Refik Halit’in “Gurbet Hikâyeleri” Gözyaşı Konusu Özeti Metni

04.12.2019

 
 
 
 
Refik Halit’in “Gurbet Hikâyeleri”  adlı öykü kitabı yaşadığı yurt dışı sürgünü günlerindeki vatan hasreti çektiği yıllardaki yazdığı öykülerden oluşur. Yazar ilk sürgünü 1913 ile 1918 yılları arasında Sinop, Bilecik, Çorum ve Ankara da yaşamış ikinci ve daha uzun geçen sürgünü ise yurt dışında yaşamış ve 1913 ten 1938 yılına kadar sürmüştü.
 
İlk sürgününü her şeye muhalif olmaktan kaynaklanan mizacı yüzünden ittihatçılar ile ters düştüğü için yaşamış, ikinci sürgünü ise Milli Mücadele yıllarında Atatürk ve silah arkadaşlarına karşıt, padışah ve hilafete taraftar kalması yüzünden yaşamıştı. Bu nedenle Cumhuriyet ilan edilir edilmez Beyrut’a kaçmış saha sonra Şam ve Halep’te 15 yıl süren bir sürgün dönemi yaşamıştı.
 
Refik Halit, bu yıllarında İstanbul’dan gelen paralar ve Fransızlarda aldığı maaşlarla ekonomik yönden rahat yaşasa da Hatay’a İskenderun’a gelip gitse de Suriye ve Lübnan’ın her yerini dolaşsa da, hatta Amanos dağlarına ceylan avına dahi gidip eğlenceli vakitler geçirse de vatan hasreti nedeni ile mutlu olamamış Halep’te iken dergi çıkarmasına ve yazılarını yazmasına rağmen sürekli olarak memleket hasreti çekmişti.
 
Refik Halit, bu yıllar arasında Bedevilerle birlikte yaşamış, Suriye ve Lübnan da dolaşan yabancı ajanlar ile karşılaşmış bir çok Avrupalı ve Fransız ile tanışmış,  Bedevi şeyhleri ile muhabbet etmiş,  Arap aşiretlerinin arasında da bulunmuş, kendisi gibi sürgün yaşayan Türklerle de tanışmıştı. Gurbet Hikâyeleri adlı öykülerin de zaten bunları anlattı.
 
Refik Halit, gurbette iken yazığı bu hikâyelerini 1938 yılında İstanbul’a döndükten sonra ilk önce Tan Gazetesinde yayınladı. Gurbet Hikâyeleri adlı hikâyelerini bastırmadan önce de Gurbette iken yazmadığı ama döndükten sonra gurbette yaşadığı anılarını da hikâye ederek İstanbul’da tamamladı.
.
 
 
Gözyaşı Öyküsünün Konusu ve Özeti
 
Refik Halit, Gözyaşı adlı öyküsünde düşman işgali altında kalma tehlikesi altında kalan ve anayurda yetişmek için üç çocuğu ile düşmandan kaçan,  dul bir Türk kadının çok hazin bir öyküsünü dile getirmektedir. Yazar bu trajik öyküsünde ilerleyen düşmanın tecavüzünden ve çocuklarının süngülenmesinden kurtulmak isteyen bir ananın üç çocuğu ile düşmandan kurtulmak çabasını anlatır. Dul Ayşe, Ali, Emine ve Osman adlı çocuğu ile ata binip düşmandan kaçmaya çalışır. Hava yağmurlu ve her tarafa çamurdur. En sonunda bindikleri at ölüp yerden kalkamaz. Ayşe üç çocuğunu da kuçcağına alıp kaçmaya devam eder ama yorgunluktan artık taşıyamaz olduğu çocuklarının birini terk ederek yoluna devam etmek tercihi ile karşı karşıya kalmıştır. Yolculuk boyunca ölen çocuklarını bırakıp yürümek zorunda kalır.  En büyük oğlu Ali sağ kalmış ve onu kucağına alarak devam etmiştir.
Ama kurtardığını zannettiği oğlu Ali’nin de ölmüştür. Kendisini kurtarmayı başaran Ayşe hizmetçilik yaparak hayatına devam etmektedir bir daha hiç ağlayamaz.  
 
 
 
GÖZYAŞI
 
Yeni tuttuğu hizmetçi kadına dedi ki:"Dilin Anadolulu’ya benzemiyor. Rumeli’li misin sen?""Erfiçe köylerindendim. Alnımın yazısı imiş, buralara düştüm."   Anlıyor ki önceleri sarışın imiş, mavi gözlü imiş.
 
Şimdi saçlar küçük aktar dükkânı bebeklerinin ne kıla, ne de ota benzeyen, dokunsanız hışırdayacağını sandığınız cansız, kuru, soluk rengini, şeklini almış. Gözleri eski şekerlenmiş şuruplar kadar donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş… Dibe çökmüş bir tasa, kaygı tortusu. Bu kadar kuru, kabuğa benzeyen göze hiç rastlamamıştı. Belli ki bu kadın akşam rakısı, zamanında, onun ağız tadını kaçıracak. İçinden: "Bir başkasını bulunca savarım!"Balkan Savaşı kopunca, hududa çok yakın olan köyde, bir akşamüstü şu korku yayılmış: Düşman geliyor! Müslüman erkeği süngüleyecek ve Müslüman kadınını kirletecek. Bütün köy halkı mal, mülk ne varsa bırakıp kaçmaya karar veriyor; bir anda at, öküz, araba, kaçış için ne taşıt varsa hepsi hazır oluyor.
 
Dul Ayşe de hazırdır; bir atın üstündedir. Terkisinde, beş yaşındaki oğlu, belinden sımsıkı sarılmış, önünde üç yaşındaki kızı bir kuşakla dizlerinden eğere bağlı, kucağında bir yaşına basmayan yavrusu uykuda…
 
Tepelerden, ara vermeyen, soluk aldırmayan bir yağmur iniyor; kış başlangıcı yağmuru… Biliyorlar ki bu böylece sürerse ovayı su basacaktır; çaylar kabaracak, nehirler taşacak, köprüler çökecek, yol, iz kalmayacaktır. Islak gece içinde, sırsıklam bir kafile, kimi atla koşuyor, kaçıyor.
 
Öndeki ümit, ordumuza yetişmek, arkadaki korku düşman ordularına çiğnenmek!
 
Öne bakıyorlar: Çamur, yağmur, karanlık… Şimşek bile çakmayan koyu, değişmez bir karanlık. Arkaya bakıyorlar: Gene öyle bataklıklar, su katmanları, gece… Dinliyorlar: Uzaklarda kabaran derenin yüklü uğultusu ve yakınlarda çamura batıp çıkan ayakların boğuk hışırtısı… Ayşe, beline dolanan ufak kolların ara sıra gevşediğini, duruyor. "Uyuma Ali, diyor, uyuma!" Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor: "Uyuma Ali, diyor, uyuma!" Önündeki baş yavaş yavaş dikliğini kaybediyor, dizine doğru eğiliyor: "Uyuma Emine’m, diyor uyuma!" Sonra kucağında kıpırdamalar başlayıp hafif ağlamalar işitince: "Uyu ciğerim, diyor, uyu Osman’ım!
 
At ikide bir sürçüyor, kapanıyor, soluyor, kendisini toparlıyor; gömülüyor, gene silkiniyor, gene ilerlemeye çabalıyor. O, yaşlı, romatizmalı, yılgın bir beygirdir. Toprak ise gittikçe vıcık bir hale gelmektedir. Yağmur kesilmek bilmediğinden saplanıp kalmaları veya taşan bir ırmağın akıntısına kapılarak boğulmaları olasılığı çoğalıyor.
 
Ayşe, yavrularına sarılarak ölmeyi, artık, atın ve kendisinin güçsüzlüğüne bakarak kötü kötü düşünmektedir. İçindeki en ürkütücü korku şimdi şudur: Atından ayrılarak üç canlı yükü ile yayan kalmak.
 
 Önce çöken, sonra da başını uzatıp yan üstü uzanan, bir türlü kalkmak gücünü bulamayan attan iniyorlar; çarçabuk iniyorlar. Çünkü durmadan ilerleyen felâket topluluğundan ayrı düşmek Ayşe’ye her şeyden daha korkunç geliyor.
 
Fakat geride kaldığını anlayıp bir süre sıkı yürüyünce artık bu üç çocuğu birden taşımak, sürüklemek olanağı kalmadığını görüyor, hem koşuyor, hem düşünüyor: İkisini olsun kurtarmak için birini feda etmek, hafiflemek gerekir.
 
Hangisini?
 
Ayşe, yanında dizkapaklarına kadar çamurlara bata çıka yürümeye çalışan Ali’nin minimini elini bırakmak istemiyor. Boynuna dolanan güçsüz kolları da çözmeye cesareti yoktur. Kucağındaki ıslak, kımıltısız, sessiz bohça ona zaten cansız gibi görünüyor. Belki kendiliğinden, soğuktan, sudan, havasızlıktan, ezilmekten ölmüştür. Ananın bir ümidi budur: Yaşamadığını anlayarak, acı çekmeden, kundağı bir tarafa, en az çamurlu, en az batak yere bırakıvermek… Bütün o kıyamet içinde, elinden tuttuğunu ve omuzlarında taşıdığını sürüklerken kucağındakine eğiliyor, dinliyor… Ses işitmemek, hareket duymamak ümidiyle dinliyor ve yavrusunun kısık kısık, ılık ılık ağladığını duyuyor, “eyvah!” diyor.
 
Bu sırada, ilerleyen kafile, selin batıra çıkara, vura çarpa sürüklediği bir yıkıntıdan başka bir şey değildir. Karanlığın içinde düşerek çamurlara gömülenler, üstüne basılarak ezilenler çoktur. Ayşe, hâlâ yükünü atmaya razı olamıyor. Yüzü ve vücudu belki de, yağmurdan fazla döktüğü soğuk terle ıslanmıştır. Soluk soluğadır. Dizlerinde, ayaklarını çamurdan çekebilecek güç gittikçe azalıyor, kollarında ve boynunda öyle bir kesiklik, bir uyuşma, bir karıncalanma, sonunda bir duyumayış var ki… Gözlerini kapıyor, sol kolunun açılıp yükünü, kendiliğinden bıraktığını ancak yarı anlayabiliyor.
 
Şimdi göğsünün üstünde başka bir yük, daha ağır fakat daha sıcak, daha canlı, soluyan ve sarılan birini duyuyor: Ali, gemi azıya almış, bir atın arkasından, özengiye takılı çekilen bir ceset gibiydi, yürümüyordu, yüzükoyun, elinden anasına bağlı sürükleniyordu. İşte o, şimdi, bağrının üzerindedir. Uzun bir özlemden sonra birbirlerine kavuşmuşlar gibi sokuluyorlar, belki seviniyorlar. Kaçma süregitmede, yağmur ve çamur da beraber…
 
Böyle birkaç saat mi, yoksa birkaç dakika mı gene koşuyoruz sanıyorlar. Ayşe tükeniyor, demin yolda bıraktıkları at gibi yere uzanıvereceğini anlayarak, haykırmak, birini imdadına çağırmak istiyor. Gene koşuyor ve birden, şaşılacak bir hafiflik, bir canlılık duyuyor, ileriye atılıyor. Neden sonra anlıyor ki boynundan sarılan zayıf ufak kollar artık yoktur: Emine de dökülmüştür.
 
Çık sırtıma Ali, diyor, iyice sarıl, sıkı sarıl, sakın gevşeme!
 
Ve böyle, kanının son ateşini yakarak, kayıp düşerek, gene kalkarak, gene yuvarlanarak yağmur, ter, gözyaşı yüzünü yıkaya, sürekli, mola vermeden, yürüyor. Ali’sini kurtarmış olmak sevinciyle. Öbür felâketlere katlanıp ümit içinde yürüyor, kafileye yetişiyor, kafilenin önüne geçiyor, kafileyi geride bırakıyor ve tan ağarırken ay yıldızlı bir ıslak bayrak çekili küçük bir kasabaya varıyor. Yükünü bir cephane sandığının üstüne indiriyor:"Kurtulduk Ali, diyor. Kalk Ali!"Ali kalkmıyor, kımıldamıyor. Ayşe saatlerden beri bir ceset taşıdığını anlamıyor, anlamak istemiyor, hâlâ: "Kalk Ali, kurtulduk Ali."Diyor, gülümsüyor, kesintisiz, geceki yağmur gibi dökülen coşkun gözyaşları içinde gülümsüyor. Hizmetçi donuk, cansız, katı, suyu çekilmiş kuru böcekkabuğu gözlerini işaret etti:
 
-Bey, dedi, işte o günden beri ben ağlayamam, ağlamak istesem de bilmem ki neden gözlerimden yaş gelmiyor! ...

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar