Ömer Seyfettin’in Gizli Mabet Öyküsü İnceleme ve Metni

06.11.2019

 
Gizli Mabed, Ömer Seyfettin’in 1919 yılında yazdığı ve yayımladığı bir öyküsüdür.
 
Yazar bu öyküsünde 1918 e kadar yazdığı tarih, kahramanlık, vatan sevgisi konularında yazdığı öykülerindeki gibi bir düşünceyi işlemiş ama bu defa, Türkçü, Turancı Milliyetçi düşüncelerini tarihi olmayan bir hikâye kurgusu içinde anlatmıştır.
Yazar  Gizli Mabed adlı öyküsünde, Türk kültürünün çok zengin olduğunu alaturca evlerde mistik ve gizli bir zenginliğin olduğunu savunurken Avrupa hayranı bir Türk olan anlatıcı ise  Piyer Loti  ve Türk hayranı oryantalist gencin düşüncelerine karşı çıkmakta Avrupa kültürünün zenginliğini savunurken Türk kültürünün fukaralığından söz etmektedir.  Oryantalist Frenk” Türkler’in öz yaşamlarından uzaklaşıp Batı taklidi bir yaşama heveslendiklerini” iddia etmekte , anlatıcı ise Türklere özgü güzel şeylerin neler olduğunu merak edip bu fikre karşı fikirler ileri sürmektedir.
 
Öykü Türk anlatıcı ile oryantalist Frenk’in görüş çatışmaları içinde kendi düşüncelerini ifade etmek ve ispatlamak şansını elde etmiş, Türklerin kendi değerlerinin farkında olmadığı tezini ispatlayacak bir kurmaca oluşturmuştur.
 
KİŞİLER
 
Frenk: Oryantalist düşünceler içinde olan Türk kültüründe mistik özellikler olduğuna inanan, Piyer Loti ve Türk hayranı Avrupalı oryantalist bir genç
Anlatıcı: Avrupalı gencin akisne Türklerde önemli bir özllik olmadığını savunan birisi.
Sütanne: Avrupalı oryantalist genci evinde bir Çerkez olarak ağırlayan kadın
 
KONUSU
 
Anlatıcı ile tanışan Piyer Loti gibi Türk hayranı olan Avrupalı bir genç Türklerin özel değerlere sahip olduklarını ama Türklerin bunların farkında bile olmadıklarını savunmakta, anlatıcı ise bu görüşe katılmamaktadır. Avrupalı Genç  bir çeyiz sandığı görmüş  ve bu sandığı gizli bir mabed olarak algılamıştır.
 
ANA FİKRİ
 
Türkler kendi kültürel zenginliklerin farkında olmadan Avrupa kültürüne hayran olmakta, Türklerin zenginliklerini ise Avrupalılar görüp keşfetmektedir.
Gizli  Mabed Özeti
Sermet adında bir Türk’e misafir olarak gelen Frenk asıllı bir genç anlatıcı ile tanışır. Frenk asıllı genç Türklerin kendilerine özgü değerlerinin farkında olmadığını iddia etmektedir. Anlatıcı ise bun değerlerin neler olduğunun farkında değildir.  
Anlatıcı, bu Frenk gencinin aksine Türklere özgü bir güzelliğin veya hayran olunacak sanatsal özelliklerin olmadığını düşünmekte, , Türklerin yoksul olduklarını viranelerde yaşadıklarını gıpta edilecek şeylerinin de olmadığını savunmaktadır.  Avrupalı genç ise virane Türk mahallesini bir sanat eseri olarak görmektedir. Piyer Loti den etkilenmiş olan bu genç Frenk Türklerde gizli bir güç olduğunu düşünmektedir.
Bu nedenle anlatıcı bu genç Frenk’i sütannesinin evine götürür.  Sütannesine de bu genci bir Hıristiyan olarak değil de bir Çerkez olarak tanıtır. Sütannesnin evinde kalan Avrupalı misafirlikten pek memnun kalmış ve Türklerin gizli mabetlerini keşfettiğini düşünmektedir. Avrupalı bu genç yağmur nedeni ile su basan sandık odasını gizli bir mabed olarak zannetmiş, anlatıcıya ise “kendi değerlerinizin farkında değilsiniz “ diye sitem etmiştir. Anlatıcı , gördüğü şeyin bir çeyiz sandığı olduğunu ama  gizli bir mabed olmadığını ifade etmiş ama bazı değerlerimizin olduğunu da bu şekilde anlamıştır.
 
 
 
Gizli Mâbed Öykü Metni  (Ömer Seyfettin)
 
 
Geçen gün Tokatlıyan’da Sermet bana genç bir Frenk takdim etti. Sorbon’dan arkadaşmış! Kumral, çini mavi gözlü, güzel, narin, nazik bir çocuk! Azgın bir “Şark” meftunu! İlk lafı bu oldu:
 
— Azizim, siz kendinizi bilmiyorsunuz. Avrupa’yı bir şey zannederek kendi güzelliklerinizi göremiyor, kendi esrarlarınızı yaşamıyorsunuz…
 
Birdenbire haklı mı, haksız mı olduğunu kestiremediğim bu tevbîhe gülümsedim:
 
— Yaşamadığımızı, göremediğimizi ne biliyorsunuz?..
 
— Bunu gözümle gördüm, diye coştu. Üç gecedir Sermet’in evindeyim. Her şey alafranga: Yemek salonu, yatak odası, karısının, kardeşlerinin giyinişleri, hareketleri, hatta zihniyetleri, telâkkileri bile hep Avrupavâri! Ah nerede Loti’nin Türkiye’si?..
 
— Loti’nin Türkiye’si karşı tarafta! dedim.
— Evet öyle söylüyorlar. Fakat içine girilmez bir âlem! Yazık ki siz bu pitoresk âlemi sevmiyorsunuz!..
— Sevenlerimiz de var…Dedim.
 
— Siz sevenlerden misiniz?..
— Evet…
 
Diye mübalâğalı bir tehâlükle başımı salladım: “Sabit fikir”lerinin hududunu aşamayan Frenkler ne masumdurlar! Bu genç Avrupalı da bunlardan biriydi. Türkiye’ye dair konuşmaya başladık. İddia ediyordu ki, biz kendimizi tanımıyoruz; en güzel, en zengin, en bediî sokaklarımıza pis diyoruz. Artık güzellikten mahrum Avrupa binalarına, muazzam caddelere; tabiatı öldüren hendese çizgilerine kıymet veriyoruz… Rumlara hiddeti, garez derecesini geçiyordu. Beyoğlu’ndan öyle nefret etmişti ki: “Ne iğrenç Garp karikatürü, yarabbi!” derken âdeta sarararak tiksiniyordu. Kafası Loti’nin muhayyilesiyle doluydu. Bizim sefalet, vahşet, cehalet dediğimiz perişanlıklarımıza o “harika!” diyor, bu nihayetsiz mezbeleler, baykuşlu viraneler karşısında nasıl olup da bediî bir heyecan duymadığımıza şaşıp kalıyordu. Nihayet kendisinin, Avrupalılaşmamış bir Türk evine götürülmesini benden rica etti. Aklıma birdenbire Karagümrük’te oturan ihtiyar süt annem geldi. Bu gayet sofu ve gayet stoik, gayet muhafazakâr bir kadındır, kendinden büyük eski Arap halayıkçığıyla oturur, kocasından kalan ufacık bir iratla rahat rahat geçinir.
 
— Öyleyse sizi hiç Avrupalılaşmamış ihtiyar bir dulun evine götüreyim!
 
Dedim. Teşekkür etti. Sevindi:
— Ne vakit?..
— Bugün, hatta isterseniz şimdi.
— Bu mümkün mü?..
— Mümkün, yalnız başınıza bir fes alacağız, dedim.
 
Böyle ansızın gitmek, alaturka evde tekliflere, tekellüflere meydan bırakmayacak, tabiatı, pitoreski, bu Şark meftunu Frenge olduğu gibi gösterecekti. Sermet, zavallının sevincine gülmekten katılıyordu. Ona veda ettik, bir arabaya atladık. Beyazıt’a indik. Frenkçiğe bir dükkandan ciğer gibi kıpkırmızı bir fes aldık. Kalıplattık. Tramvaya binmek istemedi.
 
— Buradan aşağı hep Türk mahallesi mi? Dedi.
— Evet, hep Türk Mahallesi.
— O hâlde rica ederim, yayan gidelim.
— Pekâlâ!..
Dedim. Yangın yerlerinden yürüdük. Sisli bir hava, bulutlu, karanlık bir sema harap evlerin, tenha viranelerin sükûnuna sanki acı bir hüzün karıştırıyordu. Yolda ona talimat verdik. Süt anneme kendisi için “Çerkez” diyecektim.
 
Vâkıâ o horozdan kaçan bir kadın değildi. Fakat belki bir Hristiyanın yanına çıkmak istemezdi. Bu basit entrika genç Frengin muhayyilesini daha beter alevlendirdi. Bir tarafa çarpılmış siyah, çürük tahta evler, yıkık duvarlar, sökük çatılar karşısında duruyor, “Oh, ne manzara, ne manzara!” diye bir türlü ayrılamıyordu. İki saatte eve gelebildik. Bu üç katlı, ahşap, biraz viranca bir binadır. Kapıyı çaldım. İhtiyar Arap açtı:
 
— Sütannem yok mu? Diye sordum.
— Komşuda… Buyrun….
— Haydi, Karanfil Dadı, git koş, benim geldiğimi söyle. Yanımda da bir misafirim var. Bu gece sizde kalacağız, dedim.
 
İçeri girdik. Temiz fakat karanlık taşlıktan geçerek koca bir merdivenden çıktık. Misafir odasına genç Frenk bayıldı. Yerde güzel bir Acem halısı yayılıydı. Duvarlar “merhum hattat süt babamın yadigâr bıraktığı” levhalarla süslenmişti.
 
Yastıklarına fes rengi perdelerin düştüğü sedirler kırmızı velenselerle örtülüydü. Karşı karşıya oturduk. Kafeslere hayran oldu.
 
“Âdeta kendimi bir rüyanın içinde sanıyorum!” dedi. Süt annem gelince benim gibi elini öptü. Ara sıra başındaki fesi unutuyor; gayr-i ihtiyarî reverans hareketleri izhar ediyordu. Süt annem bunun pek farkına varmadı ama:
 
— Konuştuğunuz lâf Çerkezceye benzemiyor, dedi. Ben:
— Anneciğim, bu senin bildiğin Çerkezce değil, Hicretten sonra çıkmış, Rusça ile Çeçence ile karışık yeni bir Çerkezce!
 
Diye kandırdım. Sözde bu Çerkez misafir, hacca gitmek için İstanbul’a gelmişti. Sütannem hac vakti olmadığını hatırlatınca ona da bir kulp buldum. Maksadı daha evvel davranıp İstanbul’da biraz Türkçe öğrenmekti.
 
— Ah bu yaşta hacı olmak, ne mutlu, ne mutlu, darısı senin başına!..diyordu.
— Âmin, âmin!..
 
Frenk, ağzımızdan çıkan bu kelimeyi birdenbire tanıyor, aşinalığını göstermek fikriyle kendi şivesiyle tekrarlıyordu:
— Amen, amen!..
 
Sütannem bu Çerkezle hacca beraber gitmemi tutturdu. Hâsılı yemek zamanına kadar hep hacdan, hocadan falan bahsettik. Ben sütannemin nasihatlerini çıtır çıtır hep Çerkezceye tercüme ettim. Sofraya oturunca Frenk bütün bütün bediî heyecanının içinde gaşyoldu. Yalnız yabancı misafirlere çıkan gümüş sini, zavallıyı deli edecekti. Çatalı bırakıyor, sütannem gibi eliyle yemeğe çalışıyordu. Ben vazgeçirdim. Elle yemek yalnız ihtiyar kadınlara mahsus olduğunu söyledim. Dünyanın en rahat vaziyeti bağdaş kurmak olduğunu iddiaya başlarken sofradan kalktık. Kahvelerimizi içtik. Sütbabamın kütüphanesinde yadigâr gibi duran eski yazma kitapları misafirime gösterdim. Nakışlara, ciltlere, minyatürlere hayran kaldı. Uyku zamanı gelince, onu Karanfil’le beraber en üst kata çıkardık. Yatağını bahçe üstündeki odaya yapmışlardı. Ayakyolunu falan gösterdim. “Bonsoir” dedim. Ben de orta kattaki odaya çekildim. Gece fırtına çıktı. Şiddetli bir yağmur yağdı. Sabahleyin gayet güzel bir hava açılmıştı. Frengi uyanmış, giyinmiş buldum. Yatağın içine oturmuş, bir şeyler yazıyordu.
 
— Bonjour…
— Bonjour, mon ami!..
— Ne yazıyorsunuz?..
— Oh, tahassüsatımı!..
— O kadar mütehassis mi oldunuz?..
— Tarif edemem, size tarif edemem!..
 
Aşağı indik, sabah kahvelerimizi içtik. Süt annemin ellerini öptük. Bu Frengi, daha beter Şark pitoreskinin içine batırmak için yayan olarak Fatih’e götürdüm. Caminin karşısındaki kahveye oturduk. Bir nargile ısmarladım. Dışarı üflemesin diye evvelâ ehemmiyetle içmek ameliyesini öğrettim. Keyiflerimiz gelmeye başlıyordu. Zavallıyı yine azıttırmak, coşturmak için:
 
— Azizim, şu karşındaki mabede bak, dedim. Ne letafet, ne mehabet değil mi?
 
Frenk gülümsedi, o kadar müteheyyic görünmedi. Daha dün yıkık çeşmelerin, eğrilmiş duvarların huzurunda deli gibi çırpınan bu adamın kayıtsızlığı tuhafıma gitti. Sordum:
— Bu abideyi beğenmediniz mi, yoksa?
— Bu, bu mâbed hiç…
Diye mavi gözlerini küçülterek tekrar gülümsedi.
— Ne demek hiç? Bu İstanbul’un en muazzam bir abidesidir…
— Bu, hiç… Bu mâbed, hiç…
— Ne demek?..
— Ben ondan daha mühimini gördüm.
— Olamaz, dedim, ne vakit gördünüz?
— Bu gece…
— Rüyanızda mı?..
— Hayır…
— Ya nerede?..
— Evde…
— Hangi evde?..
— Yattığımız evde…
Şaşaladım.
 
— Ne gördünüz canım?
— Piyer Loti’nin göremediği bir şeyi! Hiçbir Avrupalının tanımadığı bir sırrı!..
 
Gülümsüyordum.
— Evet, ben sizin gizli mabedinizi gördüm, dedi.
— Nasıl gizli mabed, canım?..
 
— Nafile saklıyorsunuz. Ben gördüm işte!.. Asırlardan beri Avrupalıların gözlerinden sakladığınız mahrem mabedinizi, hususî mabedinizi bu gece gördüm.
 
 
— Ama emin olunuz, bu sırrı muhafaza edeceğim. Paris’e gidince gazetelere yazmayacağım, defterimde mukaddes bir şey gibi bu hatıra saklı kalacak.
 
— Laflarınızdan bir şey anlamıyorum, dedim.
— Israr etmeyiniz gördüm, gördüm…
— Neyi canım?..
— Gizli mabedinizi!
— Bizim gizli mabedimiz, falan yoktur.
— Nafile inkâr ediyorsunuz, ben gördüm.
— Tuhaf, çok tuhaf!..
 
Diye başımı sallıyordum.
Frenkçik dayanamadı. Cebinden maroken kaplı bir defter çıkardı.
— Bak görmüş müyüm, görmemiş miyim?!
Dedi. Son sayfaları okumaya başladı:
“…Sabah! Büyük bir heyecan, bir haz heyecan içinde şu satırları yazıyorum. Dün Sermet’in takdim ettiği bir Türkler bu İstanbul’un en meçhul yerine geldim. Meğerse Jacques Casanova, Pierre Loti filân konaklarla yalıların selâmlık dairelerinde birer kahve içmekle Şarkı gördük sanıyorlarmış. Asıl Şark görünmeyen tabakalarda… Ben işte hiçbir Avrupalının görmediği şeyi gördüm. Burası ihtiyar, dul bir kadının evi. Gayet dindar bir kadın. Evin içi, sofra takımı, âdet, tarzlar, hâsılı her şey hiç bozulmamış… Tamamıyla alaturka. Gece beni en üst katta bir odaya yatırdılar. Sabahleyin gayet erken uyandım. Yataktan kalktım. Garip bir tecessüs içimi yiyordu. Ayaklarımın ucuna basarak dışarı çıktım. Karşıda bir oda vardı. Kapısı aralıktı. Yavaşça ittim. Bir de ne göreyim? Gizli bir aile mâbedi!..
 
Beyaz perdeler inik. Aralarından soluk bir aydınlık giriyor. Duvarlarda birçok büyük levhalar asılı. Köşelerde ağır, ceviz ağacından yapılmış, demir çemberli mezarlar duruyor. Şüphesiz bu mezarlarda sevgili ölülerin mumyaları var. Bir tanesini açmaya çalıştım. Mümkün değil, kilitli! Sonra yerde irili ufaklı birçok kaplar duruyor. Bazıları bakırdan, bazıları porselenden! İçlerinde kıymetlileri var. Mesela kapının hizasında, birinci mezarın önündeki gayet kıymetli, etrafı altınla yaldızlanmış bir kap. Köşedeki yeşil bir vazo… Kim bilir nasıl bir topraktan yapılmış, mabedin içinde manasını anlayamadığım bir nisbet dâhilinde ipten birtakım dılılarla zâviyeler gerilmiş. Bu mukaddes zâviyelerin üzerinde şüphesiz ölülere ait olan birtakım relique’ler asılı. Kaplarda mukaddes sular duruyor. Bazısında taşacak derecede çok. Mekke’nin, Medine’nin, kim bilir, hangi meçhul, hangi mukaddes köşelerinden gelen bu esrarlı, bu mukaddes sulardan tattım. Biraz kekremsi… Kapların dibinde hafif, ama gayet hafif bir toprak tortusu var. Her kaptan içtim. Hepsinin tadı var. Kalbim çarpmaya başladı. Memnû bir mâbede girmiş bir küfürbaz, bir hain, bir kâfir heyecanıyla dışarı çıktım. Sanki bu mezarlar birdenbire açılacak, içlerinden yüzlerce sene evvel ölmüş ihtiyar Türkler kavuklarıyla, yatağanlarıyla, kalkıp üzerime yürüyecekler sandım. Sanki duvarlardaki levhalar sallandı. Mukaddes kapların içi çalkandı. Sanki o an bir deniz olacak, oralarda beni boğacaklardı. Bu mukaddes suların hiddetini, sükûtunu, ulviyetini şimdi içimde duyuyor gibi oluyorum.
 
Esrarlı, müphem bir rehavet, bir ateş damarlarıma yayılıyor. Beynimde karanlık, meçhul bir kubbenin derin akislerini işitiyorum. Öyle anlatılmaz bir heyecan duyuyorum ki…”
 
. . . . . . . . .
 
Kendimi tutamadım. Öyle bir kahkaha attım ki… Frenk marpucunu elinden düşürdü. Az daha nargilesi devrilecekti. Sabah keyfini çatmaya gelmiş müşterilerin afyonlarını patlattım. Dik dik yüzüme bakıyorlardı.
 
Frenk sordu:
 
— Neye gülüyorsun?..
— Ayol sen gizli mâbede girmemişsin!  Dedim.
— Ya nereye girmişim?..
— Sütannemin sandık odasına!
— Sandık odası ne?..
— Bizim evlerde komod, aynalı dolap falan yoktur. Eşyalarımız, birer sandıkta, sandıklar da bir odada durur. O mezar zannettiğin demir çemberli, ceviz tabutlar, bizim çamaşır sandıklarımızdır.
 
— Ya duvardaki levhalar?..
— Sütbabamın eserleri! Yadigâr diye sütannem satmıyor.
Frenk inanamıyordu. Ben hâlâ gülüyordum.
— Ya ipten yapılmış hendesî şekiller? O “relique”ler?..
— Yağmurlu havalarda çamaşır asmaya mahsus ip. Zâviyeler, müsellesler, tesadüfen teşekkül etmiş; relique zannettiğiniz de kullanılmayan esvaplar..
 
Frenk yine inanamıyordu. Mavi gözleri birdenbire bulutlanmıştı. Yalanımı yakalamış gibi başını salladı:
 
— Ya o mukaddes sular? Onlara ne diyeceksin azizim?..dedi.
— Gece yağmur yağdı. Sütannemin sandık odası, bildim bileli akar. Tavandan damlayacak yağmur suları yerleri ıslatmasın diye geceleyin Karanfil, o kapları odaya sıra sıra dizmiş olmalı…
 
Dedim. Frenk evlerimizin üzerindeki “Maşallah” levhalarını millî bir sigorta şirketinin işaretleri, saçaklarımızda sallanan nazarlık pabuçlarını damdan dama kaçan hırsızların oralara takılıp kalmış ayakkabıları zanneden meşhur millettaşı gibi, bir an durdu, düşündü. Derin derin nargilesini çekti. Yutkundu. Elinde açık kalan defterini cebine soktu. Ben hâlâ duruyor, duruyor, gülüyordum.
 
— Gülme azizim, sizin sandık odalarınızda bile öyle esrarlı, öyle anlaşılmaz, öyle müphem, öyle dinî bir hâl var ki…
— Ne gibi?..
— Öyle bir şey ki… Siz körsünüz… Göremiyorsunuz vesselam…
Dedi. Fakat bizim göremeyip de o yalnız kendi gördüğü şeyin ne olduğunu bir türlü söyleyemiyordu.
 
Malûm ya, Türkler hükümlerinde çok naziktirler! “Biz kör isek, işte siz de dilsizsiniz!” cevabı ta dudaklarımın ucuna gelmişken sustum. Hiç ses çıkarmadım.
 
 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar