Nihayet beklediğimiz pazar günü geldi. Sabah erken kalkıp kahvaltımızı yaptık. Uzun zamandır ilk defa -bir eksik de olsa- ailecek kahvaltı yapıyorduk. Sofrada, fazla güneşe, sıcağa kalmadan bir an önce gitmemiz gerektiğini konuştuk. Çocuklar pek isteksizdiler ama itiraz etmiyorlardı. Sadece acele ettirmememizi istediler. "Kalabalık bir ortamda ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden bulunacağız. Biraz daha özenli hazırlanmalıyız, kokmayalım kimseye..." , "Tamam... hazırlanın, gidip vazifemizi yapalım da... geç olsun güç olmasın. "
Duşlar alındı, saçlar tarandı, dişler fırçalandı. Temiz ve ütülü elbiseler giyinildi. Bayram çocukları gibi neşeli ve heyecanlı yola çıktık.
Basel-Zürih arası, bir saatten fazla sürüyordu. Yol açıktı, biraz kalabalıktı ama trafik normal akışındaydı. Fazla zorluk çekmeden gelebildik.
Önce arabayı park edecek yer aradık. Zürih çok kalabalık bir şehir... Yol kenarı park yerleri de az... ama bir hayli, kapalı park binası var. Onlardan birine girip, arabayı park ettik. Oy vereceğimiz yere doğru yürümeye başladık.
Bu defa Konsoloslukta değil de içinde sergilerin, kültür sanat programlarının yapıldığı, çok amaçlı geniş salonları olan, büyük bir binada oy verecektik.
Binanın önüne gelince arka sokağa doğru kıvrılan kuyruğun sonuna yürümeye başladık. Yürürken kuyruğun dizilişine de bakıyordum. Binanın önünde sıra sıra dizilmiş 8 bariyerle 7 koridor oluşturulmuştu. Kapıdan içeri girinceye kadar arka sokaktan ön kaldırıma, ordan sırayla bu yedi koridora gelecek, sonra binadan içeri girecektik. Evet çok uzundu...
Derdimiz neydi... bu pazar gününü - gönüllü olarak- uzun kuyruklarda niye geçirecektik?
Türkiye'nin yani öz yurdumuzun, ana vatanımızın geleceği konusunda bir oy kadar söz hakkımız vardı. Bunu kaçırmamak, ne'me lazım dememek bizim için de önemliydi. Eğer oyumuzu vermesek beğenmediğimiz durumlardan şikayet etmeye de hakkımız olmazdı. En azından "Biz vazifemizi yaptık" diyebilmek güzeldi.
Hava ne sıcak ne soğuktu. O sebeple çok sıkıntı çekmeyecektik. Hemen önümüzdeki arkamızdaki ailelerle selamlaşıp beklemeye başladık. Civardaki kafe ve restoranlar açıktı. Belki de tarihlerinde karşılaşabilecekleri en yoğun günlerini yaşıyorlardı. Sadece oralarda değil, duvar diplerinde, merdiven basamaklarında, çiçekliklerin kenarlarında da insanlar oturuyordu. Aileler bir kaç temsilciyi kuyrukta bırakmış, yaşlı -sakat ve çocukları kenarlarda oturtmuşlardı. Kalkıp tekrar kuyruğa girdiklerinde kimse bağırıp çağırmıyordu. Yazılı olmayan bir sözleşme imzalanmış gibiydi. Bir-iki saate kadar biz de dinlenmek için kenarlara ayrılıp oturacaktık mutlaka.
Yaşlı, genç, kapalı, açık, kulağı küpeli, kolları dövmeli, şortlu, takım elbiseli, eşofmanlı... bir çok insan aynı amaçta buluşmuştuk. Yapay koridorlara geldiğimiz de uzun zamandır görüşemediğimiz arkadaşlarla da karşılaştık.
"Oo merhaba... nasılsın görmeyeli, çocuklar nasıl?" la başlayan sohbet mutlaka "Evli-nişanlı var mı?", "Çalışıyorlar mı, okuyorlar mı?" ile devam ediyordu.
"Yahu nerdesin sen? Seni gören cennetlik valla!" "İş güç... çıkamıyoz ki gurban... valla ben de seni özledim". "Hadi hadi gelirsem yanına öldürceem seni...Yok vaz geçtim neyse öldürmiiceem, önce oyunu ver sonra öldüriim."...
Kılık kıyafet nasıl olursa olsun herkes spor ayakkabısı giymişti. Biliyorduk bu bekleyişin uzun ve yorucu bir sürec olacağını.
Hemen yan taraftan tanıdık bir ses duydum. Oğlumun arkadaşının babasıydı:
-Oo selam, naaber? Her şey yolunda mı?
-Aa merhaba... evet her şey yolunda... siz nasılsınız? Hani Cem nerde?
-Cem bu sabah yeni geldi, "oo yaa ben gelemem uyuucaam" dedi. Ama hafta içi sakin olur, o zaman gönderceem onu.
-Ha iyi o zaman... Selam söyleyin.
O sırada kağıt bardaklarla kahve alıp gelen oğlumu görünce:
-Vaay askerim naaber? Bitti mi askerlik?
-Evet... bitti.
-Cem'in yeni başlıyor.
-Biliyorum. Benimle aynı yere gidecek.
-Siz hep aynısınız zaten.
- Ya
-Hadi görüşürüüz... kendine iyi bak... okey... çüüs...
-Çüüs...
Bizim yaştakiler, birbirimizi gördüğümüzde Türkçe konuşuyoruz. Bu ülkede doğmuş büyümüş olanlar, bizimle Türkçe, gençlerle Türkçe-Almanca karışık konuşuyorlar. Gençler de birbirleriyle Almanca konuşur.
Geçenlerde bir gazetede "Türkçe konuşmasını bilmeyenler oy veriyor"diye bir haber vardı. Belki o gün konuştukları o genç, Türkçe bilmiyor olabilirdi ama bizim çocuklarımız Türkçe bilir, Almanca'yı daha seri konuşur. Hangi dili kullanırlarsa kullansınlar hepsi Türk'tür. Türkiye'nin geleceğine karışmaya hakları vardır.
Her zaman olduğu gibi dernekler, otobüslerle seçmen taşımaya devam ediyordu. Kuyruk, her geçen dakikada daha da uzuyordu. Ama önceki seçimlerde görmeye alıştığımız gibi, alenen propaganda yapan yoktu. Hiç kimsenin kıyafetinde, partisini veya cumhurbaşkanı adayını belirtecek-çağrıştıracak bir iz, işaret, renk yoktu.
Binaya yaklaştıkça hem o zamana kadarki uzun ayakta durmalardan hem de arada sigara içenlerin saldıkları dumanlardan dolayı epey yorulmuştum. Duvarın dibinde oturanlara baktım. Ben de geçip oturabilirdim ama kalabalığın içinden çıkıp, sigara içmek isteyenlerin de o duvarın dibinde olduğunu görünce oturmaktan vazgeçtim. Benim oraya baktığımı gören kızım:
-Diğer duvarda da kadınlar oturuyordu, burda da kadınlar oturuyor. Her yerde yorulanlar hep kadın. Eğer kadınlar bu kadar güçsüzse kadın haklarını nasıl savunacaklar?
-Güçlü olsunlar kendi haklarını korusunlar yani.
-Evet.
-Kadınlar güçlüdür, söz konusu kendi çocuklarıysa dört kaplan gücünde olur merak etme.
-Onu biliyoruz. Söz konusu çocukları değil, kendileri olursa da yine dört kaplan gücünde olsunlar.
-Külkedisi, Pamuk Prenses, Uyuyan Prenses gibi oturup kendilerini kurtaracak bir prens beklemesinler, kendilerini kurtarabilsinler...
-Evet...
-Masalları yeniden yazalım. Ama bir prenses var prensi kurtaran...
-Hangisi?
-Kurbağa Prens... Prenses öpmeseydi kurtulamayacaktı. Ömrünün sonuna kadar uzayan yapış yapış diliyle sinek avlayıp yutacaktı.
-Iıgh... iğrenç... İnsan hem prenses olsun hem de iğrenç bir kurbağayı öpecek kadar ezik olsun. Boş versene... Bu masalları dinleyerek büyüyen kızlar da hem hayatın yükünü üstlerinde taşıyor, hem de korunmaya muhtac oluyor.
-Ben sana bu masalları okumadım. Bir dahaki seçimlerde adaylığını koy belki güçlü, kararlı bir kadın olarak cumhurbaşkanı olursan memleketi kurtarırsın.
-Biliyorum ben kurtarırım...Çünkü ne yapmam veya ne yapmamam gerektiğini biliyorum. Keşke oy verenler de kime ne için verdiklerini bilseler...
Biraz sonra binanın kapısı önüne geldik. Güvenlik görevlisi 10'ar kişi alıyordu içeri. 10 dakika kadar bekliyor,sonra 10 kişi daha alıyordu. Bebek arabaları kapının önünde ayrılan bir yere park ettiriliyor, bebekler kucakta içeri sokuluyordu.
Bir müddet içerdeki koridorda da bekledik. Adım adım ilerliyorduk. 40 dakika kadar sonra büyük salonun kapısına gelebilmiştik. Kapıda üst araması yapılıyordu. Çantalara bakılıyordu. Genelde tehlikeli bir eşya taşımayız ama anahtarlık şeklindeki İsviçre çakılarımıza el kondu. Önceki seçimlerden alışık olduğumuz bir uygulamaydı, yadırgamadık. Babasının kucağında gelen bebeği, kapıdaki kadın polis tuttu. Baba, aranması tamamlanınca, bebeğini de alıp içeri girdi.
Ne tesadüf ki biz de o bebekli babanın yönlendirildiği sandığa doğru gönderildik.
Kimliğini görevliye uzattı, cep telefonunu masaya bırakmasını istediler. Ona oy pusulası ve mührü verirken bebeği de başka bir görevli kucağına aldı. Sıramızı beklerken tanımadığı birinin kollarında, etrafına anlamsız bakan ama ağlamayan bu bebeği sevme fırsatı da buldum.
Baba, kabinden çıkıp oyunu sandığa attı, imzasını da atıp bebeğini aldı gitti. Ben çantamı masaya bırakırken, "Biraz önceki beyefendi telefonunu almamış" dedim. Hemen bir kağıda adını yazıp telefonun üstüne koydular. "Yokluğunu farkedince gelir ne de olsa" dediler. Görevliler sıcakkanlı ve güler yüzlüydü, herkese de yardımcı oluyorlardı. Her şey gözle görülür bir düzen içinde, akıyordu adeta. Bu kadar yoğun bir kalabalığın, uzun bekleyişlere rağmen hiç bir aksama olmadan amacına ulaşması için herkes büyük özveriyle çalışıyordu.
Mühür ve oy pusulasını alıp kabine girdiğimde çok heyecanlandım. Önce "Bismillahirrahmanirrahim" dediğimi hatırlıyorum. Büyük bir rahatlıkla oyumu verdim, zarfımı kapattım, çıkıp sandığa attım. İmzamı da atıp, görevlilere "Çok teşekkürler... kolay gelsiiin... başarılaaar..." dileklerimle salondan ayrılırken, baska bir sandikta oy veren çocuklar da yanıma geldi.
Polislerin el koyduğu çakılarımızı alıp dışarı çıktık. Toplamda üç saat beklemiştik ama görevimizi yapmış olmanın rahatlığı içinde Parkhaus'a doğru yürürken üç tane otobüsün daha, yeni seçmenler getirdiğini gördük. Oy kuyruğu, her geçen dakika daha da uzuyordu.
Haftanın altı günü çalışıp sadece pazarları dinlenen binlerce insan, saatlerce bekleyeceklerini bile bile geliyorlardı. Oy sayımları esnasında, bu kadar insanın kul hakkına tecavüz edilmesin, başka bir şey istemiyoruz.
Artık oyumuzu verdik, şimdi Türkiye'nin seçim gününü bekliyoruz. Vatana, millete, "ilelebet payidar olacak" devlete hayırlı olması dileğimle...