Refik Halit'in Bir Saldırı Hikaye İncelemesi Metni ve Memleket Hikayeleri Hakkında

23.11.2019

 
 
Bir Saldırı ve Memeleket Hikayeleri Hakkında 
 
Bir Saldırı adlı öykü Refik Halit Karay’ın 1919 yılında ilk baskısı yapılan Memleket Hikâyeleri adlı öykü dosyası içindeki 18 hikâyeden biridir. Buna rağmen Bir saldırı adlı öykü Refik Halit’in mekân olarak Anadolu’yu seçmediği mekânının İstanbul ve Boğaziçi’nin doğu yakasındaki bir köy olara seçildiği bir hikâyesidir.
 
Refik Halit’in Memleket Hikâyeleri Anadolu köyleri ve kasabaları ile Osmanlının çöküş yıllarındaki köylü kasabalı, kentli ahalisi hakkında çok değerli bilgiler sunmaktadır. Refik Halit bu öyküsünde bu dönemin ahalisi ve ülkenin içinde olduğu ekonomik koşulları ortaya koymuş olur.  
 
Memleket Hikâyeleri adlı eserdeki öykülerin çoğu Anadolu’nun köy ve kasabalarındaki hayatı yansıtan eserlerdir.  Yazar Anadolu’ya s sürgüne gittiği yıllarda Anadolu’yu bir İstanbullu nazarıyla seyretmiş, Anadolu köylerinde ve kasabalarında geçen olayların arka planlarında o yıllardaki halkın, adet, gelenek, görenek yaşam koşulları, ahlak ve eğlence anlayışlarını, taşradaki devlet çarkının aksaklıklarını ve  devlet memurlarının hallerini  köy ve kasabalarının içinde bulunduğu koşulları betimlemiştir.  Örneğin   Şeftali Bahçeleri , Boz Eşek,  Sarı Bal,  Şaka adlı öykülerinde içki içip eğlence ile vakit geçiren memurların hallerini ortaya dökmüş, diğer öykülerinde ise Anadolu’nun köy ve kasabalarının röntgenlerini çizmiştir.   
 
Boz Eşek   adındaki öyküleri gibi öykülerinde köylülerin kendilerine yetebilecek bir hayatı sürdürebildiklerini adet, anane, gelenek ve ahlaki değerlerini vurgularken kasabalarda başlayan ahlaki çürümelerin, kadıların, imamların, memurların, adalet, devlet ve eğitim kurumlarını ne şekilde çöktüğünü de gözler önüne sermiştir.  .  Boz Eşek  ve  Yatır  adlı öyküsü Osmanlı ulaması ve kadılık sistemini çöküşünü, Garaz adlı öyküde ise İstanbul’a giden bir Hacıağa’nın şımaran kızının İstanbul’daki sonradan görme yaşantısını, Cer Hocası adlı öyküde ise medrese mezunu süsü verip geçimini köylülerin sırtına yıkmaya çalışan işsiz aydınların hallerini betimlemiştir.
 
Bir Saldırı adlı bu öykünün ana vakasını bir soyguncunun olayın kahramanı Hayrullah Efendi’nin cüzdanının gasp etmesi ve sadece ihtiyacı kadar bir para alıp, içi para dolu cüzdanı Hayrullah Efendi’ye geri iade etmesi oluşturur. Yazar bu vaka örgüsünün arka planında mütareke yıllarında geçtiği anlaşılan bu öykü üzerinden memleketin düştüğü ekonomik buhran ve insanların maddi yönden ne kadar çaresiz kaldıklarını vurgulamış olmaktadır.
 
Öyküde yoksul ve çaresiz kaldığı için soygunculuk yapmak zorunda olan bir kişinin kendisini soyan kişiye maddi yönden yardımcı olmaya başlaması temel çelişkiyi ve çatışmayı oluşturmaktadır.   
Bir soygun ve sonrasındaki yoksulluk, zenginlik ve yardımseverlik temaları üzerine kurgulanan bir sonla biten bu olay örgüsünde mesajlar iletiler yani ana fikir vakadan çıkarılmaktadır.
 
 
KONUSU
 
Aslında onurlu bir adam çaresiz kaldığı için Harullah Efendi’yi tehditle durdurup para cüzdanını gasp eder ama para dolu cüzdan içinden sadece küçük bir miktar alıp uzaklaşır.  Gaspçıyı takip eden Hayrullah Efendi adamın bu para ile evine yiyecek aldığını görür ve adamın evini de öğrenir.
 
HİKÂYENİN KAHRAMANLARI
 
Hayrullah Efendi :  Olayın başkahramanıdır. Kereste ticaretiyle uğraşmaktadır. Normalde korkak ; ama dinç , meraklı ve araştırıcı biri ... İyiliksever bir insandır.
Hırsızlık yapan adam: Hikayede adı verilmemiştir. Mütareke yıllarında dört yıl askerlik yapan , ve döndükten sonra savaşın  sıkıntılarını yaşayan , aç , fakir bir adamdır. Mecbur kaldığı için Hayrullah Efendiyi gasp etmiştir.
Diğer kişiler; dükkan sahibi ve gasp yapan adamın karısı.
 
 
 
 
Bir Saldırı Öyküsünün Metni  : Refik Halit Karay
 
Boğaziçi’nin Anadolu kıyısındaki ıssız, bayır ve yarı boş köylerinden birinde huysuz bir kış akşamıydı. Ayrıca yağmur yağıyordu. Fakat rüzgâr öyle ıslak esiyor ve her tarafı öyle sırsıklam ediyordu ki yokuşlardan sürekli seller akıyor ve oluklardan kesintisiz sular boşalıyordu. Bir haftadan beri sürüp giden bu kapanık ve yaş hava altında ahşap evler sünger gibi rutubeti çekmişler, şişip doymuşlardı; artık suları ememiyorlar, dışarıya veriyorlardı.
 
Tam fıstığın altına, o dik ve dolambaç yere gelmişti, birden gırtlağına bir elin yapıştığını ve alnına soğuk bir demirin dayandığını duydu, gerilemek istedi, yapamadı; ilerleyeyim dedi, kımıldanamadı; boyun eğmiş, güçsüz, durmaya mecbur oldu, bekledi. Rüzgârın uğultusu içinde boğuk bir ses:
 
Cüzdanını!
Diye emretti. Hayrullah Efendi şakağına uzanan tabancaya rağmen canına ilişmek istenilmediğini anlayınca, bu ümitle helecanla;
 
Aman, dedi, peki, vereyim!
Fakat gırtlağı hala o demir kıskaç içinde sıkışmış olduğundan bu cümlesinin işitilip işitilmediğini anlayamadı; yalnız bir eliyle cüzdanını çıkardı ve ötekine uzattı.
 
 
Hırsız, karanlığın içinde telaşla, cüzdanını açtı. Hayrullah Efendinin elinden elektrik lambasını kapıp bir atkı ile sarılı olan yüzünü göstermemeye çalışarak içini acele acele yokladı. Kâğıtların üzerindeki yüz rakamı bu keskin ışık altında daha çekici ve daha anlamlı görünüyor, büyür gibi canlı duruyordu. Herif, vahşi sesiyle:
 
Kımıldarsan vururum!
Dedi. Eli bir süre, kâğıtların üzerinde örümcek gibi korkunç, kararsız, şaşkın düşünceli dolaştı, dolaştı, parmaklar büküldü, tereddüt eder gibi durdu, sonra yalnız bir tanesini, bir beş liralığı çekti, cüzdanı kapadı ve geri, sahibine, Hayrullah Efendi’ye uzattı. Şimdi ışık sönmüş ve hırsız yokuştan aşağı çılgın gibi koşarak arkasına bakmadan kaçmaya başlamıştı.
 
Hayrullah Efendi korkaktı; fakat hem dinç, hem de çok meraklı, araştırıcı bir adamdı. Şu acemi ve acaip hırsızı, geçirdiği korkuya rağmen, kovalamak isteğine karşı koyamadı, rahat koşmak için kukuletasını indirdi ve daha fazla düşünmeden merakın ve memnunluğun verdiği bir cesaret ve atılımla kaçanın arkasına düştü; yuvarlanır gibi süratle bayırı indi, karaltılar içinde, bastığı yeri görmeyerek, koşuyor, yetişmeye çalışıyordu.
 
 
Hırsız dosdoğru bir bakkala girdi.
 
Hayrullah Efendi, duvar dibinde sinsi sinsi yürüyerek cama yaklaştı ve eğilip iki turşu kavanozunun arasından içerisine göz attı. Herif atkının ucu ile terlerini siliyordu, beti, benzi uçmuş, hasta yüzlü, traşı uzun, zayıf, acınacak bir adamdı, arkasında asker kaputu bozmasından yarı palto, yarı hırka garip bir elbise vardı. Sık sık soluduğu ve etrafına şaşırmış gibi baktığı dışarıdan bile fark olunuyordu. Bakkal raftan bir okka ekmek aldı ve ona uzattı; öteki bunu derhal kaptı, bir ucundan koparıp koca lokmayı hemen ağzına attı. Bir taraftan yiyor, bir taraftan kah zeytin çanağını, kah sucuk halkasını göstere göstere başka şeyler ısmarlıyordu. Bu ne acemi, ne aç, ne zavallı bir hırsızdı. Hayrullah Efendi, yüreğinin ezildiğini duyarak ve kendisini göstermeyerek herifin çıkmasını bekledi.
 
 
Rahatlamış gibi telaşsız uzaklaştığı zaman artık arkasından gitmeyi gereksiz buldu, dükkana girdi:
 
Bu çıkan adam kimdir?
Diye sordu. Aldığı cevaptan anladı ki ona bu gece, bayırda, fıstığın dibinde tabanca uzatıp gırtlağına yapışan ve sonra yedi yüz liranın içinden beş lirasını alarak kaçan bir hırsız değil, namuslu bir aç adamdı. Kim bilir ne vicdan azaplarından, ne mücadelelerden ve kaç günün açlığından sonra, her atılımı, her başvuruyu deneyip ümitsiz, eli böğründe kalıp bu saldırıya karar vermişti…
 
Çünkü mütareke yıllarında bulunuyorlardı; cepheden veya esaretten sıskası çıkmış dönen, hasta haneden tedavisi bitmeden sakat ve illetli olarak kapı dışarı edilen nice yedek subaylar vardı ki, ne maaş alabiliyorlar, ne iş bulabiliyorlardı. Yıllarca özlemini çekerek, yaşadıkları hudutlardan, evlerine dönünce açlıktan ve yoksulluktan bir tutam mutluluk ve rahata kavuşamamışlardı. Bu öyle bir devir idi ki, yalnız askeri bir felakete bağlı kalmıyordu; sosyal bakımdan da dünyanın en korkunç, usandırıcı ve kemirici bir devresi idi; koca bir insan soyu, dermansız babalar, ezgin analar, gıdasız çocuklarla, özellikle bozulan bir ahlak ile kavruk, yatkın çürük kalmıştı.
 
Demin gırtlağına sarılan adam, kendisi burada karına bakıp işini yoluna koyduğu sıralarda, dört yıl, göğsünü; o işin rahatça görülmesine, ta uzaktan, savaş meydanlarında siper yapmıştı. Zorla aldığı para bir pay, bir hak idi.
 
Hayrullah Efendi, ertesi gün bir kayık erzak hazırlattı ve onun evine gönderdi; götüren adam dönüşünde anlatıyordu:
 
Kapıyı bir kadın açtı, “Olamaz bizim efendinin şimdi bunları alacak vakti yok, yanlış getirdiniz!” diyordu. O sırada kocası geldi, “Kim gönderdi?” diye sordu, biz söylemedik fakat anlamış olacak ki, dayatmadı, başını öte yana çevirdi, peki iyi göremedim ama sanırım ağlıyordu!
 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar