ŞAİR SADETTİN KAPLAN'A SAYGI

29.04.2015


25 Nisan 2015 Cumartesi akşamı İstanbul Fatih’deki Ali Emiri Kültür Merkezi’nin’ kapıları Türk şiirinin Neva Teli, gönül meltemi bir usta kaleme vefa için açıldı.

Büyükşehir Belediyesi Kültür Daire Başkanlığı Kültürel Etkinlikler Müdürlüğü’nün ESKADER ile birlikte düzenlediği “Sadettin Kaplan’a Saygı Gecesi”nde Hüseyin Sarıkoç beyefendinin yönettiği panele konuşmacı olarak davet edilmiştim. Diğer panelist arkadaşlar M.Nuri Yardım, Ali Hakkoymaz ve Ünal Bolat beyefendilerle birlikte Sadettin Kaplan ağabeyimizin şahsiyeti, şiir, deneme ve hikayeleri hususundaki intiba ve görüşlerimizi dinleyicilerle paylaşma fırsatı bulduk. Panelde yaptığım değerlendirme metnini aşağıya alıyorum. Takdir edersiniz ki, böylesi bir toplantıda yirmi dakikalık kısa bir süreyle kayıtlı değerlendirme noksandan ari değildir. Sürçü lisan eylemişsek af ola.

Çok şükür içimde bir ukde kalmayacak. Sadettin Kaplan’ın şiirlerini, denemelerini, hikayelerini ilerde okuyacak nesillerin, keşke bu duygu ve düşüncelerin kaynağı olan insanı yaşarken tanıyabilseydik diyerek hayıflanacaklarından eminim. Onu tanımak ve sohbetlerinde bulunmakla şerefyap olduğum için ben böyle bir ukdeye maruz kalmayacağım.

O şiirde, denemede ve diğer türlerdeki eserlerinde kalemin hakkını vermiş Şair ve Yazarlığı üstün gönül gücüyle temsil etmiştir. Programın adı neden Yazar değil de “Şair Sadettin Kaplan’a Saygı”? Sanırım bu adın seçiminde Sadettin ağabeyin tercihi söz konusu. Gerçek anlamda Şairlik payesini hak eden bir insana özge paye gerekmez. Çünkü Kant’ın deyimiyle ‘Şiir sanatların en üstünüdür.” Şairse bu en üstün sanatın icracısı ve hatta öz kaynağı.

Şiirlerindeki şifreleri çözebilmek için hayat serüvenini bilmemiz yerinde olur. O kendi anlatımıyla  1944 Yılında babasının memuriyetinden dolayı Malatya’da hayata gözlerini açmış olmalı. İlk çocukluk dönemini orada geçirmiş. İlkokulu memleketi Ağrı Patnos’ta bitirerek Ortaokul ve Liseyi Erzurum’da parasız yatılı okumuş. İki yıl devam ettiği Astsubay Okulu’ndan 1966 da mezun olarak Jandarma Teşkilatı’nda görev almış. Yirmi yıl Anadolu’nun çeşitli il ve ilçelerinde o köy senin bu dağ benim asayiş hizmeti ifa etmiş.

Emekli olduğu 1986’dan bu yana edebiyatın hemen her türünde yüzün üzerinde eser vermiş devasa bir çınardan bahsediyoruz.

Kendisini sekiz yıl önce Eskader’in kuruluş çalışmaları esnasında tanımış, sohbetlerinde bulunmuştum. Onun nezdinde şiirin ayrıcalıklı bir yeri vardı. Birlikte gittiğimiz Simav’daki şiir şöleninde, seçme şiirlerinin toplandığı Neva Teli kitabını lütfedip imzalamışlardı. Tek cümle : “Şiirin gönül meltemiyle, Simav 15.05.2011.

O yarım asırdır gerçek şiirin peşinde olduğunu söylese de galiba şiir de O’nun peşini bırakmıyor ve rengi, kokusu, dokusu nasıl olursa olsun gönül bahçesinde apansız  tomurarak açıveriyor. Ona sahip çıkmak, onu idrakin bereketli topraklarında beslemek ve duyguların ılık yağmurlarıyla sulamaksa Şairin görevidir artık.

Ona göre Şair, yürekliliği ve yılgınlığıyla gayreti ve bezginliğiyle sevgisi ve nefretiyle İnancı ve isyanıyla düşü ve düşüncesiyle direnci ve zaafıyla Şairdir… İlahi aşk ile bedensel aşk, korku ile pervasızlık, öfke ile merhamet, geçmiş ile gelecek, hayat ile ölüm aynı anda konuk olur Şair yüreğine ve de "edebi muaşeret" gereği konuklar kovulamaz… Bu konukların, bu duygu ve düşüncelerin edebiyat haddehanesinde edep kıvamında haddelenmiş halidir şiir.

Sadettin ağabey, “İçimden Geçiyorum” şiirinde bu çiftelik tezadını dizelere döker:

“İki lüle gibidir hançeremde iki ses:
Bir sesim dualara damlayan bülbül sesi,
Bir sesim uydurulmuş eşkıya efsanesi.”

“ İçerden Gazel” şiirinde ise:

“Ey gönül bir cümlede gizlenir bin bir tuzak,
Dar bir kelam edersin dilin kalır içinde!”

diyerek kalemini edep konusunda tecahülü arifane ikaz eder.

Onun şiiri, eylemini içinde barındıran bir söylem, her okuyuşta değişik titreşimlerle sarsan bir ahenk ve his ürpertisidir. Her okuyucunun anlayış kapasitesine göre özel ve ayrı pencereler açar.  Şiir sürekli sorgulanan fakat soruların cevaplarını da içinde taşıyan gizemli bir anlam örgüsüdür. Gönül sazına “Neva Teli’nden” ayar verir. Bir şiirinde o tınıyla

“Gönül gülecek ise bırakın göz yaşarsın!
Ne kadar çok ölürsen o kadar çok yaşarsın!”  demekte Şairimiz.

O, Selçukludan günümüze bu topraklardaki maceramızın sosyo-kültürel dökümünü yapar. Gelenekten geleceğe köprüler kurmaya çalışır. Halk edebiyatımızın destan, türkü, mani, ağıt, ninni, masal, aşk hikâyeleri, atasözü, deyimlerden oluşan engin hazinesinden faydalanmasını bildiği kadar halkımızın yaşadığı trajedilere ve sorunlarına da kayıtsız değildir.

Şiirlerinde âşık ve dergah geleneğinin koşma, semai, ilahi ve divan edebiyatımızın gazel, kaside, mesnevi tarzlarını ustalıkla kullanan Şairimiz serbest tarzın da en güzel örneklerini verir. Pek çok şiirinde ise bu tarzları yerli yerince harmanladığını görürüz.  O muhteva olarak yerli, milli ve mutlaka özgündür. Şiirleri,  zengin  ya da tunç uyaklarla ve iç kafiyelerle ahenkleşmiş, göz nuruyla aydınlanmış, alın teriyle yoğrulmuş üstün bir emeğin ürünüdür.  O sanatkar üslubuyla şiirdeki  teşbih, istiare, mecaz,mecazı mürsel, tezat, tariz, tecahülü arif, hüsnü tali, kinaye, tevriye, telmih, cinas ve diğer söz sanatlarını gayet ustalıkla kullanır.  Pek çok şiiri derin ve ince anlamlar ifade ettikleri halde sadelikleri sebebiyle kolayca söylenivermiş hissini veren esasen söylenmesi, taklidi güç olan damıtılmış dizelerden oluşmuş, “sehli münteni” örnekleridir.  Yalnızca cinaslı uyakla yazılmış onun üzerinde şiiri vardır ki, yaşayan Türkçeye hâkimiyetinin bir göstergesi sayılsa gerektir.

O bin yıllık geçmişimizden günümüz gençliğine mefahir derlemeleri yapar. Köklü, uyarıcı, milli birliği kuvvetlendirecek, bütüncü ve yapıcı bir tarih anlayışına sahiptir.

“Zafer arayan orda Türk ismini bulacak,
Çıkarılsa Türk adı Tarih bomboş kalacak.” der ve ekler,

“Türk’ün şehnamesine yeni sayfalar gerek.”

“Neresi Anadolu’dur”  şiirinde

“Dağlarının tuğu karsa,
Kayasında kartal varsa,
Yüreğin Türk, Türk atarsa,
Orası Anadolu’dur.”  

diyen şairimizin billurlaşmış bir vatan, millet ve üst kimlik görüşü vardır.

“Bitmeyen Koşu” şiiri ise Osmanlı’dan Cumhuriyet’e ve dahi ilerisine bir “devleti ebet müddet” destanıdır.

Pek çok şiirinde hikemiyat ve tasavvuf kokusu vardır.

“O sahilde” şiirinde:

“Mademki yokluk idi her varlığın encamı,
Eyvah!.. Neden yaşadık biz bunca serencamı.”  diyen Şair, bu şiirin başka bir beyitinde,

“Yandı ve yağdı çöle, çileyi çözen çile,
Zerreye zerre oldum hep küçüle küçüle.” diyerek iman vecdiyle durum muhasebesi yapar.

Şairimiz, halk ve divan edebiyatımızın öne çıkmış isimleri ve eserleriyle hemhal olarak kendi kendini yetiştirdiğinden kalemini herhangi bir edebi akıma bağlı hissetmez.

“Otuzüç” şiirinde

“Ne oturdum bir üstat rahle-i tedrisinde,
Ne alnım karalandı bir kandilin isinde.”  der ve ekler:

“Umurumda değildir ne aferin ne de yuh,
Menzile engel değil yoluma çıkan güruh.”

Bazı gazellerinde usül yerini bulsun diye nadiren “Sadi” mahlasını kullanmıştır:

“Kaç kere bir nam için nâme yazdım feleğe,
Ey Sadi, senden özge sana bir nam gelmiyor!”

O bu beyitiyle aynı zamanda adını Türk töresine göre, göz nuru alın teriyle bileğinin ve kaleminin hakkıyla kazandığını ihsas eder ve “Rüzgâr Beni Eser” şiirinde bu durumuna tasavvufi bir yorum da getirir:

“Nağme de ben, mızrap da ben, tel de ben,
Sandal da ben, yelken de ben, yel de ben,
Çekiç de ben, çivi de ben, el de ben,
Zaman kütüğüne ün beni çakar…”

Bazen hayatın tezatlarındaki hikmeti keşfe çıkar:

“Bu kor ayazında közlerim üşür,
Ne olur gönlüme bir cemre düşür!" diye seslenir dost bildiklerine.

“Ararım” şiirinde:

“Gönüldür inleyen sazın telinde,
Hükmeden hasrettir sevda ilinde,
Bin nağme şakıyan bülbül dilinde
Dile gelemeyen sözü ararım.”  ve dahası,

“Zehri bal edecek sözü ararım. “ derken şiirlerini özgünlük ve olumlama ilkeleriyle kaleme aldığının bilinmesini ister.

Onun şiirleri gönlünün “Neva Teli”ne sevda tezenesinin dokunuşuyla doğmaktadır:

Damgalanmış birer kâğıt solgun hatırası dünün,
Tozlu raflarında ömrün sıralanır deste deste;
Çağlar bir dokunuşunda sevda mızrabıyla günün,
Neva telinde gönlümüm her gece bir yeni beste…”

O bu telin titreşimiyle sevdalandığı şiirin peşi sıra “düşlerini sebil etmektedir”;

“Dipsiz gecelerin böğrüne attım,
Gönlümdeki altın uçlu okları;
Çoklar şiirinde güfteyi tattım,
Beyit beyit besteledim yokları.”
 
Şairimiz bozkırın çocuğudur ama kendisini İstanbul merkezli bir Türk İslam medeniyet kurgusuyla da görevli hissetmekte, bu görevin gerektirdiği incelik ve hassasiyete sahip olduğunu dizelerinde ihsas etmektedir:

“Sev Gülüm” şiirinde:

Boz tepede, boz renkli bir bozlağın saçını,
Bozbulanık sularda yudum, taradım, ördüm;
Kelebekler giydirir güllere aşk tacını,
Seni bir kelebeğin gözbebeğinde gördüm.”

derken göğsü kaba dağlardan denize doğru esen bir imbat  gibidir adeta.

 
“Bizden Sonra” şiirinde güçlü bir ölüm rabıtası yapar yani ölmeden önce ölümü ve sonrasını düşler:

“Hayatı ölümle evermek için,
Kurudu yeniden güvermek için,
Deryaya bir damla su vermek için
Ferhat kayasını deldi de gitti.”

Evet, muhiplerinin  arkasından böyle diyeceklerini umut etmektedir…


“Ferman – 9” şiirinde:

“Gönül olamamış yürek vuruşu,
Göğüs boşluğunda ağrı biline!
…………..
Boş sözlerle zaman sirkat edenler,
Ömrü talan eden uğru biline!”

diyen Şairimizin, “Gönül Cemresi” şiirinde gayret ve semeresinin asıl kaynağına rücu ettiğini görmekteyiz:

Gönülde sevda esende,
Renkler birleşir desende,
Sevdaların özü sende,
Ben sana aşığım ya Rab.


Eserleriyle adını baki kılan Türk şiirinin gönül meltemi Sadettin Kaplan ağabeyime, her dem taze saygı ve sevgilerimle, sağlık, esenlik, mutluluk içinde uzun ömürler dilerim. Kendisini tanımakla ve dostluğunu kazanmakla bahtiyarız…


YUSUF BİLGE

25 Nisan 2015 Cumartesi- Ali Emiri Kültür Merkezi- Fatih-İSTANBUL
ŞAİR SADETTİN KAPLAN’A SAYGI Toplantısı konuşma metni.


Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar