İmam Hatip çıkışıydı. Yıl 2010. Gün batmaya yakın, Çoban Mustafa Paşa Camisi'nin karşısı. Henüz lise yılları ve ergenliğin nirvanası... Arkadaşımla durakta otobüs bekliyorduk. Göz kapaklarından yorgunluğu okunan annesi geldi. Sen de gel der gibi bakınca, birlikte durağın arkasındaki peynirciye girdik. Kızına tek tek peynirin, reçelin tadına baktırıp, beğendiyse alacağını söylüyordu. Ben de tezgahın sol köşesinde, bir elimle çantamın askısıyla oynuyor, bir elimle de tozlanmış zeytin tenekelerinde nota çıkararak onları izliyordum. On kardeş olmanın verdiği çokluktan mı ya da yokluktan mı bilmem ama özenerek ve üzülerekten, bu tablonun benim için imkansız olacağını düşünüp iç çekmiştim.
Ertesi gün aynı yerde bu sefer tektim. Uzaktan; uzun boylu, gür saçlı, gözleriyle gülen bir adam yaklaştı. Boynuna atlamıştım. Babaya düşkünlük ziyadesiyle vardı. Bir iki cümleden sonra elimden tuttu ve dünkü dükkana girdik. Şaşkındım ama henüz farkında değildim. Ve yine o tezgaha, bu sefer arkamı dönerek gözlerimi sileceğim sahne yaklaşmıştı... Nasırlaşmış elleriyle zeytin uzattı önce. Kalbim çıkacaktı. Nasıl olurdu? Dün ütopik dediğim bugün gerçekti... Sonra peynir, reçel derken kendimi, bir elimde poşetler bir elimde gözyaşımla kasada buldum. Tek kelime etmemiştim büyü bozulmasın diye... O küçücük kalbimi duyan Allah'a teşekkürden ağlamış ve o gece uyuyamamıştım... xxM. / Ne zaman aklıma gelse gözlerim dolar...