28.12.2019
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür,Öyküsü ve Ömer Seyfettin'in ilk kez 16 Ocak 1911 Düşünüyorum dergisinde yayımlanmış olan bir öyküsüdür.
Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür adlı öykü Ömer Seyfettin’in ( Balıkesir/Gönen 11 Mart 1884 den 6 Mart 1920 ) kitap haline getirilen hikaye külliyatındaki dokuzuncu kitabıdır. Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür öykü kitabında kitaba adını veren Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür öyküsü de dahil yedi hikaye bulunmaktadır.
Yazarın bu kitabı içinde öyküler Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür Piç, Primo Türk ÇocuğuBir Çocuk Aleko , Bilgi Bucağı, Aşk Dalgası adlı öyküleridir.
Osmanlı tarihinin parlak dönemlerini, tarih, kahramanlık, vatan sevgisi konularında yazdığı öyküleri ile daha çok popüler olmuş; bu tip öykülerinde Türkçü, Turancı Milliyetçi düşüncelerini okurlara aşılamak gayesini gütmüştü. Bu nedenle Ömer Seyfettin daha ziyade tarih, kahramanlık, vatan sevgisi ve milliyetçilik konularında öyküler yazan bir öykücü olarak tanınmıştı.
Oysaki Ömer Seyfettin pek çok konuda öyküler yazmış, sosyal hayat, aşk, evlilik, evlilik hayatı, aile düzeni, batıl itikatlara inanmanın saçmalığı, çocukluk ve gençlik anıları gibi çok çeşitli konularda daha çok öyküler yazdı.
Ömer Seyfettin’in öykülerinde en çok karşımıza çıkan mevzulardan bir diğeri de alaturca ve alafranga hayat ile yanlış batılılaşma konusudur. Batılılaşmaya karşı çıkmayan ama batılılaşırken kültürel kimliğimizden kopmamamız gereğini savunan Ömer Seyfettin bazı hikâyelerinde ise Yazar bu öyküsünde batılı yaşayış ve düşünüşün getirdiği sosyal meseleler konusunu da işlemiştir. Osmanlı döneminde İstanbul’da kalıcı şekilde yaşayan Levantenlere ve ecnebi asıllı olan ve o dönemde Tatlı su Frenkleri olarak ifade edilen kişilerle ilgili de ilginç öyküler yazmıştı.
Ömer Seyfettin Tarih Ezelî Bir Tekerrürdür adlı öyküsünde ise “namus, edep, hayâ gibi kavramların evrensel olduğunu, en ilkel kavimlerde bile bu kavramların önemsendiği” tezini işlemiştir.
Yazar bu öyküsünde çok güzel bir vücuda ve ahlaka sahip olan karısını çıplak bir şekilde bir başka erkeğe göstermek hevesine kapılan anlatıcının yaptığı bu ahlaksızlık karısı tarafından fark edilince olaylar beklenmedik bir yöne doğru kaymış ve kadın kocasının bu ahlaksızlığının bedelini ilginç bir şekilde ödetmiştir.
Herdot tarihinde yer alan bir hikayenin tekerrür etmiş hali olarak anlatılan bu öyküde namus, edep, haya ve ahlakın tüm toplumlar ve kavimler için geçerli olduğu ana fikri işlenir.
Ömer Seyfettin’in bu öyküsü Yeni Lisan adlı yazı serisinde savunduğu sade dil anlayışı ile yazılmış bir öykü değildir. Yazar bu öyküsünü entelektüel bir yaklaşımla ele almış, Heredot Tarihinde geçen öyküyü güncel şartlara göre yeniden kurgulamış, dilinide devrinde makul ve makbul görülen Arapça , Farsça terkip, tamlama ve kelimlerle dolu tumturaklı bir dil ile yazmıştır.
Muhtemelen Ömer Seyfettin bu hikayesinde tercih ettiği süslü dil anlayışı ile sade bir dille yazdığı için kendisini küçümseyenlere “istersem ben de sizin gibi süslü ve sanatlı bir dil kullanabilirim “ mesahını iletmiş olmalıdır.
( Sitemizde Ömer Seyfettin'in 100 adet öyküsü yer almaktadır. İstediğiniz öyküye Sitemizin aramasına öykü adını yazarak veya https://edebiyatvesanatakademisi.com/writer/omer-seyfettin sayfasından başlıklara bakarak ulaşabilirsiniz)
Öykünün Konusu
Anlatıcı bri Fransız kız ile hasbelkader evlenip mutlu bir beraberlik kurarlar. Fransız asıllı eşi bir köpek edinmiş ve köpeğe çok iyi bakmaktadır. Lakin köpek hastalanınca Türk aslılı veterinerlerin verdiği ilaçlar ile köpekleri iyileşmez. Bunun üzerine yabancı asıllı bir veterinere götürüler.
Avrupalı veteriner bu köpek biraz pirelensin iyileşir deyip gönderir. Anlatıcı bu öneri ve tedavi şeklini garipser ama veterinerin dediği doğru çıkar.
Tarih Ezeli Bir Tekerrürdür (Ömer Seyfettin)
Müverrih S… Bey’e mektup
Son makale-i tarihiyenizi büyük bir dikkatle okudum. Sizi bütün kuvvetimle, bütün maddiyetimle tasdik ederim. Gözlerini müstakbelina-mahduda dikip maziye asla ehemmiyet vermeyen bugünkü gençliğe güzel bir ders veriyorsunuz. Diyorsunuz ki: “ Yeni bir şey yoktur. Her şey eskidir. Eskiden cereyan etmiş bir vak’anın hep esbap ve şerait dâhilinde tekerrürüdür. Ulûm ve fünun bile eskidir. Meselâ fiziğin, tıbbın ilk kaideleri mazide vaz’olunmuş, yalnız bazı teferruatında keşfiyat ve teceddüdat vuku bulmuştur. Asırlarca evvel gelen Buda, bütün edyanın bütün felsefelerin, o yek-ahenk efsane-i hikmet ve faziletini teganni etmiş; sonrakiler, hattâ şimdikiler hep onun efkârını tekrar etmişlerdir”
Ve okurken insanın samiasında beyaz, mütevarid dişlere çarparak feveran eden bir nutk-ı huruşanın galat hayalini uyandıran rasîn ve murassa ifadenizle hislerimizin; iyi ve fena; ve kavî memduh ve na-makbul fikirlerimizin yeni bir kisbî olmayıp eskiden kalma olduğunu, hattâ sosyalizm ve anti-militarizm gibi gafletle yeni addolunan harekât-ı içtimaiyetinin bile pek eski olduğunu filozof Senegue’in ve ondan evvel gelenlerin esbabı ile ispat ediyorsunuz. Bu kıymetli, bu en doğru hakikatleri ihtiva eden altın satırları ihtimal bazı gençler, masum müstehzi bir gülüşle okudular. Onların fikirlerince mazi mezardır, ölümdür, yokluktur. Tarih en can sıkıcı, en faydasız, mürteciane bir meşgaledir, köhneliktir. Ben de dört sene evvel tamamıyla böyle düşünüyordum. Hiç tarih okumamış, mektepte iken tarih derslerinde ya uyumuş yahut meçhul istikbali tahayyül ederek muallimin saatlerce söylediklerini asla işitmemiştim. Tahsilimi ikmal ile hayata girdiğim vakit Kurunuvusta’nın nereden başladığını, Hannibal’ın kim olduğunu, hattâ Roma’nın kimler tarafından tesis edildiğini, İstanbul’u zapt eden Fatih’in babasının hangi padişah olduğunu bilmiyordum. Fakat bugün? Sizin kadar malûmatım olduğunu iddia edemezsem de, bizim bütün tarih muallimlerimizden, hatta bazı ihtiyar müverrihlerimizden pek çok tarihî mütalâalara malik bulunduğumu iftiharsız söyleyebilirim.
Beş senedir hayatım yalnız tarih okumakla geçti. Büyük bir kütüphanem var ki, içinde tarihten başka kitap bulamazsınız. Eskiden sanat, edebiyat sevdasıyla tetebbu ettiğim meşhurları unuttum. Şimdi Michelet’den, Saint-Guillaume’dan, Lavaisse’den tutunuz de en mutavassıt müverrihlere kadar hepsini büyük bir zevk ile okuyorum. En ehemmiyetsiz an’aneler, hatıralar beni teshir ediyor. Artık P. Clement, F. Masson, J. Turquand, Loliee, P. de Nolhac, Dr. Cabanis en sevdiğim, en perestiş ettiğim muharrirler… Dünü okudukça, bugünün, yarının safhaları önümde perde perde açılıyor. Kendimde gayri ihtiyarî bir falcı ruhu hissediyorum. Şimdi gülümsüyorsunuz değil mi? Karşınızda olsam soracaksınız ki: “Neye tarihe bu kadar merak ettin? Büyük bir müverrih, bir muallim mi olmak istiyorsun. Maksadın ne?”
Evvela sizi temin edeyim ki, müverrih olmak niyetinde değilim, muharrir, muallim hiç… Bu merak bende marizî, ad verilmez ruhî bir halettir. Ben tesellisi mümkünsüz bir felâketin, intikamı alınamaz bir mağlubiyetin şaşırttığı bir adamım. Ye’simi uyutmak için dimağımı tarih okumakla yoruyorum. Beş senedir sizinle tamamıyla hemfikirim: “Tarih ezeli bir tekerrürdür!” Ben bunu herkesten ziyade hissettim, yaşadım. İtmi’nanım amelidir. Benim kadar tarihin feci, itisafkârane tekerrürünü gören yoktur sanırım. Tetebbu ile kısalan kıymettar zamanınızı suiistimal etmediğime emin olarak hikâyemi, kendi tarihimi, Milâttan evvel, sekizinci asırda cereyan etmiş bir vak’anın, haberim olmadan benim zavallı başımda nasıl tekerrür ettiğini size anlatacağım. Bu biraz mufassal olacak. Fakat rica ederim, tahammül edeniz. Binlerce kitapların tozlanmış sahifelerini süzen gözlerinizde harikulade bir kuvvet vardır. Bunu biliyorum. İlmî itikadınızı da tamamıyla, samimiyetle kabul etmekte ne kadar haklı olduğumu anlayacaksınız.
Yedi sene evvel kavî, gürbüz kadınlara âşık, düşüncesiz bir genç idim. Edebiyatı, san’atı seviyordum. Her şey nazarımda bir fantezi, bir serap, bir rüya idi. Garp kitaplarının zaten şairlikle sarsılan müfekkiremde bıraktığı teşevvüşler, tezatlar eski nazariyelerimi tamamen tahrip ettiğine mukabil yeni bir şey öğretmemişti. Bütün o kitapları okuyanlar gibi ben de artık her şeyi inkâr eden, hiçbir şeye inanmaz, paradoksal, münasebetsiz bir herif olmuştum. Dünü tamamıyla unutuyor, yarını asla düşünmüyor; bugünü memnun, müsterih hayranlıkla geçiriyordum. İnkâr ettiğim şeylerin içinde aşk da vardı. Ona da bütün ahlâk kanunları, bütün içtimaî itikatlar gibi mevzu, mevhum bir yalan diyordum. Fakat Efser’i -bu, boşadığım karımın adıdır- görünce fikrim değişmişti. O andan itibaren aşk, nazarımda yegâne hakikat oldu. Âlî, ruhanî, lâhutî bir hakikat… Ufak bir muaşaka devresi geçirdik. Vakıa ben de çirkin değildim. Fakat o… Size nasıl anlatayım? Bir harika idi. Uzunca bir boy, hayalin üstünde güzel bir çehre, mutlaka bir aşk dâhinin elinden çıkmış zannolunacak bir vücut tahayyül ediniz. O kadar muntazam, o kadar bediî, o kadar âlî ki, Venüs’ün en eski, cazip statüsü onun yanında hasta, aciz kalır. Mübalâğa ediyorum sanıyorsunuz. Zararı yok, inanmayınız. Fakat ben eminim ki, Efser’deki esatiri güzelliğin böyle iki satırla yüzde birini ifade etmiş olmuyorum. Fakat size, yine biraz izahat vereyim; kayınpederimin babası güzel endamıyla meşhur bir paşa, vaktiyle ihtida etmiş bir Macar’dı. Kayınvalidem eski gözdelerin en mümtazı olan bir Çerkez saraylı… Bunların kızı Efser, Macar – Çerkez güzelliğini, sıhhatini vücudunda toplamış, muhteşem, inanılmaz bir afet, nurdan, şeffafiyetten, esîrden masnu, zihayat bir harika… İngiliz mektebinde tahsilini ikmal etmişti. Bütün orada tahsilini ikmal eden kızlar gibi biraz fazla ukalâ, nazariyeci, kendini beğenmişti. Benim İngilizce bilmememi sarih bir kusur olmak üzere kabul ederdi. Muallimleri hatırasında o kadar derin bir eser, o kadar garip bir intibaa bırakmıştı ki, tâ Amerika’ya gidenleriyle mektuplaşır, her hafta müdiresini ziyaret ederdi.
“İzdivaç aşkın mezarıdır” Derler. İşte vahşiyane bir yalan! İzdivacımdan sonra onu o kadar çok sevmeğe başladım ki… Kadınlığa yakışmayacak ilmî, fennî meşguliyetlerini bile hoş görüyor, rasat dürbünlerini bizzat getiriyor, onun hoşuna gitmek için cahil, karanlık muhitimizde âlim şöhretini taşır adi, mutavassıt bir fizik muallimi olmadığıma teessüfler ediyordum. Arzusu üzerine Bağlarbaşı’nda bir köşk tutmuştuk. Yaz-kış orada oturuyorduk. Bir aşçımız, iki hizmetçimiz, on dört yaşında küçük bir uşağımız vardı. Ah, evimiz bir sevda yuvasıydı. Yatağımız ezelî bir aşk, huzur lânesiydi.
Efser orada asla İngiliz mektebinin ukalâ, münasebetsiz mezunu değildi. Yorganımızın altında lâtif, tatlı bir kadın, haris, münkat bir Çerkez kızıydı. Fecrin pembe nazarları odamızın mavi tül perdeleri arasından süzülürken bu sıcak yatağın haricinde geçecek bütün bir günü düşünerek mahzun olur, çılgın deraguşlarla onu uyandırır, gözlerini buselerimle açar, şeffaf, dolgun göğsünün teravetli kokusunu sükûn bulmaz deliliklerimle massederdim Bir sene geçti. Aşkımız gittikçe tezayüt ediyordu. Dünyada kitaplarıyla benden başka bir şey onu meşgul etmiyordu. Gündüzleri ben yokken okuyor, yazıyor; ben gelince hemen kucağıma atılıyor, geceleri pek erken girdiğimiz yatak odamızda ezelî aşk, perestiş saatleri yaratıyordu.
Bu esnada İtalya’daki halazadem Ahmet Bidar İstanbul’a gelmişti. Bu, benden küçük, zayıf, narin bir çocuktu… Heykeltıraşlığa çalışıyordu. Uzun saçlarıyla, mütefekkir çehresiyle, nahif endamıyla lâtif, cazip, tam bir sanatkârdı. Eve getireceğimi, kendisine takdim edeceğimi Efser’e söyledim. Biraz hoşnutsuzlukla muvafakat etti. Fakat görünce, konuşunca memnun oldu. Bidar da sanatı icabı olarak eski Yunan, Roma tarihini tetebbu etmişti. Efser için bu pek büyük meziyetti. Tatil müddetini bizde geçirmesini teklif ettik. Israr ettik. Kabul etti. Artık yalnızlığımızdan bıkmağa başlıyorduk. Vaktimiz böyle daha hoş geçiyordu. Değişen bir baharın müteheyyiç geceleri muharrik rüzgânyle küçük salonumuzu doldururken üçümüz saatlerce sanata, tarihe dair muhasebelere dalar, ben hep yatacak zamanımızı düşünerek elleriyle cesim abidelerin hayalî şekillerini tersim ederek anlatan zevcemin bediî vücudunu derin derin temaşa ederdim.
Yavaş yavaş yaz geçiyordu. Bidar’la Efser’in arasında fikrî bir uygunluğun hâsıl ettiği ihtiram. Meftunluk dikkatimi celbediyordu. Bidar pek saftı. Dimağında, henüz klasik malûmattan başka bir şey yer bulamamıştı. Namus hakkındaki iptidaî itikatlarından emin idim. Efser’e gelince, gördüğü İngiliz terbiyesi onu bir ahlâk statüsü haline getirmişti. İzdivaç haricinde ihtiyar, çirkin bir Katolik mürebbiye kadar mutaassıp ve namus düşünüydü. Beraber geçirdiğimiz bir senelik hayatta nispeten beni bile kendine benzetmişti. Bekârlığımızdaki serbest fikirleri takip edemiyor, mecburen nazariyeci, mutekit, ahlâkî an’anelere riayetkâr oluyor; en üzücü mutad vazifelere gayri ihtiyarî hürmet ediyordum. Yemek yerken, salonda otururken zevceme bakarak içimde yavaşça: “Ne mesudum; ne bahtiyarım!” Diyordum. Şüphesiz Efser dünyanın en güzel kadını idi. Bunu yalnız ben biliyordum. Muhitimiz umumî bir güzellik müsabakasına müsait değildi ki, herkes de takdir etsin: “Hakkın var, dünyanın en güzel kadım sana aittir. “ Densin, ben de iftihar edeyim, saadetim tezauf etsin. Bana böyle bir güzellik harikası ithaf eden büyük, mukaddes tesadüfe teşekkürler edeyim. Evet, arkadaşlarımla konuşurken gayri ihtiyarî: “Benim zevcemi görseniz, dünyanın en güzel kadım olduğunu tasdik edeceksiniz.” Diye haykırmak ister, zorla kendimi tutardım.
Bir gün Bidar’ın yanında idim. Kitaplarımı karıştırırken büyük bir albüm gördüm. Aldım, bakmağa başladım. Bu, vücut güzelliklerim mukayese eden binlerce çıplak kadın heykeli resimlerinden müteşekkil bediî bir mecmua idi. Kalın sahifelerini çevirdikçe Bidar yanımda: “Filân heykeltıraşın, filân sanatkârın.” Diye tafsilât veriyor, yapılış tarihini, hangi müzelerde bulunduğunu, kimlerin malı olduğunu, her resim altındaki İtalyanca yazılan okuyarak, söylüyordu. Kadın güzelliğinin en gizli, en mahrem taraflarım ifşa eden bu çıplak statü resimlerine bakarken hep zevcemi düşünüyordum. Hiçbirisi onun kadar güzel değildi. En mütekâmil olmak üzere yapılanlarında bile sanki görünmez bir kusuru vardı. Azıcık daha Bidar’a: “Bunların içinde Efser kadar güzeli var mı”» diye soracaktım. Bana tamamıyla ondan geçtiğine kani olduğum bir hicap ile kendimi tuttum. Sanki bunu sorsaydım pek mukaddes, pek muhterem bir şeye küfretmiş olacaktım. Fakat fikrimi saklayarak, aklımda hiç Efser yokmuş gibi: – Artık böyle vücutlar, böyle sırtlar, böyle kalçalar böyle kollar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayalhanelerinde mevcut Maatteessüf hakikatte yok! Dedim. Bidar gözlerim bana kaldırdı. Tuhaf tuhaf baktı. Galiba biraz sarardı. Gülümsedi. Gayri ihtiyarî sordum:
– Neye baktın?
– Hiç! dedi. Kızararak ilâve etti:
– Çok nankörsün.
Birden kalbim çarpmağa başladı. Mutlaka Efser’i telmih etmek istiyordu. Fakat ben alenen söyletmek istedim. İntikal etmemiş gibi sordum:
– Niçin?
Cevap vermedi. Sahifeleri çeviriyor, başka resimlere bakıyordu. Mustarip olduğunu görüyordum. Yine ısrar ettim:
– Niçin, söyle, niçin nankörüm?
Tekrar nafiz gözlerim bana çevirerek manasız bir gülüşle, bilinmez bir heyecanla, bozulmuş gayri muntazam bir taşkınlıkla cevap verdi:
– Evet, nankörsün. Niçin mi? İşte bunu bilmemekliğin de ikinci nankörlük. Talihin sana sebepsiz verdiği haksız bir mükâfatın kıymetini takdir edemiyorsun. Efser senin zevcen… Fakat güzelliği, harikulade güzelliği dikkatini celbetmemiş. Tetkik etmemişsin. Ona karşı lâkaytsın. Hayret veren cinsî tekâmülünü görmüyorsun. Sonra şurada gördüğün ruhtan mahrum heykel resimlere bakarak: “Artık böyle vücutlar, böyle çehreler yalnız sanatkârların hayallerinde mevcut, maatteessüf hakikatte yok…” diyor, karşıda parlayan bediî, vazıh güneşi inkâr ediyorsun.
Devam ediyordu. Ben dinliyor, mahzun oluyordum: Demek zevcemin harikulade güzelliği yalnız nisbî hodgâm bir duygum, bir vehmim değildi. Sanatın en yeni inceliklerine seri bir zekâ ile vakıf olan, güzellik hakkında fikrini söylemeğe en ziyade salâhiyettar, müsait bir mesleğin mensubu, onun emsalsiz güzelliğini, bana, zevcine gayri ihtiyarî itiraf ediyordu. Ben de açıldım. Bilmem kaç saat konuştuk. Bu uzun bir hasbıhal oldu.
Saçlarını, omuzlarını, belini, ayaklarını, ellerini, çehresini, gülüşlerini, bakışlarını, hâsılı her şeyini samimiyetle, heyecanla münakaşa ediyor, ben, birikmiş meftuniyetimi, perestişlerimi anlatırken o, kendi hayretinin, takdirinin benim duygularımdan on kat fazla, kuvvetli olduğunu iddia ediyordu… O esnada ikimiz birden, aralık kapıdan yüksek, muhteşem, Efser’i gördük. Koyu renkli esvabı pembe çehresine ifrat derecede bir parlaklık, hayalî bir ışık vermişti.
– İki saattir buraya kapandınız, diyordu. Neler konuşuyorsunuz? Nasıl Bidar Bey, hücumlara mı uğruyorsunuz?
Ben, sanki ilk defa müşahede ettiğim bir peri imiş gibi onu derin, tarif edilmez hayvani istiğrak ile süzerken Bidar:
– Bugün fikirlerimiz muvafık çıktı, diye cevap veriyordu. Bugünkü mevzuda benim hakkımı o kadar teslim etti ki…
– Bilakis o benim hakkımı o kadar teslim etti ki…
Efser ne konuştuğumuzu soruyordu. “Güzelliğe, sanata dair” dedik. Tafsilât istemedi. Önümüzdeki açık albüme baktı. Bir iki sayfa çevirdi. Birden kapayarak:
– Oh deşhet Yarabbi! Dedi. Çıplaklar! Bunlardan şiddetle nefret ederim. Bilmem ki vahşetin, iptidaîliğin böyle iğrenç hatıralarını bazı insanlar nasıl sever? Bence ahlâkla, ilimle fena meyillerimizi, sevkıtabiilerimizi nasıl örtüyorsak, kalın esvaplarla da vücudumuzu öyle örtmek icap eder. İnsan etinin tadına, lezzetine dair nasıl bugün bir şiir yazamıyorsak, vahşî kavimlerin muhitini, hayatım yad ettirecek böyle çıplak resimleri, hayâsız heykelleri sanatkârların nezih elleri için muvafık, meşru bir meşgale tanımamalıyız..
Artık Bidar benim mahremim olmuştu. O da Efser’in müstesna güzelliğini, dünyanın en güzel kadını olduğunu tasdik ediyordu. Ben yine tekrar ediyordum, asla kıskanmıyordum. Bilâkis iftihar ediyor, mahzun oluyordum. Bir gece Efser, biraz başı ağrıdığından, erkence yatak odasına çekilmişti. Sıcak, yıldızlı, rüzgârsız bir gece idi. Uzaklardan tek bir bülbül-i yetim ü dilazürde feryad-ı har ü mazununu haykırıyor, susuyor, yine başlıyor, tatlı, müheyyiç, devam ediyordu. Bidar’la balkonda idik. Efser’in rahatsızlığını konuşuyorduk. Yine güzelliğine intikal ettik. Bidar, her vakitkinden ziyade bir hararetle, meftuniyetle onu methediyor, ben hemen kalkıp yatak odasına geçmek, şedit, çılgın kucaklamalarla zevcemi göğsümde sıkmak ihtiyaçlarını duyuyordum. Bidar:
– Saadetin nisbî olduğunu herkes itikat eder, diyordu, ben bu nazariyeyi kabul etmem. Temin ederim ki sen dünyanın en mes’udusun. Çünkü servetle, güzellikle, asaletle, kuvvetle elde edilemeyecek bir şeyi talih sana takdim etmiş.
Dinledikçe mahzuz oluyordum. Bilmem nasıl oldu, birdenbire bana bir fikir geldi. Düşünmedim, muhakeme etmedim, hemen söyledim:
– Haklısın Bidar. Fakat sen onun güzelliğinden yüzde birini görmedim. Yalnız benden işittin. Amma ben sana göstereceğim. Kulaklarına belki itimat etmiyor, söylediklerime inanmıyorsun. Gözlerinle görünce, mübalâğalarımın birer hakikat olduğuna hiç şüphen kalmayacak.
Şaşkın, mütehayyir sordu:
– Fakat nasıl?
– Nasıl mı? Sana Efser’i çırılçıplak göstereceğim.
Evvelâ inanmadı. Yüzüme tuhaf tuhaf baktı. Sahi, ciddî söylediğimi anlayınca, şiddetle reddetti. Efser’e karşı beslediği ihtiram katiyen buna mani imiş… Ben meyus olmadım. Onu iknaa çalışıyordum. Gece yansı çoktan geçmiş, tek, öksüz bülbül susmuş, hafif çiçek kokuları getiren tatlı bir rüzgâr çıkmıştı. Onun heykeltıraşlığından, sanatından bahsediyor, bu kadar eflâtunî bir temaşayı ondan saklayacak kadar budala, mutaassıp olmadığını söylüyordum. O, reddetmekte devam ediyor: “Bu pek kelbî bir eflâtunîlik olacak!” Diye beni muaheze ediyor, o reddettikçe benim bu münasebetsiz garip arzum teşeddüt ediyordu. – Cahilliği bırak, diyordum, senin gördüğünü o hissetmeyecek, haberi olmayacak. Fakat sen bütün ruhun onun müstesna güzelliğini tasdik edeceksin. Ben bunu istiyorum. Reddedersen, darılacağım. Sana âli bir sanatkâr değil, nefsine mağlûp, korkak bir şehvetperest diyeceğim…
Uğraştım, uğraştım, Lâfımı uzattım. Adeta onu ahmaklaştırdım, nihayet kandırdım. Heyecandan sararmış:
– Fakat nasıl göstereceksin, onun haberi olmadan? Diye soruyordu.
– Pek basit, dedim. Bizim yatak odasının kapısı arkasında yarım açılmış bir paravan vardır. Sana gündüzden gösteririm. Yarın gece bahçeye çıkarız, geç vakte kadar kalırız. Sen rahatsızlığım bahane ederek, sözde yatmaya gidersin. Doğru git bu paravanın arkasına saklan. Tabiî biraz sonra yatmak için biz de geleceğiz. Evvelâ ben soyunurum. O pencerenin önündeki kanepede soyunur, yatağa gelir. Ben gömleğini de çıkarttırırım. Tamamıyla görürsün. Yatağa girerken sen yavaşça kapıdan çıkıverirsin. Katiyen hissetmez.
Cesaret edemiyor: “Mümkün değil, mümkün değil.” diyordu. İzahata başladım. İzahatımı tafsil ettim. Söylediğim gibi hareket ederse, Efser’in kendini görmeyeceğine mutmain oldu. Yatmak için kalktık. Sapsarıydı. Ben odamıza gittim. Efser, yarı çıplak yüzükoyun yatmış, uyuyordu. Gidip Bidar’ı getirmek istedim. Ah, uyurken ne güzel olacaktı. Katiyen hissetmek ihtimali yoktu. Fakat vazgeçtim. “Yarın gece yatakta uyanık görsün.” dedim. Yanına yattım. Uyuyamadım. Ertesi gün geç kalkmıştım. Bahçede onları geziyor buldum. Bidar’ın çehresi pek yorgundu. Belliydi ki, gece hiç uyumamış. Yemekten sonra Efser yukarı çıktı. Mektuplarını yazacakmış. Ben Bidar’a gece nasıl hareket edeceğini tarife başladım. Yatak odamıza götürdüm. Paravanı gösterdim. Nasıl arkasına saklanacağını, Efser yatağa girmek için arkasını kapıya döndüğü zaman nasıl çıkacağım mahir bir rejisör gibi ona talim ettim. O, cidden bir cinayet ika edecek bir masum gibi, idraksiz hareket ediyordu.
Göreceği manzara onu şimdiden teshir, tenvim etmişti. Sözleri gayet kısalmış, birden mütefekkir olmuştu. Sıcağa rağmen gezmeğe çıktık. Akşama kadar nasıl hareket edeceğini tekrar ettim. İyice karar vermişti. Akşam geç vakit geldik. Doğru yemeğe oturduk. Zavallı hiç yiyemedi. Kahvelerimizi içtikten sonra bahçeye çıktık. Gece sakin, biraz rutubetli idi. Ben çok neşeliydim. Kolumun altında Efser’in hararetini, kuvvetini hissettiğim elini sıkıştırıyor, koşmak, raks etmek, perende atmak, tehlikeli jimnastik hünerleri icra etmek arzuları duyuyordum. Bidar bana bakmayarak Efser’den müsaade istedi. Yatmaya gitti. Biz bir saatten ziyade bahçede kaldık. Bu rutubetli gecelerin aşk için yapıldığım söylüyor, o, gülerek: “Uyku için hangileri?” diyordu. Sağ kolumla belinin üst tarafım ihata etmiştim. Böyle hazdan bitkin geziniyorduk. O bütün bütün kendini bırakıyordu. Yıldızların sanki bu serin rüzgârla daha ziyade parlayan, ketum, teşvik edici gözleri karşısında ‘dudaklarını öpüyordum. O da öyle asabî bir tehalük, şuh bir acele ile mukabele ediyordu. Daha aşağılara indirdiğim elimin altında yumuşak adaleli kalçasının sıcaklığım duyuyor, şimdicik meçhul bir şahidin gözü göreceği için bu bediî vücudu daha kıymetli, daha müstesna, daha leziz, daha nefis hissediyordum.
– Yatalım!… dedim.
Muvafakat etti. Yine kucak kucağa, yekvücut, içeri girdik, yukarı çıktık. Yatak odasına geçtik. Ben soyunurken her vakit ki gibi yardım etti. Bidar’ın paravanın arkasında olduğunu bildiğimden şimdi öpmüyordum. Bu, onun dikkatini celbetti:
– Çok gezdik, yoruldun galiba?
– Hayır, hayır. Bilâkis yorulmak istiyorum, ruhum…
Güldü, eliyle ağzıma vurdu. Ben yatağa girmiştim. O, pencerenin yanındaki kanepede soyunuyordu, ben seyrediyordum. Ceketini, etekliğini, çoraplarım, külotunu yavaş yavaş çıkarıyor, pencereden giren çapkın rüzgâr, dağıttığı saçlarını, dekolte gömleğinden pek cazip görünen, beyaz, dolgun omuzlan üzerinde uçuruyordu. Oh, Bidar da tabiî benim gibi şimdi onu görüyordu. Bazı sabahlar benim müfrit okşayışlarımdan yorularak yataktan kaçmaya çalıştığı vakitler, buselerimle saçlarının arasında teganni ettiğim bir şarkıyı mırıldanıyordum:
“Sert oldu hava, çıkma koyundan kuzucağım.”
Elleriyle saçlarını arkaya attı. Üstünde yalnız pembe ve dekolte gömleği kalmıştı. Yatağa şuh ve handan, koştu; elimle omzundan tuttum!
– Daha girmedim ki… Dedi.
– Tamamıyla soyun, dedim. Gömleğini de çıkar! İtiraz etmedi. Bir artist sür’atiyle, çabucak, bir saniye içinde çıkardı. Çırılçıplak kalmıştı. Yine elimle yatağa girmesine mani oldum. Azıcık dargın durdu:
– Daha ne istiyorsun?
– Gerin… Dedim.
Yine itiraz etmedi. Ona da itaat etti:
– Çılgınlığı bırak! Diye tatlı tatlı gülerek gerindi. Gerinirken galiba merak etti, endamım kendisi de görmek istedi. Sol köşedeki dolabın büyük aynasına başını çevirerek baktı. Tam bu esnada Bidar kapıdan çıkıyordu. Birden haykırdı. Sapsarı oldum. Kalbim şiddetle atmaya başladı. Gördü zannettim:
– Ne var?
– Bir şey yok, ayağım acıdı. Hemen koynuma girmişti; tekrar neye haykırdığını sordum. Gerinirken ayağı acıdığını, bir parça burkulduğunu söyledi. Israr ettim. Beni ikna etti. Hakikaten görmediğine kani oldum. Kucaklayışlarıma o kadar şedit, samimî mukabele ediyordu ki, şüphe etmek kabil değildi. Ertesi sabah Bidar’ı yine bahçede buldum yanına gittim. O da çıkarken haykırmasından korkmuş. Görmediğini temin ettim. Müsterih oldu. Çırılçıplak gördüğü vücudu için bir şey söylemiyor; yalnız: “Hayret! Hayret!” Diyor, derin derin dalıyordu. İki üç hafta geçti. Hiçbir şey değişmemiş görünüyordu. Fakat Bidar natıkasını kaybetmişti. Hasta, ıslak bir tavuk gibi mütemadiyen düşünüyor, sorduğumuz suallere en kısa cevaplarla mukabele ediyordu. Efser daha ziyade şenlenmiş; bilmem niçin her vakit ifratla üzerine düştüğü mütalâasını terk etmiş, çok konuşuyor, çok gülüyor, şimdiye kadar kendisinde asla müşahede etmediğim suni bir hoppalık, tuhaf bir fazlalık gösteriyordu.
Bir akşam birkaç arkadaşa işlerimiz hakkında konuşmak için, Bağlarbaşı gazinosuna geleceğimi vaat etmiştim. Yemekten sonra gitmeğe kalktım. Bidar’ı da çağırdım. Rahatsız olduğunu söyledi. Hâlbuki evvelden, ne vakit gazinoya gidecek olsam, refakat etmek isterdi. Bu sefer gelmemesini biraz garip bulmaktan kendimi menedemedim. Rahatsız olmadığı belliydi. Pardösümü istedim. Efser gitti, getirdi. Elinde hiç kullanmadığım revolverim de vardı. Onu niçin getirdiğini sordum. İhtimal arkadaşlarımla geç vakte kadar kalacağımı, yolda gelirken yanımda bulanması fena olmadığını gülerek söyledi.
– Fakat azizem, ben Kafdağı’na gitsem silâh almam, bilmiyor musun? Dedim.
Giydiğim pardösünün cebine kendi eliyle koydu, manasım hissedemediğim garip gülüşle devam ederek:
– Kafdağı’na gitmeyeceksin amma, gece yansından sonra karanlık, tenha sokaklardan geçeceksin. İhtimal bu gece mutlak lâzım olacak…
İçimde meçhul bir rahatsızlık duydum. Meçhul, kablelvuku bir his: “Yakın bir felâket var!” diyordu. Yangınlar, ihtilâller, suikastler, cinayetler tasavvur ediyordum. Bu hayalleri zihnimden defetmek istedim:
“Ciddî olalım!” dedim.
Gazinoya doğru gidiyor, bir marş mırıldanarak ayaklarımı ona uyduruyor, zorla cebimdeki revolveri, Efser’in bana garip, manalı bir tavırla verişini unutmuyordum. Gazinoda arkadaşlarımı buldum. Bunların hepsi bekârdı. İşimizi konuşamadık. İçmeğe başladık. Unutmak istediğim meçhul can sıkıntısını mağlûp etmek için tamam yirmi dört şişe bira içtim. Senede hiç olmazsa bir gün kendimi kaybedecek kadar sarhoş olmak on altı yaşımdan beri âdetimdi…
Gece yarısı geçmiş, bizden başka kimse kalmamıştı. Hepimiz, sarhoş, kalktık. Bozuk, tozlu yollardan tam bizim köşkün önüne geldik. Dehşetli bir karanlık vardı. Uzak fenerler, mühtazır ateşböcekleri gibi, titrek, donuk bir ışık çıkarıyor, havlayan köpeklerin tehditkâr sadaları, soğuk, korkunç, aksediyordu. Kapının önünde arkadaşlarla veda ettik. Aşağı doğru gittiler. Hemen kayboldular. Müphem bir korku duyuyordum. Zili olanca kuvvetimle çektim. İhtimal komşular uyandı. Tekrar çektim. Küçük uşak, elinde lamba, başı, göğsü yarı açık geldi. Kapıyı açtı. Biraz ferahladım. Bu ferahla, genç uşağın tüysüz yanağım okşadım.
– Uyuyordun, seni rahatsız ettim! Dedim.
Tatlı tatlı güldü. Son derece sarhoş olduğumu görüyor, tuhaf bir çekinişle:
– Estağfurullah efendim… Diyordu.
Tuttuğu lambanın gölgeli aydınlığı içinden bahçenin yolunu yaklaşılmış bir uçurum kıyısı gibi görüyordum. Yürüdüm, içeri girdim. Merdivenleri çıktım. Düşecektim. Son derece sarhoştum. Duvara dayandım. Biraz dinledim. Son bir gayretle sendeleyerek yatak odasına yaklaştım, kapının önünde durdum. Efser’in sesini işitiyordum, gülüyor, birisiyle konuşuyordu. Acaba hizmetçi kız yanında mıydı? Uyanık olsaydı, o kadar şiddetle çektiğim zili işitecek, mutlaka sofaya çıkacaktı. Daha ziyade muhakeme edemedim. Kapıyı ittim. Efser, çıplak denecek derecede dekolte, yatağın kenarına oturmuştu. Beni görünce ayağa kalktı. Yatağa baktım. Yarı çıplak Bidar yatıyordu. Bu sanki bir rüya idi. Katiyen kendime malik değildim. O anda ayılır gibi oldum, birden cebimdeki revolveri, medenî kanunun verdiği vahşet müsaadesini, o meşhur öldürmek hakkını hatırladım. Çabuk mihanikî bir hareketle revolveri çıkararak bana büyük bir itidalle bakan Bidar’ın üzerine sıktım. Ateş almadı. Bir daha, bir daha… Hiç! Bidar taş gibi bakıyordu. Yatağın yanında, kaldığı gibi duran, gülümseyen Efser’e baktım. Asla korkmamıştı. Haykırması, hatta bayılması lâzım gelmiyor muydu? Bu patlamayan revolveri yere attım. Şiddetli bir hiddetle:
– Alçak, seni elimle boğacağım… Diye yatağa, Bidar’a doğru yürüdüm.
Efser önüme dikildi:
– Dur, dedi. Alçak sensin!
Sanki manyetize oldum. Hiddetten, hayretten, sarhoşluktan, asabiyetten çenem titriyor, dişlerim birbirlerine vuruyordu. Efser gözlerini gözlerime dikerek devam etti:
– Onun hiç kabahati yok. Onu buraya ben getirdim. Niçin getirdiğimi, niçin onu arzu ettiğimi sana söyleyeceğim. Vicdansızlığına, alçaklığına, namussuzluğuna bir de adilik, rezalet, gürültü katma!
– Namussuz, alçak, vicdansız sensin! Diye mukabele edebildim.
O büyük, kati bir itidalle asla ehemmiyet vermeyerek:
– Konuşuruz, hangimiz olduğunu anlarsın! Dedi.
Sonra yatağın içinde doğrulan Bidar’a döndü:
– Haydi, Bidar Bey, siz gidiniz… Bidar bana hiç bakmayarak yatağın ayakucunda duran ropdöşambrını aldı. Çıktı. Efser karşıma geçti. Ben kuvvetsiz, sarhoş, gazup, mağlûp, intikamı alamayanlara mahsus olan o acı yeise, ümitsizliğe kapılmış kanepenin üzerine yığıldım. Oda, tavan, duvarlar etrafımda dönüyordu. Kalkmalı, onun üzerine hücum etmek istiyordum. Fakat muktedir değildim. Hatta parmaklarımı bile oynatamıyordum. Bazı kâbuslarda olduğu gibi tamamıyla hissediyor, fakat asla hareket edemiyordum. Bir müddet bana baktı. Korkunç, uzak memleketlere mensup bir manyatizör katiyetiyle şu emri verdi:
– Şimdi kımıldamayacak, söylenen şeyi anlamayacak kadar sarhoşsun. Yarın merak ettiğin şeyi öğrenirsin. Sakın bir rezalet çıkarma. Sabaha ancak iki saat var. Sabret.
Sonra ne oldu bilmiyorum. Gözlerim kapandı, sızdım.. Uyandığım vakit kendimi kanepenin dibinde, arka üstü uzanmış buldum. Başım çatlayacak gibi ağrıyordu. Dudaklarım yapışmıştı. Her tarafım acıyordu. Sanki ezilmiştim. Kalkmak istedim. Güçlükle doğruldum. Kanepenin üzerine oturdum. Acaba gece gördüğüm şey bir rüya, bir kâbus mu idi? Hizmetçi kıza seslendim; geldi. Hanımının nerede olduğunu sordum. Bidar Bey’le beraber sabahleyin erkenden çıktıklarını söyledi. Şaşırdım. Ne yapmak lâzım geldiğini tayin edemiyordum. Bir müddet donmuş gibi durdum. Sonra hırsımdan ağlamaya başladım. Hiddet, aciz, yeis, ümitsizlik içinde ağlarken aklıma intihar etmek geliyordu. “Bu ne muvafık!” Diyordum. Ağladım, ağladım, nihayet gözümdeki yaşlar bitti; kanepeye uzandım. Düşünmeye başladım. Aczimden iğreniyordum. Birden ayağa kalktım: «İntikamımı almalıyım! Dedim. Fakat nasıl? İşte bunu düşünemiyor, bunu muhakeme edemiyordum. Kapı açıldı. Hizmetçi kız göründü. Elinde küçük bir zarf vardı: “Hanımefendi giderken bunu bıraktı. Size vermemi tembih etti. Deminden unuttum.” diye vererek savuştu. Hemen açtım, Okudum. Efser annesinin evine gittiğini, bugün Bidar’ın da İtalya’ya hareket edeceği, eğer namuslu bir adam olursam, hareketinin esbabını bana izah edebileceği, nazarında, namusumu kurtarmaklığımın ancak kendisini boşamama bağlı olduğunu, yoksa bana cevap, izahat vermeye tenezzül etmeyeceğini yazıyordu.
Aylarca düşündüm. Uykusuz geceler geçirdim. Neler düşünüyordum. Hepsini öldürmek, sonra intihar etmek… Facialar yapmak! Evet, facialar… Hakikî beyaz bir Othello olmak! Her elemi, her matemi, her yeisi teskin, tedavi ettiği iddia olunan zaman geçtikçe, muhakememi iade etti. Sakinleştim. Hissetmeden düşünmeye çalıştım. Efser’in niçin bana karşı bunu yaptığım merak etmeye başladım. Merakım gazabıma galip geliyordu… Sekiz aylık bir ezalı hicrandan sonra onu boşamaya karar verdim. Artık her şeyi anlayacaktım. İhtimal onun boşanma arzusunu yerine getirdikten sonra tekrar birleşmek, barışmak mümkün olacaktı? Heyhat! Dargın kimdi, kimin barışması lâzım geliyordu? Bir sabah boş kâğıdım gönderdim. Üç gün sonra ondan uzun bir mektup aldım. Hıyanetinin esbabını anlatıyordu. İşte, azizim Müverrih Bey, bu mektubu aynen size yazıyorum. Rica ederim, dikkatle okuyunuz.
Beyefendi,
Bugün artık tamamıyla birbirimize yabancı bulunuyoruz. Boşanma ile beraber bütün müşterek mukadderatımız, karşılıklı vazifelerimiz iflas etti. Birlikte geçen hayatımıza ait hatıraları tekrar etmek tüylerimi ürpertecek derecede nefret verici ise de, yine vazife duygusu bu ıstıraba katlanmaya beni mecbur ediyor. Son vaadimi icra edeceğim. Edilen vaat bence bir vazife olmuş demektir. Size hareketimin, Bidar’la muaşakamızın sebeplerini izah edeceğim. Biliyorsunuz ki, Bidar bize geldiği zaman bir kız kadar mahcup, bir melek kadar âli, bir köylü kadar saf, mertti. Benim tahayyül ettiğim ahlâklı, namuslu gencin canlı bir resmi, bir timsaliydi. Onu küçük bir kardeş, onu muhterem bir mabut yavrusu gibi sevmeye başladım. Masumiyeti, doğruluğu, saf ahlâkı bende o kadar derin bir his uyandırıyordu. Hâlbuki siz, ahlâk iflâsına uğramış, bozulmuş, hayvanlıktan başka her şeyi kaybetmiş, berbat, tahammül edilemez bir adamsınız. Akın yanında kara nasıl vuzuh ile göze çarparsa, Bidar’ın yanında da sizin kokmuş maneviyatınız müteaffin bir levs harabesi gibi tezahür ediyordu.
Ben sanki birden uyanmıştım. Sizin ruhunuzu görmek, tanımak istedim. Bu ruh, katiyen bir insan ruhu değildi. Sizde din, duygu, ahlâk, fazilet, teessür kabiliyeti yoktu. Bu bir domuz ruhu idi. Yalnız şehveti, hayvanlığı takdir ediyordu. İnsanlık şekliniz bu karanlık ruha ikinci bir karanlık daha ilâve etmişti: Bu da hodbinlik, hodgâmlıktı. Bana olan müfrit meylinize dikkat ettim. Tarassut ettim, tahlil ettim, tetkik ettim. Bunun da katiyen aşk olmadığını anladım. Meyliniz sırf şehvetten, bana münhasıran malik olmak gururundan hâsıl olmuş bir zevkten ibaretti. Hareketleriniz, konuşmalarınız, düşünceleriniz, hâsılı her şeyiniz gayri ahlâkî idi. Ben bunların hepsine tahammül edecek, sizi tashihe çalışacak: “Talihim! Talihim!” diye müteselli olacaktım. Fakat o geceki şenaatler üstünde ahlâksızlığınız… “ Hangi gece?” Diye düşünmeye lüzum görmezsiniz sanırım. İyice hatırladınız. Ah, işte hâlâ yüreğim çarpıyor. Ellerim sararıyor, yüzümün kızardığını duyuyorum. Evet, bana karşı en umumî, en hayâsız bir kadına lâyık görülemeyecek bir harekette bulundunuz. Çılgınca bir itisaf ettiniz. Bidar’ın bu cinayette isteyerek bir dahli olmadığına kani idim…
Ah, kalbimden, ruhumdan vurulmuştum… Lâkin elemimi, tahammül edilmez kalp ağrımı büyük bir metanetle sakladım. Sizden intikam almaya karar verdim. Sizin bütün maneviyatınızın muhassalası hodgâmlık, şehvetti. Size başkasıyla muaşaka ettiğimi gösterince, birincisini yaralayacak, sizden ayrılınca, ikincisini yıkacaktım. Ben de böyle hareket ettim. Bidar şüphesiz odamıza kendi kendine giremezdi. Mutlaka onu siz getirmiş, bu korkunç ahlâksızlığa teşvik etmiştiniz. Buna kani idim. Aklında, hatıramda vaktiyle derin bir iz, bir nefret duygusu bırakan bir vak’a bana plân hizmetini ifa etti. Bu Candole’ün hikâyesi’ydi. Kütüphanemden Herodot’un tarihini aldım. Bu vak’ayı belki yüz defa daha okudum. Candole’ün ahlâksız hodbinisi de tıpkı sizinki gibiydi. Hatta dekorlar bile benziyordu. Sanki bu müstehcen piyesi binlerce sene sonra siz tekrar oynamak istediniz. Mahvedilen bendim. İlk sahnesini, ilk perdesini oynadığımız bu piyesin, ikinci perdesini itmam etmek hakkı bana isabet ediyordu. Bana bir aktör, bir intikam şeriki lâzımdı. Bu da ancak Bidar olabilirdi. Ben onu nasıl kandıracağımı düşünür, size emelimi ihsas etmemeye çalışırken, siz her şeyden habersiz, yine o mahut, adî sıfatınızla, hani o ancak bir dondurma, bir yemek, bir tatlı için kullanılan kelimelerinizle beni metheder: “Ah Efserciğim; ne nefis, ne lezizsin!” diye hayvanlığınızın tufanı içinde bağırırdınız. Bir gün siz, yoktunuz. Bidar’ı yalnız yakaladım. Odamıza götürdüm. Girmeğe tereddüt ediyor: “Salonda otursak…” diyordu. Gündüz yatak odasıyla salonun pek farklı olmadığını, lâkin geceleri büyük bir fark olması lâzım geldiğini manalı bir tebessümle söyledim. Cevap veremedi. Ona meseleyi doğrudan doğruya açsam, inkâr edecek, belki bu müşterek intikama rıza göstermeyecekti. Pencerenin içinde duran Herodot’un tarihini aldım.
– Size bir şey okuyacağım, fakat dikkatle, gayet büyük bir dikkatle dinleyeceğinizi vaat eder misiniz? Diye sordum.
Biraz mütereddit:
– Vaat ederim! Dedi.
Kanepeye oturduk. Son derecede dikkat etmesini tekrar rica ettim. Yirminci sahifeyi açtım. Kelimeleri müfrit bir vuzuhla telaffuz ederek, cümlelerin nihayetinde manalı tevakkuflarla durarak okumaya başladım. Okuduğum yer ancak bir buçuk sahife idi. Bu bir buçuk sahifeyi işte aynen, harfi harfine, size tercüme ediyorum:
“ 8. Bu hükümdar zevcesine o kadar meftun idi ki, onu dünyanın en güzel kadını sanıyordu. En ehemmiyetli sırlarını tevdi ettiği, çok sevdiği zabitlerinden birisine Vasilüs’ün oğlu Giges’e şiddetli sevdasına zebun, zevcesinin güzelliğini mübalâğa ederek anlatırdı. Az vakit sonra Candole (felâketten içtinap edemiyordu.) Giges’e şu nutku irat etti: “Bana öyle geliyor ki, zevcemin güzelliği hakkında benim söylediklerime inanmıyorsun. Gözler kulaklardan daha çabuk inanır. Ne yapıp yapıp onu çıplak görmeğe çalış.”
Giges:
– Ne akıl almaz söz haşmetmeab! diye haykırdı. Bunu düşünmediniz mi? Bir esire melikesini çırılçıplak görmesini emretmek! Bir kadının, üstünden, hayâsını esvaplarıyla beraber çıkardığını unuttunuz mu? Takibe mecbur olduğumuz ahlâk, edep kaideleri içinde en mühimi bir adamın kendisine ait olmayan kadına bakmamasıdır. Bütün kadınların en güzeline malik olduğunuza samimiyetle mutmainim. Fakat yalvarırım, benden böyle ayıp bir şey istemeyiniz.”
“ 9. Kralın teklifini, başına bir felâket geleceğinden korkan Giges, böyle reddediyordu. Kral: “Emin ol Giges, dedi, ne Kralından kork, (bu teklif senin için bir tuzak değildir) ne Kraliçenden. O sana hiçbir fenalık yapmayacak. Öyle bir tertip yapacağım ki, hatta senin kendisim gördüğünü bilmeyecek. Seni yattığımız odaya, açık kalan kapının arkasına saklayacağım. Kraliçe, çok geçmeyecek beni takip edecek. Methalde bir yer vardır ki, soyundukça esvaplarını oraya koyacak. Böylece onu tamamıyla görebileceksin. Soyunduğu yerden yatağa doğru ilerleyeceği vakit, arkası senden tarafa dönmüş olacağından, bu esnada görünmeden dışarı çıkıyer.”
“10. Giges, bu tekliften yakasını kurtaramadı. İtaate mecbur kaldı. Candole, onu yatılacak saatte odasına götürdü. Kraliçe gecikmedi, geldi. Giges soyunurken onu seyretti. Yatağa gitmek için arkasını dönerken yavaşça dışarı çıktı. Fakat Kraliçe, Giges’i çıkarken gördü. Kocasının yaptığını anladı. Bu hareketi sükût ile hazmetti. Candole’den intikam almaya karar vererek bir şey bilmiyormuş gibi göründü. Zira bütün eski kavimlerde olduğu gibi Lidyalılarca da çıplak görünmek, hatta bir erkek için bile en büyük fezahattir.”
“ 11. Kraliçe fikrini belli etmeyerek müsterih kaldı. Fakat sabah olunca en sadık zabitlerinin muavenetini temin etti. Giges’i çağırdı. Giges Kraliçesinin işten haberdar olmasına ihtimal vermeyerek, her vakit ki gibi emrine tebaan geldi. Huzuruna çıkınca bu melike ona dedi ki: “Giges, işte iki yol ki, birisini takip etmeye müsaade ediyorum. Hemen şimdi karar ver. Ya Candole’ü katledip benimle evlen, Lidya tahtını eline geçir. Yahut çabuk bir ölüm, Candole’ün hukukuna küçük bir riayet için, bundan sonra seni yasak olan bir şeye bakmaktan menedecek. İkinizden birisinin mahvolması lâzımdır: Ya, ahlâkı tahkiren sana bu tavsiyesi veren yahut beni çıplak gören sen!”
Giges, biraz dilsiz gibi durdu. Sonra böyle bir intihaptan affı için yalvardı. Kraliçeyi tatmin edemediğini, mutlaka kendisini öldürmek yahut Kralı katletmek lâzım geldiğini görünce kendi hayatını tercih etti. Kraliçeye: “Mademki, dedi, arzuma muhalif olarak efendimin katli için beni icbar ediyorsun, öğret bana, nasıl onun üzerine elimi kaldıracağım.”
– Beni sana gösterdiği aynı yerde üzerine atılacaksın, uyurken hücum edeceksin.»
«12. Kraliçe böylece Giges’i tuttu. Onun hiç kurtulmak çaresi yoktu. Ya kendisini, ya Candole’ü mahvetmek lâzım geliyordu. Kraliçe gece olunca onu elinde bir hançerle oraya, kapının arkasına soktu. Candole henüz uyumuştu. Giges onu hançerledi. Karısını, tahtını zaptetti…»
Kitabı kapayarak yanıma koydum. Bidar’ın yüzüne baktım. Sapsarı idi. Titriyordu. Teselli verdim:
– Sizde kabahat yok, dedim; nafile sıkılıyorsunuz. Kabahat tamamiyle Candole’dedir.
Bidar hiçbir şey söylemedi. Biraz dalgın durdu. Sonra birden diz çökerek ayaklarıma kapandı, af istemeye başladı. Ellerinden tuttum, kaldırdım. Yanıma oturttum.
– Siz susunuz, bana müsaade ediniz, diye ağlamaya başladım. Mebzuliyetle akan gözyaşları, birbirini takip eden hıçkırıklar arasında sordum:
– Giges benim intikamımı alacak mı?
Zavallı saf! Bütün bütün sarardı. Ölecek zannettim. Dudakları titriyor: “Oh, mümkün mü? Kan, kan bir cinayet!” Diyordu. Ben elimin tersiyle gözyaşlarını silerek ahlâkî ruhumun nasıl yaralandığını anlatmaya başladım. Söylüyor, söylüyor, elemle, teheyyüçle hıçkırıyordum. Eğer Candole’den intikam almazsa, vakıa kendisine bir şey yapamayacağımı, fakat behemehal kendimi öldüreceğimi söyledim, onu inandırdım. Sizi intikam için öldürmeye lüzum yoktu. Bir darbe ile ahlâksızlığınızın cezasını vermek kâfi idi. Bu da evvelâ hodbinliğinize indirilecek bir darbe ile başlayacaktı. Sonra boşanma, sonra Bidar’la izdivaç… Sizin üstünde oturulacak bir tahtınız yoktu… Hâsılı Bidar’ı kandırdım. Aramızda gayet muazzam bir sevişme başladı. Bu hakikî bir aşk idi. Asla sizin hayvanlığınıza benzemiyordu. Sanki tatlı, kıymetli bir şiir mecmuası içinde yaşıyorduk. Benim için pek lezzetli olacak intikam saatini tayin etmeye çalışıyorduk. Yukarıda yazdığım gibi planımı Herodot’un kitabından çıkardım. Yalnız, Bidar, Giges gibi, sizi öldürmeyecekti. Benimle gayri meşru bir temasta bulunuyor, beni -Fransızca manasıyla- öpüyor gibi görünecekti. Bu hali size bir cürmümeşhut gibi gösterecek, hodbininizi insafsızca yaralayacaktık.
Bütün itminan içinde sizi bir müddet mustarip ederek boşanmayı temin edecektim. İşte bu da oldu. Evlenmemizi bekleyebilirsiniz. Şunu da biliniz ki, bu güne kadar Bidar bana elini sürmedi. Yatakta onu benimle yatıyor görmüştünüz. Fakat bu hazırlanmış bir tablo idi. Hatta o kadar hazırlanmış ki, fazla vak’alı, entrikalı olsun diye, o gece dışarı çıkarken, zorla size revolverinizi vermiştim. Hâlbuki fişeklerini gündüzden çıkarmıştım. Bidar’a attığınız kurşunlardan hiç biri ateş almadı. Hatırlıyorsunuz ya? Hâsılı benim maksadım sizin adiliğinizden, ahlâksızlığınızdan doğan içten, yıkıcı hiddetimi teskin etmek, sizden intikam almaktı. Yoksa namussuzluk, nefsine uymak, aşk falan değil… Namussuzluğu katiyen kabul etmem! Eğer namussuz yaşamaya biraz istidadım olsaydı, sizinle yaşardım. Ben gayet namuslu bir kadındım, daima namuslu kalacağım. Bana yaptığınız itisafa mukabil, hayvanlığınızı yaralamak, boşanmayı teinin etmek için size gösterdiğim yatak tablosu hakikatte eflâtunî idi. Siz anlayamadınız. Bununla beraber, o gece benim yatağımda gördüğünüz adam yarın meşru kocam olacaktır. Artık en mülevves, hodbinane bir inanış, ahlâka uymaz boş bir iftira derecesini asla tecavüz etmeyecektir.
Efser Bidar
Bu mektubu okuduktan sonra, hayretten, şiddetten büsbütün sersemleşmiştim, İçimdeki acı büyüyor, daha zehirli bir tesir hâsıl ediyordu. Tamamıyla mağlup idim: Kımıldanamayacak derecede yaralanmıştım. Hemen o meşum Heredot’un tarihi aldım. Ömrümde ilk defa bu kitabı görüyordum. Yirminci sahifeyi açtım. Okudum. Ne benzeyiş! Oh, bu tıpkı, tıpkı benimki, benim hareketimdi. Ben de biçare Candole gibi onun emsalsiz güzelliğini ikinci bir şahide göstermek, harikulade meftunluğumu tatmin etmek istiyordum. Fakat o… O… Barbar mahlûk bunu bir cinayet telâkki etti. İntikam aldı. Vakıa beni öldürtmedi. Keşke öldürtseydi… Bu kadar mustarip olmaz, azabın Candole’ünkü gibi bir iki dakikalık geçici bir hançer darbesinden, acısından ibaret kalırdı. Halbuki bana vurulan intikam hançeri Candole’ün nasibinden daha müthişti. Ben sağ, aciz kalıyordum İfratla perestiş etmekten başka bir kusurum olmadığı halde o vücudun Giges’e ait olduğunu görüyorum. Evet, bu mektuptan bir ay sonra Bidar’la evlendiler. Aradan seneler geçti. Ben ise hâlâ her sabah uyanırken, her gece yatarken elimden kaçırdığım Efser’i tahayyül ederek ruhumun derinliğine namütenahi, zehirli hançerlerin saplandığını duyuyorum. Mukaddes kitaplar tarafından tasvir olunan cehennemlerin o öldürmeyen, fakat asırlarca yakıp kavuran ateşi gibi bu hançerler beni her gün öldürmeden kıvrandırıyor, çırpındırıyor.
Unutmak, maziye lâkayt kalmak, ehemmiyet vermemek istiyorum, Fakat mümkün mü? Duygularımıza, düşüncelerimize galebeyi arzu etmek kadar masumane bir hülya olamaz. Unutmak istedikçe daha ziyade Efser’le, Bidar’ı düşünüyorum. Ye’simi en ziyade şiddetlendiren şey hiç kabahatim olmamasına inamcımdır. Ben ne yaptım? Binlerce sene evvel bir başkası tarafından izhar olunmuş bir aşk hadisesini haberim olmadan, gayri ihtiyarî tekrar ettim. Maziyi dolduran namütenahi vak’alardan birisi benim başımda tekerrür etti. Ah, söyleyiniz, hiç kabahatim, kusur sayılacak bir cürmüm var mı? Bu ezelî tekerrüre ben nasıl mani olabilirdim? Mazide barbar, vahşî kavimlerin, bizimkiler gibi hiçbir hakka, tabiata istinat etmeyen münasebetsiz itikatları olduğu gibi, Hint, Yunan medeniyetleri gibi insanın sevkıtabiîlerini tahkir etmeyenler de vardı. Onlar çıplaklığı bir fezahat (rezalet; alçaklık, edepsizlik) değil, hatta cinsin muhafazası için en âli, en esaslı bir safhası olan tenasül fiilini saklanılacak bir cinayet telâkki etmeyerek alenen takdis, tahsin ediyorlardı. Hâlbuki bugün bu tabiî, bu medenî günlerden ne kadar uzağız.
Elde olmayan bir tekerrür affedilmez bir cinayet sayılıyor. Medeniyetimiz suni bir vahşete, cehalete, zulmete doğru gidiyor. İşte ben de bu cehaletin yaşayan bir şahidiyim. Şimdi sevgili müverrihim «Tarih ezelî bir tekürrürdür» fikrinize ne kadar samimiyetle iştirak ettiğimi, iştirak etmekte ne kadar haklı olduğumu anladınız ya? Artık müsaade ediniz de susayım. Hür düşüncelerin, vicdan cesaretinden mustarip olan biçarelerin, bilhassa zavallı kendimin tesellisi kabil olmayan matemlerini tutayım…
0
1
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın