KategorilerYabancı Roman Özetleri Romancılar Saygıdeğer Pere Gaucher’nin İksiri Öyküsü Hakkında Bilgiler Tam Metni ve Daudet

Saygıdeğer Pere Gaucher’nin İksiri Öyküsü Hakkında Bilgiler Tam Metni ve Daudet

02.04.2020

 

 

 

Saygıdeğer Pere Gaucher’nin İksiri Öyküsü Hakkında

 

Saygıdeğer Pere Gaucher’nin İksiri adlı öykü Alponse Daudet ’in Türkçeye  Değirmenimden Mektuplar  şeklinde çevrilen ve özgün adı ile  “ Les Lettres De Mon Moulin” adlı öykü kitabında bulunan 22 öyküden biridir.

Hayatını yazıları ile kazanacağını düşünen Daudet’in Paris’teki ilk yılları sefalet içinde geçmişti. Buna rağmen yanına sekreter olrak girdiği Morney Dükü’nün yardımları sayesinde bir müddet hayatını idame ettirmeyi başarmış 25 yaşında iken eşi Julia ile bir tiyatroda tanışıp evlenmiş, [bu evlilikten sonra maddi yönden düzenli bir hayata başlamıştı. Ancak evlendiği yıl hamisi olan Morney Dük’ü öldükten sonra şehir hayatından sıkıldığı için yaşamını sürdürdüğü Midi yakınlarında bulunan Fontvielle’de bir değirmen almıştı.

A.Daudet, Paris yakınlarında Fontvielle’de modern un fabrikaları yüzünden kapanan eski değirmenlerden birisini satın alarak tatil günlerini bu değirmende geçirmeye başlamış, bu köye ve değirmene gidip gelirken görüp, duyup, şahit olduklarını kırsal hayatın adet, gelenek ve sosyal hayatını tasvir edecek şekilde hikâyeler haline getirmişti.  Daudet  bu köye ve değirmene atlı arabalar ile geliyor,  köye gelip giderken veya değirmeninde kalırken köylülerle tanışıyor;  onlardan dinlediği hikâyeleri, gördüklerin, yaşadıklarını ve şahit olduklarını öykü şeklinde kaleme alıyordu.

 

SAYGIDEĞER PÈRE GAUCHER'NİN İKSİRİ

- Hele şunu bir için de, komşum; sonra bana nasıl bulduğunuzu söylersiniz.

Graveson papazı, inci sayan bir kuyumcunun titiz özeniyle, bardağıma iki parmak kadar yeşil, yaldız yaldız, sıcak, kıvılcımlı, tadına doyulmaz bir likör akıttı. Đçtim; içince de güneşi yutmuş gibi oldum. Adamcağız bir utku kazanmış gibi:

- Bu, Père Gaucher'nin iksiridir, Provence’ımızın neşesi ve sağlığı!.. Bunu, sizin değirmenden iki fersah ötede Prémontré’lerin manastırında yaparlar. Nasıl, dünyanın bütün şartrözlerine  üstün değil mi? Hele öyküsünü bir bilseniz! Öyle hoştur ki... Dinleyin de bakın.

Papaz, masum masum, hiçbir şeytanlık düşünmeden, Đsa'nın çarmıhını yüklenerek o bildiğimiz tepeye yollanışını betimleyen bir sıra küçük tablosu ve kilisede giydiği beyaz önlük gibi kolalı, açık renk o güzelim perdeleriyle o pek saf ve dingin yemek odasında, Erasmus'un ya da D'Assoucy'nin öyküleri tadında, oldukça kuşkucu ve biraz da abartısız bir öyküye başladı.

* * *

Bundan yirmi yıl önce Prémontré’ler, daha doğrusu bizim Provence’lıların dediği gibi "ak keşişler", büyük bir yoksulluk içindeydi. O zaman manastırlarını görseydiniz, acırdınız. Manastırın büyük duvarı, Pacome Kulesi, parça parça dökülüyordu. Avluyu otlar bürümüştü; çevresindeki küçük sütunlar çatlamış, azizlerin taştan yontuları kovuklarında çöküvermişti. Ne kırılmadık bir cam kalmıştı, ne de sağlam bir kapı. Dehlizlerde, dua edilen yerlerde, Rhône rüzgârı, mumları söndürerek, mozaik camların kurşun çerçevelerini kırarak, kutsal su kaplarının içindeki suyu havaya savurarak, Tanrı'nın kırındaymış gibi esip duruyordu. Ama en üzünçlüsü, manastırın boş bir güvercinlik gibi sessiz duran çan kulesiydi. Parasızlıktan bir tek çan bile satın alamayan keşişler, topluluklarını sabah duasına tahta kaşık çalarak çağırıyorlardı!..

Zavallı ak keşişler! Féte-Dieu gününde yapılan dinsel alayda, zavallılar, benizleri solmuş, kavun karpuzla geçinmekten imanları gevremiş, yamalı harmaniler içinde geçerlerdi. Arkalarında da başkeşiş cenapları, yaldızı uçmuş asasıyla güve yemiş yün külahını herkese göstermekten utanıyormuş gibi kös kös giderdi. Tarikata bağlı kadınlar, safta, bu acıklı duruma ağlarlar, sancak taşıyan şişko herifler, zavallı keşişleri birbirlerine göstererek, alçak sesle alay ederlerdi:

- Sürüyle giden sığırcık kuşu, sıska olur!

Doğrusu, bu talihsiz keşişler de, diyar diyar göç edip başlarını sokacak birer delik aramanın daha uygun olup olmayacağını düşünme aşamasına gelmişlerdi.

İşte manastır kurulunda, bu pek ciddi konu tartışıldığı bir sırada frère Gaucher'nin kurula bir şey söylemek istediği baş keşişe bildirildi. Bilgi olarak söyleyelim ki, bu frére Gaucher, manastırın inek çobanıydı; yani bütün ömrünü kaldırım taşları arasında ot arayan iki sıska ineği önüne katarak avluda, şu kemer senin, bu kemer benim, dolaşmakla geçirirdi. On iki yaşına dek Baux yöresinde, Bégon teyze dedikleri zırdeli bir kocakarının yanında kalmış, sonra manastıra alınmıştı. Zavallı inek çobanı, hayvan gütmekten ve Pater Noster’i ezbere okumaktan başka bir şey öğrenmemişti. Bir parça kafası kalın, aklı da kurşun gibi oturaklı olduğundan, bu duayı bile Provence dilinde bellemişti. Bununla birlikte, biraz "keyif ehli" olmasına karşın, abasından hoşnut, dini bütün bir Hıristiyan’dı. Kendisini biraz inanç, biraz da kol gücüyle, Tanrı yolundan ayırmamaya dikkat ederdi.

Onun büyük salona böyle bön bön ve abullabut girip, bir bacağı geride, kurulu selamladığını gören baş keşiş, danışmanlar, kesedar; kısacası herkes gülmeye başladı. Bu keçisakallı, biraz deli gözlü, ablak ve kıranta olan bu surat, nereden gelirse gelsin, hep böyle karşılanırdı. Onun için frére Gaucher, bu kahkahaya aldırmadı... Yalnız, zeytin çekirdeğinden tesbihini evire çevire, safça:

- Hazretlerim, dedi, içi boş fıçı çok ses verir, derler, doğrudur. Bakın ben de şu kuru kafamı oya oya hepimizi sıkıntıdan kurtaracak bir yol buldum sanırım. Bakın nasıl? Bégon teyzeyi, hani canım, küçüklüğümde bana bakan kadıncağızı hep bilirsiniz. (Tanrı acısın kocakarıya!

Kafayı çekti mi ne ağza alınmaz şarkılar söylerdi.) Ancak hazretlerim, demek istediğim şey şu ki, Bégon teyze sağlığında dağlarda biten çeşit çeşit otları, Korsika'nın kocamış karatavuklarından daha iyi bilirdi. Ölümüne yakın, birlikte gidip de küçük Alp dağlarından topladığımız beş altı çeşit otu birbirine karıştırarak eşsiz bir iksir bile yapmıştı. Aradan uzun yıllar geçti, ama Saint Augustin'in yardımıyla ve başımızın izniyle, şöyle bir paçaları sıvayacak olursam, o gizemli iksirin nasıl yapıldığını bulurum. Artık o zaman, şişelere doldur doldur, sat.

Biraz da pahalıca sattık mı, manastırımız, ufak çapta zengin bile olur. Öteki tarikatlar da böyle yapmıyorlar mı?.. Daha sözünü bitirmemişti ki, başkeşiş yerinden kalkarak boynuna sarıldı. Danışmanlar ellerinden yakaladılar. Ötekilerden daha çok heyecana kapılan kesedar, saygıyla, lime lime olmuş abasının eteğini öptü... Sonra her biri, konuyu bir karara bağlamak üzere gelip koltuğuna oturdu ve hemen kurul, o anda, frère Gaucher'nin kendisini bütün bütüne iksir yapımına verebilmesi için ineklerin frère Thrasybule'e devredilmesini kararlaştırdı.

* * *

Acaba nasıl oldu da bu kutsal adam, Bégon teyzenin formulünü yeniden elde edebildi? Ne emekler, ne uykusuz geçen geceler pahasına! Öyküde bundan söz edilmiyor. Yalnız şurası kesin ki, altı ay geçmeden, ak keşişlerin iksiri halk arasında pek beğenilmişti. Bütün o yörede, bütün Arles ülkesinde, bir tek çiftlik evi, bir tek ambar yoktu ki, kilerinde pişmiş şarap şişeleriyle zeytinyağı küpleri arasında, Provence armasıyla mühürlü ve gümüş yaldızlı etiketi üzerinde bir keşişin keyifli suratı görülen küçücük bir toprak testi bulunmasın. Đksirlerinin gördüğü ilgiyle Prémontré’lerin manastırı çabucak zengin oldu. Pacôme Kulesi onarıldı.

Başkeşişe yepyeni bir külah, kiliseye sanatlı işlenmiş mozaik camlar alındı ve bir paskalya sabahı, irili ufaklı bir sürü çan, kıyametler kopararak geldi ve çan kulesine konuverdi. Frère Gaucher'ye gelince, kaba saba davranışlarıyla bütün kurulu keyiflendiren bu keşiş yanaşmasından manastırda söz edilmez oldu. Artık herkesin ağzında bir saygıdeğer "Rahip

Gaucher cenapları"dır dolaşmaya başlamıştı. Otuz keşiş, dağ dağ dolaşıp kendisine kokulu otlar ararken bu kafalı ve bilgili adam, manastır yaşamının o bir sürü ufak tefek uğraşından bütünüyle uzakta, bahçenin bir ucunda, bırakılmış bir eski kiliseye yerleştirilmişti. Buraya kimsenin, başkeşişin bile girmesi yasaktı. Keşişlerin saf yürekliliği yüzünden, burası gizemli ve ürkünç bir nitelik kazanmıştı. Genç ve gözüpek bir keşiş, merakından dayanamaz da sarmaşıklara tırmana tırmana büyük kapının üstündeki yarı toparlak pencereye erişirse, büyücü sakalıyla elinde sıvı ölçeği, ocaklarına eğilip bakan Père Gaucher'yi görür görmez, ödü koparak teker meker aşağıya yuvarlanırdı. Tanrım, ne görünüm ama! Hazretin dört bir yanında fırınlar, pembe balçıktan karniler, dev boyutta imbikler, billur sarmallar; kısacası mozaik camların kızıl ışığında büyülü gibi alev alev yanan bir sürü takım taklavat...

Gün batıp da son Angélus çalınca, bu gizemli yerin kapısı yavaş yavaş açılır ve saygıdeğer peder akşam duası için kiliseye giderdi. Manastırdan gelip geçerken kendisine gösterilen saygıyı görmeliydiniz!.. Frèreler, geçeceği yola iki geçeli dizilirlerdi:

- Aman susun! Tanrısal gize erdi artık! denirdi.

Kesedar peşinden gider ve kendisiyle süklüm püklüm konuşurdu... Bu pohpohlar karşısında, Père Gaucher, geniş kenarlı şapkasını bir ayla gibi arkaya itmiş, alnını sile sile, çevresine portakal ağaçları dikilmiş büyük avlulara, üstünde yepyeni rüzgâr gülleri dönen mavi damlara ve apak iç avluda zarif ve çiçekli sütunlar arasında yeni giysilerini giymiş, ikişer ikişer dolaşan keşişlere gülümseyerek baka baka yürürdü.

Hazret, kendi kendine:

- Bütün bunlar benim sayemde oldu, der ve bunu her anımsayışında biraz böbürlenir gibi olurdu.

Zavallıcık bu gururunun cezasını çekti. Bakın nasıl...

* * *

Bir akşam dua sırasında, kiliseye büyük bir coşku içinde geldi. Kıpkırmızı ve soluk soluğaydı. Kukuletası çarpılmıştı. Öylesine kendinde değildi ki, kutsal sudan alırken kolunu ta dirseğine dek suyun içine soktu. Bunu önce, geç kalmak yüzünden düştüğü heyecana yordular; ama, asıl mihrabı selamlayacak yerde orga ve balkonlara diz büktüğü, kilisede yıldırım gibi dolaştığı, oturacağı yeri bulmak için tam beş dakika çırpınıp durduğu, yerine oturunca da keyifli keyifli gülümseyerek sağa sola gerdan kırdığı görülünce, herkes şaşkınlık içinde birbiriyle fısıldaşmaya başladı. Fısıltılar bir rahleden öbürüne sekti durdu:

- Bizim Père Gaucher'nin nesi var? Ne oldu bizim Père Gaucher'ye?

Başkeşiş, iki kez, sabırsızlanarak, herkesi susturmak için, asasıyla taşlara vurdu. Ötede ilahiler yolundaydı, ama karşılıklarda aksamalar oluyordu...

Birdenbire "Ave verum"un tam ortasında, bizim Père Gaucher koltuğuna şöyle bir yaslandı ve tiz perdeden bir şarkı tutturdu:

Pariste var bir akkeşiş,

Aman bu iş, canım bu iş...

Herkes, umutsuzlukla yerinden kalktı.

- Alın, götürün şunu... Zavallıyı cin çarpmış! gibi bağrışmalar oldu.

İstavroz çıkaran çıkarana. Başkeşişin asası, ine kalka bir hal oldu... Ama Père Gaucher'nin kimseyi gördüğü ve dinlediği yoktu. Güçlü kuvvetli iki keşiş kendisini yakalayıp kilisenin bir kapısından dışarıya zor attılar. Adamcağız, babaları tutmuş gibi çırpınıyor ve sesi çıktığınca

"Aman bu iş, canım bu iş"lerini sürdürüyordu.

* * *

Ertesi gün, zavallı adamcağız daha şafak sökmeden başkeşişin dua odasında yere diz çökmüş, gözlerinden kanlı yaşlar aka aka, "tövbe ve istiğfar" ediyordu. Dövüne dövüne:

- Hazretim, diyordu, vallahi suç iksirin! Beni bu duruma sokan iksirdir.

Başkeşiş onu bu böyle pişman, böyle candan üzgün görünce, kendi de üzüldü.

- Père Gaucher, canım, bu denli üzülmeyin. Bu da geçer yahu!.. Hem sonra dünkü rezillik öyle büyütülecek bir şey de değil. Yalnızca şarkı biraz... şeydi... Umarım genç keşişler duymamıştır... Şimdi anlatın bakalım, ne oldu? Başınıza neler geldi?... Đksirin tadına bakayım derken, değil mi?... Sanırım biraz fazlaca kaçırdınız. Evet evet, kesinlikle böyle olacak... Siz de, barutu bulan Frère Schwartz gibi, kendi buluşunuzun kurbanı oldunuz. Söyleyin bana dostum, iksiri kesinlikle kendiniz denemeniz gerekli mi?

- Ne yazık ki gerekli, hazretim... Ölçeğe vurunca alkolün gücünü, derecesini anlıyorum; ama kıvamını, tadının güzelliğini kavramak için kesinlikle tatmalıyım...

- Ya! Pek iyi öyleyse... Ama size bir şey soracağım... Zorunlu olarak iksirden tattığınızda, hoşunuza gidiyor mu? Bundan zevk alıyor musunuz?

Zavallı Père Gaucher, kıpkırmızı kesilerek:

- Ne yazık, hazretim... dedi, hele iki akşamdır kâfirin öyle bir tadı, öyle bir kokusu var ki! Belki de bu kötü oyunu bana şeytan oynadı... Artık ben de karar verdim; bundan sonra yalnızca ölçekle iş göreceğim. Varsın likör, eskisi gibi tadına doyulmaz olmasın, eskisi gibi incilenmeyiversin!

Başkeşiş heyecanla atıldı:

- Sakın ha! Alıcıları kaçırmaya gelmez. Đşin aslını bildiğinize göre, yapacağınız şey, tetik davranmak olsun... Peki, tadım için ne gerekiyor? On beş, yirmi damla değil mi? Haydi, yirmi diyelim... Eh, artık yirmi damlayla da size külah giydirebilecek şeytana aşkolsun!... Sonra, ne olur ne olmaz, bir kaza çıkmasın diye, sizi kiliseye gelmekten de bağışık tutuyorum. Akşamları damıtım yerinde dua edersiniz... Şimdi yürek rahatlığıyla işinize bakın hazretim ve özellikle damlaları iyi sayın.

Pek iyi! Zavallı hazret, damlaları istediği gibi sayadursun, yakayı bir kez şeytana kaptırmıştı, bir türlü kurtaramıyordu.

Artık damıtım yerinde nasıl cümbüşlü tapınmalar oldu, orasını hiç sormayın!

* * *

Gündüzleri her şey yolunda gidiyordu. Saygıdeğer peder, oldukça sessiz oluyordu; ocaklarını, imbiklerini hazırlar, otları ayıklardı. Türlü türlü otlar, incesi, türlü renklisi, diş diş olanı, güneşle ve kokuyla kavrulmuşu, kısacası Provence'ın ne kadar otu varsa... Ama akşam olup da kaynatılan otların özü, kocaman bakır kazanlarında soğumaya bırakılınca adamcağızın çilesi de başlıyordu.

- ...On yedi... On sekiz... On dokuz... Yirmi!...

Damlalar incecik cam borudan gümüş bir kadehe dökülüyordu. Hazret, bu yirmi damlayı, bir yudumda, hemen hemen hiç zevk almadan, dikiveriyordu. Dikiveriyordu ama gözü de yirmi birinci damlada kalıyordu. Ah şu yirmi birinci damla!... Đşte o zaman, şeytana uymamak için laboratuarının bir köşesinde diz çöküyor ve boyuna dualar okuyordu. Ancak henüz iyice soğumamış olan likörden mis kokulu hafif bir duman yükselip hazretin çevresinde gezinmeye başlayınca, bizimki ister istemez kazanların yanı başına dönüyordu... Likör, yaldız yaldız ve  yemyeşil... Père Gaucher, burun kanatları açılmış, kazana eğilerek, cam borusuyla likörü yavaş yavaş karıştırıyor, zümrüt dalgalarının alıp sürüklediği o küçücük kıvılcımlı pullarda Bégon teyzenin kendisine bakarak gülen ve pırıl pırıl yanan gözlerini görür gibi oluyordu...

- Haydi canım, bir damla daha!

Bir damla, bir damla daha derken zavallının kadehi ağzına dek doluyordu. Kadeh dolunca da, dayanamayarak kendisini büyük bir koltuğa atıyor, gözler süzülmüş, kendinden geçmiş, tatlı bir vicdan acısı içinde:

- Ah kör olası! Ah kör olası! diye diye, yudum yudum günaha giriyordu.

İşin asıl kötü yanı, bu şeytan işi likörün kendisine, ne sihirdir ne keramet, Bégon teyzenin bütün o çirkin şarkılarını anımsatmasıydı: Şölen vermekten söz eden üç mahalle karısı... Ya da

André Ağa'nın tek başına ormana giden çoban kızı ve sonunda o bildiğimiz "ak keşiş": "Aman bu iş, canım bu iş"...

Sabah olup da hücre komşuları, kendisine alaylı alaylı:

- Maşallah Père Gaucher, dün gece yatarken yine keyfiniz yerindeydi! deyince, zavallı utancından yerin dibine geçiyordu.

O zaman gelsin gözyaşları, pişmanlıklar, perhizler, çileler. Ancak iksirin şeytanına karşı bunlar para etmiyordu ve her akşam, aynı saatte Père Gaucher'yi yine cin çarpıyordu.

* * *

Bu sırada manastıra sipariş yağıyordu. Tanrı razı olsun; Nimes'den, Aix'den, Avignon'dan, Marsilya'dan ısmarlayan ısmarlayana!... Manastır, günden güne bir fabrikaya dönüşüyordu. Keşişlerin bir kısmı ambalaj yapıyor, bir kısmı etiket yapıştırıyor, bir kısmı muhasebede çalışıyor, bir kısmı da arabacılık ediyordu. Bu gürültü patırtı arasında biraz tapınmanın hakkı da yenmiyor değildi ama, bundan güvenin, halkın bir şey yitirdiği yoktu...

İşte bir pazar sabahı, kesedar kurulda yıllık bilançosunu okur ve danışmanlar da kendisini tatlı tatlı dinlerken, bizim Père Gaucher:

- Bitti artık... Yapamam... Bana ineklerimi verin! diye bağırarak toplantı odasına damladı.

İşin aslını anlar gibi olan başkeşiş sordu:

- Ne oldu yine Père Gaucher?

- Daha ne olsun, hazretim? Bu gidişle öte dünyadan hayır kalmadı, cehennemin yolunu tuttum artık... Daha ne olsun, ayyaş gibi boyuna kafayı çekiyorum...

- Ama ben size damlaları iyice sayın, demedim mi?

- Damla saymak, ha? Şimdi kadeh saymak bile vız geliyor... Evet hazretlerim, bakın ne duruma geldim. Her akşam tam üç şişe... Eh, bu böyle süremez... Öyleyse, iksiri kime isterseniz ona yaptırın... Cehennemin ateşine çarpılayım, artık bu işle uğraşırsam...

Kurulun keyfi kaçmıştı.

Kesedar bilanço defterini havaya kaldırarak bağırdı:

- Bizi yok edeceksin, karayazılı!

- Peki, ne yapayım? Cehennemlik mi olayım?

O zaman başkeşiş ayağa kalktı ve mühürlü yüzüğünün parıldadığı beyaz elini uzatarak:

- Hazretlerim, dedi, her şeyin bir yolu vardır... Şeytan sizin başınıza akşamları bela oluyor, değil mi sevgili çocuğum?...

- Evet, hazretim, her akşam, düzenli olarak... Artık içme zamanı geldi mi, sözüm meclisten dışarı, semerini gören Capitou'nun eşeği gibi, benden bir terdir boşanıyor.

- Öyleyse sorun yok. Gönlünüz rahat olsun. Bundan sonra her akşam kilisede sizin için Saint

Augustin duasını okuyacağız. Bu duanın etkisini bilirsiniz; size tanrısal acımayı sağlar. Artık başınıza ne gelirse gelsin, güvendesiniz. Günah işlerken bile, Tanrı'nın bağışını kazanırsınız.

- İyi öyleyse, hazretim! Teşekkür ederim.

Père Gaucher, artık başka bir şey sormadan, kuş gibi hafif, imbiklerin yanına döndü.

Gerçekten de, o günden sonra her akşam, kilisede tapınımı yöneten kimse, duadan sonra:

- Topluluğumuzun çıkarı için öte dünyasından vazgeçen zavallı Père Gaucherimiz için dua edelim... Oremus Domine... demeyi savsaklamıyordu.

Bütün beyaz kukuletalar, kilisenin alaca karanlığında yerlere dek eğilip de dua bunların üzerinde, karda meltem gibi ürpererek dolaşırken, ötede, manastırın ta öbür ucunda, damıtım yerinin alev alev yanan mozaik camları ardında, Père Gaucher'nin sesi çıktığınca şarkı söylediği duyuluyordu:

Pariste var bir akkeşiş,

Aman bu iş, canım bu iş!

Pariste var bir akkeşiş,

Genç kızları dans ettirir

Bir bahçede tıpış tıpış...

Genç kızları...

Öykünün burasında, bizim papaz korku içinde sözünü kesti:

- Aman Tanrım! Bizim mahalleli beni bir duyarsa!...

Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da