim ihvânın[11] milyonlarını alırlar da…”
– “Alırlar da sana mı verirler?”
– “Hayır, fakat…”
– “Fakat?...”
– “Anca beraber, kanca beraber… Onlar da bizim gibi meteliksiz kalırlar.”
 
İşte enayilerin zihniyeti! Henüz bir yeni zenginle konuşamadım. İşittiğime göre, onlar, şahsi servetlerinin selâmeti için İstanbul’un bütün bütün başka bir devlete verilmesini istiyorlarmış. Henüz gazetelerde aleyhlerinde kuvvetli bir galeyan yok. Harp zamanı, propagandası bizim vilâyete kadar gelen milli ticaretten de bir şey anlamadım. Piyasayı gezdim. Diyebilirim ki, hemen hemen bütün ticaret bağları Rumların, Yahudilerin elinde… Harp zamanı kazananlar lüks içinde paralarını yemekle meşgul. Bu iktisadi hercümerçten [12]ziyade, beni meyus[13] eden manevî perişanlık! Edebiyat bir ölünün kalbi gibi durmuş, soğumuş… İlmin namı yok. Felsefe alay! Sanat şaka.
 
Biliyorsun, biz tahsilimizi bitirirken ne kadar idealisttik. Daima bir gün Türkiye’nin İstibdattan[14] kurtulacağını, meşrutiyet ilân edilir edilmez, gizli membalar[15] gibi bütün istidatlarımızın[16] ortaya fışkıracağını, beş on sene içinde Avrupa’ya yetişebileceğimizi tahayyül ederdik. İstanbul’dan aldığımız nuru memleketimize neşretmek için bir gün durmadık. Doğduğumuz yere döndük. Çiftimize çubuğumuza yapıştık. İstanbul’a dair gazetelerde ne görürsek inanırdık. Yeni teşekkül eden her cemiyete Malatya’da bir şube açardık. Fakat samimi idik… Burada bu cemiyet, dernek filan meseleleri vakit geçirmek için çıkarılıyor. Kimsenin muayyen[17] bir fikri yok. Yalnız muayyen bir fikir var: irtica… Bu mefkûreyi[18] hakikaten azimkâr buldum.
 
Labori’den ayrılır ayrılmaz, mektepte iken senin hiç sevmediğin bir arkadaşımıza daha rast geldim: Ebülfuruva! Hatırladın ya! Soğukluğundan kinaye olarak bu ismi takmıştık. Labori gibi sefil değil! Kılık kıyafet yerinde cübbesi daha dün terzi elinden çıkmış gibi… Köse sakalı daha ziyade seyrekleşmiş. Beni tanımamazlıktan geldi. Fakat ben selâm verdim, almamazlık edemedi. Memuriyetimi, İstanbul’a niçin geldiğimi sordu. Memur olmadığımı, buraya niçin geldiğimi kısaca söyledim.
 
– “Hâlâ milliyetperverlik ha…” diye âdeta şaştı.
– “Elbet!” dedim.
– “Memleket bu yüzden mahvoldu.”
– “Nasıl?” diye sordum.
–“İslâmlıkta milliyet olmadığı halde, siz Türkler bu davaya kalktınız. Muharebeler filan hep sizin gibi milliyetperverlerin yüzünden çıktı!” dedi.
 
Benim konuşurken ne kadar mutedil [19]olduğumu bilirsin. Fakat bu sefer heyecana geldim. Ebülfuruva’ya güzel bir ders verdim. Arabistan’a, Suriye’ye istiklâllerini vermek istemeyen dünyada hiç bir Türk milliyetperveri bulunamayacağını, gayr-i Türk havaliye kendi millî mevcudiyetlerini vermek arzu eden Türkçülerden kimsenin Mısır’ı zapt etmeğe kalkamayacağını anlattım. Lâkin Ebülfuruva, laf anlar mı? Bu asrın milliyet hakikatini en anlamayan, en milliyet hissinden mahrum iki cahil şahsiyeti, Enver’le Cemal’i Türkçü sanıyor. Mantığı kararmış Enver’in Anadolu’dan gasb ederek bol bol Arap illerine saçtığı milyarların dehşetini biz Malatya’da bilmiyorduk. Ebüfuruva, Şam’da bir kundura boyacısının bile avuçla altını olduğunu bilmiyor gibi davranıyor. Kendisiyle konuşa konuşa Beyazıt’a kadar geldik.
 
– “Biraz işim var. Kütüphaneye girelim!” dedim.
 
Beraber umumi kütüphaneye girdik. Sıralar boştu. Ebüfuruva, birtakım kitaplar sordu. Yok haberini aldı. Melâmiliğe dair bir eser yazıyormuş. Eser, anlıyorsun ya… Daha on beş sene evvel yazmağa başlamıştı.
 
Kütüphanenin nihayet köşesinde masaya oturdu. Yavaş yavaş konuşmağa başladık. Ben artık bütün dünya, milliyet esasları üzerine yeni teşkilât yaparken, bizim, kanatsız kuş gibi bir bedevi zihniyetiyle milliyetsiz kalamayacağımızı dilim döndüğü kadar anlatmağa çalıştım. Ebülfuruva, «milliyet Hıristiyanlara mahsustur.» diyordu. Nihayet:
 
– “Bizim için yegâne selâmet, Türklüğü filan inkâr edip milliyetsiz dindar olmaktır!” dedi.
– “Her Müslüman millet, bizim gibi milliyetini, an’anâtını, tarihini, İslamiyet’ten evvelki mazisini inkâr edecek mi?” diye sordum.
– “her koyun kendi bacağından asılır. Biz Arap’a, Acem’e karışmayız. Buradaki Türkler hiç milliyetlerinden bahsetmemeli! Selâmet ancak bundadır!” cevabını verdi. Bu fikirde inanılmaz bir taassupla[20] ısrar ediyordu.
 
Ben cihanın yeni inkılâbından, demokrasiden, demokrasinin sırf milliyet demek olmasından uzun uzadıya bahsettim.
 
Konuşurken dilinin altında bir bakla olduğunun farkına vardım. Çok geçmedi, açıldı. Meğer onlar da bir cemiyet yapmışlar.
 
– “Her cemiyet gibi ikinci celsede dağılırsınız!” diye güldüm.
– “Hayır, âzamız en ciddi adamlardır.”
– “Kimler?”
 
Saydı. Hakikaten birbirlerini bulmuşlar. Bu asrın beş yüz sene gerisinde yaşayan zatlar… Cemiyetlerinin ismi «tevhit ve ahlâk» imiş. Boğaziçi’nde gayet büyük bir mütefekkirin yalısında sık sık toplanıyorlarmış. Programları korkunç… Azayı masonluk gibi muayyen devrelerden geçiriyorlarmış… Maksatları… Söylemeye hacet[21] var mı? Kurun-u vusta’ya dönmek! Türkiye’yi Tibet’e çevirmek… Avrupa medeniyetini kaldırıp atmak. Teokrasi esasları üzerine halis bir bedevi hâkimiyetini teşkil etmek!
 
Buranın gençleri uyuyor. Fırka mübarezeleri içinde kara kuvvetin ne yaman bir azimle canlanmağa çalıştığını görmüyor. Türk ocağı âdeta cıgara içmeğe mahsus bir kulüpmüş! Gittim. Gördüm. Fikrî hayata dair bir şey yok. Hani o gazetelerde ilânlarını gördüğümüz serbest dersler, konferanslar filan hep yalan!
 
Henüz darülfünun’a giremedim. İnşallah meyus olmam. Fakat orada da efkâra hâkim, okuryazar, eser sahibi bir âlim yok… Âlimlerin en çok yazanı nihayet yarım yamalak tercüme vadisini atlayamamış! Bir tanecik âlimi olmamak! Bu milliyet asrında bir millet için ne feci mahrumiyet!
 
Hani mektepte okuduğumuz mantık kitabında, mi’yar sedad’da[22] gördüğümüz tasnifi bile burada anlayan münevver yok. İhtisasa kimsenin aklı ermiyor. Şarlatanlık moda… Fikir hususunda fırıldak gibi dönmek, dün söylediğini bugün inkâr etmek haysiyete muhalif addolunmuyor.
 
Ah bizim zamanımızdaki İstanbul! Vakıa yine büyük bir şey yoktu. Fakat nihayetsiz, ezelî bir ümit vardı. Divanyolu’ndaki kıraathanelerde Abdülhamit’in hafiyelerine işittirmemek için gizli gizli neler fısıldardık! Gedikpaşa’da pansiyon olduğumuz evde Namık Kemal’in şiirlerini nasıl heyecanla okuduğumuzu hatırla. Şimdi o ilâhi vecd yok. İstanbul meflûç[23] bir gölge halinde uzanmış! Uyuyor. Fakat baygın. Bu cesedi kımıldatacak ruh ölü…
 
Biz Malatya’da, İstanbul’u, payitahtımızı, nasıl tahayyül ederdik! Sakın gelip de görmeğe kalkma. Benim gibi buhran içinde kalırsın.
 
Bir idealistin ilk vasfı meyus olmamaktır. Hâlbuki ben bu saat meyusum. Bir haftadır kendimi öldürmeyi düşünüyorum. …yine işte aşağıya, Babıâli caddesine baktım. Bir uçurum gibi! Şeytan diyor ki «kaldır, şuradan kendini at!» irfan merkezi, hars ocağı böyle manevî bir anarşi içinde kalmış fert yaşamamalı! Sonra yine düşünüyorum. Biz Türkler tarihte ne kadar felâketler geçirmişiz. Devletimiz hükümdarsız, hükümetsiz kalmış. Kardeşler birbirlerine düşman olmuşlar. Fakat nihayet, yine toplanmışız. Yine ölmemişiz. Saadetin de, felâketin de geçici şeyler olduğunu hatırlamak insana biraz teselli veriyor.
 
Evet Celilciğim,
İnsan için mutlaka bir teselli var. Fakat ben bu teselliye rağmen, yine burada duramayacağım. ilk fırsatta yola çıkıyorum. on beş sene evvel buradan aldığımız ümit, emel, ideal nuru artık sönmüş! Şimdi İstanbul, taşranın nuruna muhtaç! Biz artık köşemizde, yüksek dağlarımızın arasında, köpüklü pınarlarımızın başındaki beyaz badanalı, toprak çatılı kulübelerimizde, sevgili milliyetimizin samimiyetiyle çarpan kalplerimizi dinleyelim. Ruhlarımızdan çıkan ümit alevini bir fazilet meş’ali [24]gibi İstanbul’a getirelim. İstanbul, milletinin kadrini, kıymetini, kuvvetini bilmiyor.
 
Evet, nihayetsiz elemlerimiz, dayanılmaz sefaletlerimiz var. Fakat bizim bir ruhumuz var ki, ölüm ona kanat geremez. Bizim bir ruhumuz var ki, «öldü, öldü» sanılır da, yine ölmez. En umulmadık bir zamanda birdenbire dirilir. Bugünün İstanbulluları bizim bu ölmez ruhumuzu bilmiyorlar. Türkleri, komşu milletler gibi sanıyorlar. Anadolu’yu, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Türkistan’ı, Buhara’yı dolduran fertlerin «dini bir, dili bir» kardeş olduklarını İstanbullular anlamıyorlar.
 
İstanbullular, «Wilson umdeleri»ne akıl erdiremiyorlar. Milleti, ırktan ayırt edemiyorlar. Hepsinin müfekkiresi «devlet mefhumu» içinde zebun! Hâlbuki siyasi hudutların ne ehemmiyeti olabilir? Bunları insanlar yapar. Milliyeti, milliyet denen birliği Allah yapmıştır. Hiç bir kuvvet onu parçalayamaz! Ben, işte bu imanı bozmamak için, çabucak buradan kaçmak, uzaklaşmak istiyorum. Artık benden mektup bekleme. Kendimi bekle. Zannediyorum ki, yirmi gün geçmeden sevgili vatanıma döneceğim. Fakat kalbimde ne derin bir yara ile… Tıpkı hafızasını kaybetmiş bir zavallı gibi!»
 
Ömer Seyfettin
 
(«büyük mecmua», 1919, sayı:2)
 
Lügatçe :
 
acem: 1.arap olmayanlar, arapça konuşmayanlar. 2. iranlılar. 3. iran ülkesi.
an’anât: gelenekler.
âza: üye, üyeler.
bedevi: çölde, çadırda yaşayan arap göçebesi.
beynelmilel: uluslar arası.
celse: oturum.
cemiyet: dernek.
dârülfünun: üniversite.
daüssıla: yurt özlemi.
duçar: tutulmuş, bulaşmış.
ebülfuruva: arapça ebu (baba) sözüyle fransızca froid (soğuk) sözlerinden türetilmiştir. anlamı: “soğukluk babası”.
efkâr: düşünceler, fikirler.
fazilet: erdem.
fedai: 1.bir ideal uğruna tehlikeli işlere girişerek canını esirgemeyen kimse. 2. bir kimseyi veya bir yeri koruyan kimse.
fırka: 1.insan topluluğu 2.siyasi parti. 3. tümen
gayr-i türk: türk olmayan.
hâcet: herhangi bir şey için gerekli olma, ihtiyaç, gereklilik, lüzum.
hafiye: dedektif.
halis: katışık olmayan, katışıksız, saf.
hariciye nezâreti: osmanlı devletinde bugünkü dışişleri bakanlığına karşılık gelen kurum.
hars: kültür.
havadis: ilgi ile karşılanabilecek haber.
husul: olma, oluş, oluşma, meydana gelme.
ihtisas: uzmanlaşma.
ihvan: yakın dostlar, arkadaşlar.
iptidai: ilkel.
irfan: 1.bilme, anlama, sezme 2.tanrı sır ve gerçeklerini sezip kavrama
irtica: gericilik.
istibdat:.baskı yönetimi. (2. abdülhamit’in (1878-1908) arası iktidarı için kullanılır.)
istiklâl: bağımsızlık.
itilafçı: bkz. hürriyet ve itilaf fırkası
kurun-u vusta: ortaçağ.
labori: fransa’daki ünlü dreyfus davası’nda dreyfus’u savunan avukat. (fernand-gustave-gaston labori)
lâtarna/laterna: kolu çevrilerek çalınan, sandık biçiminde bir org türü.
malûmat: bilgi.
masonluk: tüm dünyaya yayılmış faaliyetleri gizli, gizemli topluluk ve bu topluluğa üye kişilerin benimsedikleri düşünce.
mefhum: kavram.
melâmilik: her türlü gösteriş ve dünya kaygılarından uzak kalmayı öğütleyen sünni tarikatı.
memba: kaynak, pınar.
meşher: teşhir yeri.
meşrutiyet: hükümdarlıkla yönetilen bir ülkede hükümdarın başkanlığı altında parlamento yönetimine dayanan hükûmet etme biçimi.
mi’yar sedad: geleneksel tarzda yazılmış ilk türkçe mantık kitabıdır.
muayyen: belirli, bilinen.
muharebe: savaşta yapılan çarpışmalardan her biri.
mübareze: çekişme.
müfekkire: düşünme yetisi veya gücü.
münevver: aydın.
mütefekkir: düşünür.
mütemadiyen: ara vermeden, sürekli olarak, mütemadi.
neşretmek: yaymak, dağıtmak, saçmak.
payitaht: başşehir, başkent.
selâmet: her türlü korku, tasa ve tehlikeden uzak, güvende olma durumu, kurtuluş.
sırtı sıra: birbirinin arkasından.
taassup: bağnazlık.
tahayyül: hayalde canlandırma.
tahsil: öğrenim.
tasavvur: göz önüne getirme, hayal etme, zihinde canlandırma.
teokrasi: siyasi iktidarın, tanrı'nın temsilcileri olduklarına inanılan din adamlarının elinde bulunduğu toplumsal, siyasi düzen, din erki.
teşekkül: belli bir varlık ve biçim kazanma, oluşma,oluşum.
tevhit: allah’ı tek ve bir varlık olarak görme, tanrı’nın tek olduğuna inanmak. tek tanrıcılık.
umumi: genel.
vâkıa: “gerçi…”; “her ne kadar...”; “…ise de...”
vasıf: nitelik.
vecd(vecit): 1. kendinden geçercesine iç çoşkusuna, heyecanına kapılma, coşku..
vilâyet: il.
wilson umdeleri: bkz. wilson prensipleri
zat: kişi.
zebun: güçsüz, zayıf, âciz.
 
[1] Çilehane,  çok kötü bakımsız yer
[2] Saray gibi evler
[3] Rumlara özgü müzik aleti
[4] Vatan hasreti
[5]  Sürgün
[6] İlkel eski
[7] Sürekli olarak
[8] Toplantı
[9]  Elde etme , çıkarma
[10] Kesim, grup
[11] aynı tarikattan olan kimseler
[12] allak bullak, altüst, darmadağınık
[13] Üzgün
[14]  Abdülhamit zamanı baskılı dönemi
[15] kaynak
[16] yetenek
[17] Belirli,
[18] Ülkü amaç, ideal
[19] ILIMLI
[20] sıkı inanç, aşırı dindar,
[21] Gerek
[22] geleneksel tarzda yazılmış ilk türkçe mantık kitabıdır.
[23] İnmeli, felçli. 2. bozuk, düzgün olmayan.
[24] Meşale. ucunda alev çıkarabilen yanıcı bir madde bulunan, aydınlatmaya yarayan değnek

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar