Sosyal, Siyasal ve Kamusal Alanda Kadın

25.02.2019

 
Sosyal, Siyasal ve Kamusal Alanda Kadın
 
Giriş
Kadının çalışma hayatına girmesiyle birlikte, kadınlar için sosyal, siyasal ve ekonomik hak talepleri kendini göstermeye başlamıştır. Kadın, tarih boyunca dünyadaki medeniyetlerde daima ötekileştirilmiş, yok sayılmış, felaketlerin sebebi olarak görülmüş veya en iyi şekliyle evin içi ile bütünleştirilmiştir. Bundan dolayı kadının siyasal hayata katılabilmesi öncelikle kendi çevresinde sosyal haklar ve hareket serbestliği kazanmasıyla olacaktır. Kadın en tabii hakları olan siyasal hayata katılabilmek, ekonomik kazanç sağlamak ve sosyal statü kazanabilmek için öncelikle eğitimli olmak zorundadır. İşte bu sebeplerden dolayı kadın, evinden dışarıya ancak ve ilk önce eğitim yoluyla çıkabilmiştir. Kadın, eğitim alarak toplum içinde varlığını göstermeye başlamış, hak mücadelesinin devamını ancak bu şekilde yapabilmiştir.
 
18. yüzyılda erkek egemen kamusal alanlarda yer almak isteyen kadınlar, kadın hareketinin başlamasına sebep olmuşlardır. Kadın hareketinin ilk amacı ekonomik hayatta var olduklarını göstermek, ikinci amacı sosyal hayatta söz sahibi olmak, son aşamada da tüm alanlarda erkeğin düzeyine çıkmak olmuştur. Osmanlı toplumunda kadının faal olarak ekonomik hayata katılması 19. yüzyılda tekstil alanındaki emeği vasıtasıyla olmuştur. Bu dönemde Osmanlı sanayisinin ihtiyaç duyduğu alanlardaki eğitim kurumlarında kadınların eğitim alma imkânına kavuştuğu, böylece eğitimli ve kültürlü kadın kuşağının ortaya çıktığı görülmektedir. Bu da eğitimli kadını toplumsal bir özne haline getirmiştir.
 
Türkiye'de Kadının Siyasal Yaşamdaki Yeri
 
Tarihte kadın açısından siyasal hak kavramına çok rastlanılmaz. Esasen bu kavram sadece Türklerde en geniş manasıyla kullanılmıştır. İlk anayurdumuz Orta Asya’da ve devamında Orta Avrupa’da kurduğumuz devletleri merkez alırsak, çevredeki medeniyetlerde kadının hiçbir hakkının olmadığını görmekteyiz. Orta Asya’da bize en yakın Çin toplumunda kadın  köle gibidir. Eski Çin toplumunda, kadın kocasının önünde fazla konuşamaz, kocası ve çocuklarıyla birlikte sofraya oturamaz, onlar yemeğini yedikten sonra arta kalanları yerdi. Kız çocukları neredeyse insan yerine konulmadığından onlara isim konulmaz, doğum sıralarına göre “bir, iki, üç” olarak çağırılırlardı. Miras hakkı veya boşanma talebi gibi bir durum kesinlikle söz konusu olamazdı. Eski Hint toplumunda da kadının durumu çok farklı değildir. Kadının sınırlı statüsü Manu kanunları ile erkeğe daha da bağımlı hale getirilmişti. Bu kanunlar ile birlikte kadın, çocukluk döneminde babasına, gençlik döneminde kocasına, kocasının ölümünden sonra da oğluna ya da kocasının bir erkek akrabasına bağlı durumdaydı. Çok daha ileriye giden eski Hint toplumu, kutsal dinlerinden biri olan Vedizm’e göre kadını kasırga, ölüm, zehir gibi felaketlerden daha kötü bir varlık olarak saydığından, gerektiğinde kocası ölen kadının kocasıyla birlikte yakılmasına karar verirdi. Eskiçağda Yunan ve Roma toplumlarında kadının hiçbir hakkı yoktur. Yurttaş veya vatandaş sayılmazlardı. Roma’da kadınlar mutlak bir erkek egemenliği altında yaşamak zorunda kalmışlardır. Kadınlar doğumdan erişkin olana dek ‘yetişkinlik öncesi’ adı verilen bir vesayet altındadırlar. Daha sonra da kocalarının ya da babalarının vesayeti altında kalırlar. Bu durum, kamu hukuku alanında hiçbir hakları olmaması, özel hukuk alanında ise sınırlı haklara sahip olmaları sonucunu doğurmuştur. Bu hukuk sistemi öyle egemen ve güçlü bir erkek yaratmıştır ki, aile reisinin özerk bir birlik sayılan aile üzerinde mutlak yetkileri vardır, bu yetkiler yaşam ve ölüme karar verme yetkisini de kapsamaktadır (Üskül Engin, 2014: 104). En eski kültürlerden Anadolu’da görülen toplumlarda kadın, dünyanın diğer bölgelerine göre çok daha fazla değer görmekteydi. Hititlerde ve vasali Kizzuwatna’da kadının siyasal ve sosyal haklarının olduğuna rastlanmaktadır. En çarpıcı örnek, bilinen ilk yazılı antlaşma olan Kadeş Antlaşmasında, Mısır Firavununun aksine Hitit Kralı III. Hattuşili’nin yanında Tavananna (kraliçe) Puduhepa’nın da isminin geçmesidir. Cahiliye devri Araplarında, kadın alınıp satılabilen bir maldan ibarettir. O dönemde kadının toplumda miras hakkı söz konusu da değildi. Araplar’da “pederşahi” aile tipi görülürdü ve babanın otoritesi oldukça genişti. Kocası istediği zaman karısını boşayabilirdi. Kadın boşandıktan sonra bile kocasının etkisinden kurtulamazdı. Kadın toplumun bir parçası olarak görülmediği gibi erkeklerin zevk ve ihtiraslarını tatmin ve hizmetlerini görmek için yaratılmış bir mahlûk olarak kabul edilirdi. Evlenme dini bir mahiyet taşımadığı için kadın ancak doğurduktan sonra aileye dahil olabiliyordu. Tabi doğurduğu çocuğun erkek olması şartı vardı zira kız çocuk sahibi olmak toplumda itibar kaybı hatta felaket olarak kabul edildiği için kız çocukları diri diri toprağa gömülebiliyordu. Kadınların herhangi bir mala varis olma hakkı da yoktu. Arap toplumunda çok evlilik muteber olup bir erkek, iki kız kardeşiyle ve aynı zamanda üvey annesiyle evlenebilmekteydi. Bu Arap-Sami hukukunda varolan bir hüküm olup bunun benzeri uygulamaları diğer çağdaşı kuzey toplumlarında da görülebilmekteydi. İslâm öncesi dönemde Araplarda on değişik nikah vardı, bunlardan yedisi kadının namus mefhumunu ortadan kaldıracak şekildeydi (Karaman, 1974: 170; Aksoy, 2016: 12-13). Yahudiliğin kutsal kitabı Tevrat’ta ve Yahudi toplumu içerisinde ortaya çıkan Hristiyanlık’ta ise kadına karşı açıkça bir olumsuz tavır gözlenmektedir. Özellikle Tevrat’ta yasak meyveyi yemeleri sonucu Adem ile Havva’nın cennetten kovulma olayında günah tamamen Havva’ya yüklenmiştir. Bu günahın bedeli de kadınlara toplumsal hayattan çekilme zorunluluğu olarak ödetilmiştir. Avrupa’da, özellikle Ortaçağ döneminde '‘gereksiz” veya “evlendirilmesi olanaklı görünmeyen” kızlarını rahibe manastırlarına kapatarak bunları başlarından atan ailelere rastlanmıştır (Walters, 2009: 15). Avrupa’da 13. Yüzyıldan itibaren kadınlara dair bir takım olumsuz gelişmeler de dikkati çekmektedir. Kadınların bu dönemde mahkemelere tanık olarak çıkma hakkı ellerinden alınmış, kilisedeki yüksek mevkilerde olan kadınlar görevlerinden uzaklaştırılmışlardır (Sevim, 2005: 24).
Eski Türk toplumunda kadına verilen değer, “Tanrı inancı ve aile yapısı” doğrultusunda kutsanmışlık anlayışıyla kendini gösterir. Bunlar da hayat şartlarının zorluğundan, tabiatla başa çıkabilmek için iş bölümünün olması gerekliliğinden çıkan durumlardır. Kadın, Türk mitolojisinde, destanlarda Gök Tanrı tarafından ışık şeklinde yaratılmış olarak tasvir edilmiştir. Hatta çoğu Hakan, kadınları Gök Tanrı’nın gökten gönderilmiş bir hediyesi olarak kabul etmiştir. Bu kutsallık anlayışı dilimize de yansımıştır. Günümüzde evlenmek, “ev, bark sahibi olmak” şeklinde anlatılır. Burada kullanılan “bark” kelimesinin Orhun Kitabeleri’nde “mabet” anlamına geldiği bilinmektedir. Dolayısıyla Eski Türklerde kadın bu kutsallığın oluşmasında en önemli etken olarak kabul edilmiş ve kadın bu toplumda dönemine göre aile yapısında önemli bir yere sahip olmuştur. Eski Türk toplumlarında ataerkil aile yapısına rağmen ana soyu ile baba soyunun eş değerde tutulduğu görülmektedir (Özel Özcan-Erden Kaya, 2017:179). Hunlar döneminden itibaren kadın-erkek arasında bir ayrımın yapılmadığı görülürken, kadının siyasi alanda da konumunun güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Kağanın emirnamelerinde sadece “Hakan buyuruyor ki…‟ ifadesinin yer alması, eşinin söz hakkı yok sayıldığı gerekçesi ile geçersiz sayabilmektedir (Gündüz, 2012: 132). Bundan dolayı kadının, Orta Asya Türk tarihi içerisinde savaşçı özelliklerinin yanı sıra, kağanın yanında siyasi alanda da güçlü bir yerinin olduğu görülmektedir. İslamiyet’in kabul edildiği ilk dönemlerde de kadının konumu çok farklı olmamış, kadın erkekler ile aynı sosyal aktivitelerde yer almış, savaşlarda ve ticari hayatta etkin olmuştur (Çaha, 2010: 97). Yine bu dönemlerde kadın âlimler, şairler ve mutasavvıflar vardır. Kadın ve erkeğin arasındaki fark İslamiyet içerisinde hiyerarşik değil, yaratılış şekli olarak öne çıkmaktadır. Yani kadın ve erkek birbirini tamamlamaktadır (Şenol- Alemdar, 2006:167). Anadolu coğrafyasına bakıldığında Kayseri’de 13. yüzyılın ilk yarısında Fatma Bacı tarafından kurulan Bacıyan-ı Rum kadınların oluşturduğu en önemli sivil toplum örgütlenmesidir (Çubukçu, 2015). Türkler’de kadın, İslam’ın kabulü ile toplumsal alanda konumunu ve rolünü aktif şekilde devam ettirmiştir. İşte böyle bir sosyal ortamda kadınların siyasi hayatta kendisinden söz ettirmesi diğer toplumlara göre daha kolay olmuştur. Ancak, geleneksel toplumlarda olduğu gibi İslam toplumunda da kültürel gelenek zaman içerisinde kadın ve erkek alanlarını ayırmıştır. Bu kültürel gelenek, cahiliye dönemi Arap kültürünün yansımasıdır. Böylece erkek kamusal alan, siyasal otorite gibi değerleri ile özdeşleşmeye başlamış, kadın ise kamusal alanının dışlayıcı normları ile bütünleşmiştir (Çaha, 2010: 97).
 
Dünya tarihinde büyük etkisi olan 1789 Fransız İhtilali, kadınlar ve kadın hakları açısından yeni kazanımlar ortaya çıkarmamıştır. Kadınlar bu mücadele de yer almışlar, ancak ortak hareket ettikleri bu toplumsal dönüşüm içinde “insan ve yurttaş” kavramlarının kendilerini kapsamadığını görmüşlerdir. Konuya dair Olympe de Gouges 1791’de “Kadın ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”ni ilan etmiştir. Ancak bu gelişmelere karşın kadının konumu değişmemiştir. Çünkü toplum sözleşmecilerinin en önemli isimlerinden biri olan John Locke bile, kadının aile içindeki bağımlılığını doğal görmekteydi. Locke, erkeklerin kadınlar üzerinde “doğal paternal hakları” olduğunu ve dolayısıyla kadınların “toplumsal sözleşme”nin tarafı olmadığını savunmuştur. Dolayısı ile Fransız İhtilali sonrasında bile kadınların neden yurttaş olamadıklarının fikri temeli her daim ataerkil söylem ve oluşumlarda yatmaktadır. Tüm bunlara karşın, Batı tarihine bakıldığında, 18. yüzyıl itibarı ile kadının konumunun güçlendiği görülmektedir. 1792 yılında İngiltere’de Wollstonecraft’ın yayınladığı bildiri ile ilk kez kadın köleliğine karşı çıkılmıştır. Özellikle eğitimde fırsat eşitliği, öncelikle dile getirilen en önemli konu olmuş ve bu tarihten itibaren kadının eğitimi konusuna ağırlık verilmiştir. Böylece feminist hareket 19. yüzyılda I. Dalga içerisinde eğitim, oy hakkı, fırsat eşitliği gibi konular ile toplumsal ve sosyal alanda kendini erkek ile eşit seviyeye çıkarma mücadelesine girişmiştir (Özel Özcan-Erden Kaya, 2017:181). Tanzimat Dönemi ile Osmanlı İmparatorluğu’nda başlayan yenileşme hareketi, kadınlar için de eğitim alanında önemli adımları beraberinde getirmiştir. 1842 yılında Askeri Tıbbiye’ye bağlı Ebelik Okulu, 1869’da Kız Sanat Okulu (İnas Sanayi Mektebi), 1870’de Kız Öğretmen Okulu (Darülmuallimat) açılmıştır (Kaymaz, 2010: 337). Öte yandan 1862 yılında ilk kez kız rüştiyesinin ve 1869’da kızlar için zorunlu sıbyan mekteplerinin açılması ile kızların eğitim hayatında önemli değişimler yaşanmaya başlanmıştır.
 
Batı’da, kadınların toplumsal ve siyasi alandaki konumlarını, erkek egemen sisteme karşı sorgulayan fikir, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde de kadının erkek karşısındaki yerinin sorgulanmasında etkili olmuştur. Bu durum aynı zamanda kadınların, haklarını savunma adına dernekler kurmasını sağlamıştır. Bu alanda öne çıkan derneklerden biri de Ulviye Mevlan tarafından 1913 yılında, “Osmanlı Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti” adıyla kurulmuştur. Dernek, 1913-1921 yılları arasında “Kadınlar Dünyası” adında bir dergi de çıkarmıştır (Gökçimen, 2008: 15). Yine 1913 yılında kadınların ilk kez devlet memuru olarak çalışmaya başlaması ve 1914 yılında ise kadınların tüccarlık ve esnaflık mesleğine yönelmesinde önlerinin açılması, kadınların iktisadi alanda güçlenmelerine ve buna bağlı olarak da kadınların toplum içerisinde yerlerini sorgular iken eş zamanlı olarak da siyasete yönelmelerine dair düşünceleri desteklemiştir (Özel Özcan-Erden Kaya, 2017:181). Nitekim eğitim ve ekonomik refah bu alandaki en önemli adımlar olmuştur. Bu bağlamda İttihat ve Terakki Fırkası, kadını parti politikası içine almıştır. Bu dönemde en dikkat çeken örneklerden biri, Cevdet Paşa’nın kızı Emine Seniye’nin partinin çalışmalarında faal olarak görev almasıdır (Konan, 2011: 164).
 
1914-1918 Dünya Savaşının akabinde, Türk kadının tarihsel rolü Kurtuluş Savaşı içerisinde de devam etmiştir. Kadınlar sadece savaş için cephede değil aynı zamanda cephe dışında da mücadele vermişlerdir. Çocuklarına bakmış, tarlaları ekmiş, kısacası hayatın devamı için uğraşmışlardır. Askere giden erkeklerden açık kalan bazı memurluklarda kadınlar, görev almaya başlamış ve hastanelerde, posta tekel idaresinde, laboratuvarlarda ve diğer bazı işlerde kadın çalışan sayısında artış yaşanmıştır. Ayrıca tarım alanında da kadınlar ön plana çıkmış ve Adana’da pamuk, Karadeniz’de tütün, İzmir’de üzüm ve incir üretimi yapılan tarımsal işletmelerde görev almaya başlamışlardır (Gökçimen, 2008: 11; Kaymaz, 2010: 340). Öte yandan kadınlar Kurtuluş Savaşı Döneminde de aktif yer almışlardır. 1918 yılında “kurtuluş savaşına katılan bütün güçleri bir araya getirip seferber etmek için oluşturulan, Milli Kongre’nin katılan 51 örgütünün 16’sı, çeşitli amaçlarla kurulmuş olan kadın örgütleridir. Kadınlarla ilgili hukuki süreçler ve oy hakkına dair fikri çalışmalar 1920’ler itibarı ile hız kazanmaya başlamıştır. 1923 yılında Cumhuriyetin ilanının ardından kadınlara oy hakkı verilip verilmemesiyle ilgili tartışmalar yapılmıştır. TBMM’nde yapılan görüşmelerde seçilecek milletvekili sayısının belirlenmesinde kadın nüfusunun dâhil edilmesi amacı ile Bolu Mebusu, Tunalı Hilmi Bey, bir önerge vermiş ancak büyük bir tepkiye neden olmuştur (Kaymaz, 2010: 343). 16 Haziran 1923 yılında kadının sosyal, ekonomik, siyasi haklarının sağlanması amacı ile Kadınlar Halk Fırkası kurulmuştur. Parti Başkanı Nezihe Muhittin, 1924 yılında sosyal ve siyasi hakların geliştirilmesi adına “Türk Kadınlar Birliği”ni kurmuştur (Konan, 2011: 166).
Kadın hakları açısından önemli adımlardan biri de 17 Şubat 1926 tarihinde, İsviçre Medeni Kanunu’nu temel alan Türk Medeni Kanunu’nun kabul edilmesi olmuş ve kadınla erkeğin yasa önünde eşitliği ön plana çıkarılmıştır. Yine yasa ile çok eşlilik ve vekâletle evlenmek yasaklanırken evlenme yaşı olarak kızların 18 yaşını bitirmesi şartı konulmuştur (Gökçimen, 2008: 18-19). Kadınların iş hayatındaki konumuna dair önemli adımlardan biri 1936 tarihli İş kanunu ile kadınların çalışmaya hayatına girişi düzenlenmiştir. Kadına ilk siyasi hak, belediye seçimlerine seçmen olarak katılma hakkı 1930 yılında Belediye Kanunu ile tanınmıştır. Türk kadınlarının parlamentoya seçme ve seçilme hakkını elde edişi ise 1934 yılında gerçekleşmiştir (Altındal, 1985: 149). Kadınlara verilen temsil neticesinde kadın sorunları kamusal alana taşınmış olmaktadır. 1935 milletvekili genel seçimlerinde 18 kadın milletvekili Meclis’e girmiş, kadınlar parlamentoda % 4.5 oranında temsil edilmişlerdir. İlk kadın milletvekillerini meslekleri itibariyle sınıflandırıldığında, 18 milletvekilinden 13’ünün öğretmen olduğu görülmektedir. Bu % 72.22 gibi büyük bir orana tekabül etmektedir. Türkiye’de öğretmenlik, kadınlar için en eski meslek geleneğine sahip alanlardan biri olmuştur ve ilk kamusal meslek niteliğindedir. Dârülmuallimât’ın 1873 yılındaki ilk mezunlarından inas rüştiyelerine atanan kadınlar, sıbyan mekteplerindeki kadın hafızlardan ya da nakış hocalığı yapan kadınlardan sonra ilk kadın öğretmenlerdir. Kadın öğretmen, gerek Osmanlı İmparatorluğu’nda gerekse Cumhuriyet’te “medeniyete geçiş projeleri” kapsamındaki kilit figürlerden biri olarak görülmüştür.
 
Inter-Parliamentary Union’ın 31 Temmuz 2009 verilerine göre dünya parlamentolarında kadınların temsil oranı % 18,3’tür. Bölgesel olarak incelendiğinde bu oran İskandinav ülkelerinde % 42, Amerika’da % 20,5, Avrupa’da % 19,3, Asya’da % 18,3, Pasifik ülkelerinde % 13, Arap ülkelerinde ise % 9,7’dir (Şahin, 2011: 17).Türkiye’de kadınların Parlamentoda temsil edilme oranları ortalama olarak %4’dür. Kadınların toplam milletvekili sayısı içindeki oranı, kadınların ilk seçildikleri 5. dönemde %4.5 oranını aşamamıştı. Temsil oranı 2007 genel seçimlerinde %9,1’e ulaşmış, 2011’de %14,3, 7 Haziran 2015’deki seçimde %17,6 ve en son parlemento seçimi olan 1 Kasım 2015’de de %14,7 olarak tespit edilmiştir. Türkiye’de kadınların parlamentoda çok az temsil edildiği ortadadır.
 
Kadının Siyasete Katılmasının Önemi
 
Bölgesel farklılıkların etkisi görülmekle birlikte genel olarak ele alındığında kadınların temsil oranının hala düşük olduğu söylenebilir. Oysa kadınların sorunlarına çözüm bulabilmeleri için aktif siyasal katılımları son derece önemlidir. Kadınların aktif siyasal katılımlarını artırabilmek için ise kadınların eksik temsil nedenleri iyi bilinmeli, bu engellerin ortadan
kaldırılması için stratejiler geliştirilmelidir.
 
Özel alan-kamusal alan ayrımı, kadınlar ve erkeklerin toplumsal konumunu belirlediği ölçüde kadınlar ve erkekler arasındaki işbölümünü de büyük ölçüde belirlemektedir. İster ev kadını olsun, ister ücret karşılığı ev içinde üretim yapsın, isterse de ev dışında ücretli çalışsın, kariyeri ne olursa olsun tüm kadınların ortak bir yanı var ki, bu da kadınların yaptıkları her şeyle beraber aile ve ev işlerinden sorumlu olduğudur. Özetle; kariyerinden ve toplumsal statüsünden bağımsız olarak tüm kadınlar, aynı zamanda ev kadınıdır. Kadınların büyük çoğunluğu çocukların, erkeklerin, yaşlı ve hastaların gereksinimlerini karşılamak için evde çalışır ve kalır. “Özel” yaşam alanında konumlandırılan kadın, toplumun “ortak” yaşamının dışında görülür; bu nedenle de kamuoyunu ilgilendirmeyen, diğer deyişle “apolitik” bir dünyaya aitmiş gibi tanımlanır. Bu zihniyet kadınları yaşam alanlarıyla ilgili sorunların siyaset dışı olduğu iddialarına karşı savunmasız bırakmaktadır. Kadınlar çifte sorumlulukları gereği zaman ve enerji bulamadıkları için siyasal alanda veya yönetim sürecinde kendilerini yetersiz, bilgisiz ve güçsüz hissederler. Siyasete istekli olsalar bile gerekli donanıma sahip olmadıkları için çoğu zaman siyasete atılmaya korkmakta ve cesaret edememektedirler. Siyasal kültürde egemen olan erkek söylemi kadınları siyasete davet eder, hatta bu alanda koşulların da gayet eşit olduğunu vurgular. Oysa kadınlar ve erkekler hiçbir zaman eşit koşullarda yaşamazlar. Siyasi platformlardaki şartlar, kadınların da siyasete katılımlarını sağlayacak şekilde yapılandırılmadığı sürece, oyunu erkek kurallarına göre oynamayı öğrenmek ve öyle davranmak mecburiyeti doğacaktır. Bunun yanı sıra eğitim görmüş olanlar, iyi gelir sahipleri ve yüksek statülü mesleklerde çalışanlar, genellikle yoksul, eğitimsiz ve düşük statülü mesleklerde çalışanlara oranla daha fazla siyasal katılım göstermektedir. Cinsiyet temelinde bu değişkenler incelendiğinde kadınların ve kız çocuklarının okullaşma oranlarının erkeklere göre daha az olduğu görülmektedir. Yine, eğitim düzeyi yükseldikçe ortaöğretim ve yükseköğretim kademelerine geçişlerde kız çocuklarının eğitime katılma oranlarının düştüğü tespit edilmiştir. Oysa ki ülkemizde eğitim ve iş açısından yasalar doğrultusunda eşitlikler sağlanmıştır. Herkes gelir getirici bir işte çalışma, meslek edinme hakkına sahiptir. Ancak, cam tavan sendromu bu noktada kendisini göstermektedir. Kadınların önünde gerek aile ve toplumsal hayattaki işbölümünden gerekse ataerkil toplum yapısının özelliklerinden kaynaklanan görünmez engeller mevcuttur. Diğer bir deyişle, eşit koşullar yeterli olmamaktadır. Bunun sağlanabilmesi için her alanda erkek-kadın fırsat eşitliği sağlanmalıdır. Bu başarıldığı takdirde kadınların, gerek yerel gerek genel siyasal yaşama etkin olarak katılımları tüm ülkeler için hem demokratik anlamda hem de yeni yönetim anlayışı çerçevesinde birçok kazanım sağlayacaktır (Şahin, 2011:19-20). Kadınların yerel yönetimlerde temsil edilmeleri de yerel yönetimler açısından yerel hizmetlerin kalitesi üzerinde olumlu etki sağlayacaktır. Çünkü yeniden üretime dönük toplu tüketim hizmetleri niteliğinde olan yerel hizmetler, kadınların gündelik yaşamlarını doğrudan etkileyen sonuçlara sahiptir.
 
Kadının Siyasete Girme Çabası
 
Ülkemizde kadınların siyaset mücadelesinin tarihi gelişimine daha önce değinilmişti. Kadınların örgütlenmesi ve mücadeleyi kamusal alanda daha çok hissettirmeye başlamaları 1990’dan sonra olmuştur. Bu dönemde kadın sorunları belirlenmiş sonuç elde edebilmek için sorunların üzerine sürekli gitmek gerektiği anlaşılmıştır. Askeri rejimin getirdiği kısıtlamaların ve yasaların biraz esnemesiyle, kalıcı derneklerin kurulma çabalarına girişilmiştir. Bu dönemde, Türk Kadın Hareketi, örgütlenme ve dernekleşme yolunu oldukça etkili bir şekilde kullanmaya çalışmıştır. Bu dönemde kadınların kurduğu dernekler, kadın sorunlarının farklı alanlarına yoğunlaşmıştır. 2000’li yıllara gelindiğinde ise, kadınların, kendilerini ilgilendiren hemen hemen her alanda örgütlendiği, bu örgütlerin çalışan ve yaşayan örgütler olduğu söylenebilir. Ancak üyelik tabanları geniş olmayan bu derneklerin büyük bir çoğunluğu para sıkıntısı çekmektedir. Yine, kurumsallaşma sürecini tam olarak gerçekleştiremeyen birçok dernekte tüm zorluklara rağmen çalışmaların devam ettiği görülmüştür. Bunun nedeni olarak bu yola baş koymuş inançlı, azimli ve çalışkan kadınlar gösterilmektedir.
 
Bütün bu gayretler ve çalışmalarla gelinen nokta,  yerel yönetimler bağlamında kadın meclislerinin kurulması olmuştur. Kadın meclislerinin ortaya çıkması ülkemizde 1990’lı yılların ikinci yarısına denk gelmektedir. Kadın meclislerinin oluşması hem kadınların örgütlenmesi hem de yerelde kadınların siyasal temsil ve katılımını sağlamak açısından son derece önemlidir. Kadın meclisleri, kadınların perspektif sahibi birer yurttaş ve kenttaş olduğu
gerçeğinden hareketle, kadınların sorunlarını, farklı deneyim ve ihtiyaçlarını yerel yönetim sürecine taşımayı ve çözüm önerileri geliştirmeyi; bu sayede kentteki tüm kadınların yönetim sürecine ve siyasete katılımını sağlamayı hedeflemektedir. Ayrıca, seçmenlik dışında yerel
demokrasiye katılma ve yerelle bağlantı imkânı olmayan örgütsüz kadınları da sürece davet etmekte, onların da katılımını sağlamayı amaçlamaktadır (Şahin, 2011: 35).
 
Kadınlar ve erkekler farklı ihtiyaçlara, farklı hayat tecrübelerine ve farklı bakış açılarına sahiptirler. Bu noktada, ülkenin ve toplumların refah düzeyinin arttırılması ve kalkınmanın önündeki engelleri ortadan kaldırmaya yönelik olarak geliştirilecek politika ve stratejilerde kadınların katkısı olmadan toplumun sorunlarına doğru ve kalıcı çözümler bulunamayacağı
açıktır. Demokrasi ve sosyal hukuk devleti çerçevesinde ülke geleceğine yönelik politikaların geliştirilmesi halk tarafından seçilen iktidar öncülüğünde ilgili paydaşların da katılımıyla gerçekleştirilecektir. Bu çerçevede, kadınların ilgili paydaş gruplarına katılımı gerekli olmakla birlikte, milli iradeyi temsil eden mecliste yer almaları son derece önemlidir. Siyasal partilere katılım ise, bu noktada önemli bir basamak olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadınların gerek ülke yönetimi gerekse yerel yönetimlerde söz sahibi olması, toplumu dönüştürebilmesi ve toplumsal cinsiyet bakış açısını plan ve programlara yansıtabilmesi için siyasal partilere üyelikleri önem taşımaktadır (Şahin, 2011: 55).
 
Liderlerin Kadının Siyasete Girmelerine Duyarsızlığı
 
Ülkemizde siyasi partilerin yapısı ve kadın erkek eşitliğine bakışı, kendi ideolojileri doğrultusunda gerçekleşmekte ve iki yaklaşım görülmektedir. Bunlardan ilki, kadını aile kurumu ile özdeşleştiren ve kadın haklarına ailenin gereksinimleri çerçevesinde bakan “aile merkezli” bir anlayıştır ki bu anlayışta siyasette kadına düşen görev, sosyal faaliyetlere gönüllü katılarak siyasete destek olmaktır. İkincisi ise kadın erkek eşitliğine inandığını belirten, kadınların toplumsal yaşama katılımını çağdaşlığın, demokrasinin, gelişmişliğin gereği sayan toplum merkezli anlayıştır. Ancak ikinci anlayış, siyasi partinin, her ne kadar kadın haklarına önem verdiğini gösterse de bu doğrultuda bir uygulamanın olmadığı ortadadır. Ülkemizde -1980 ihtilali sonrasında- siyasi partilerin kadın kollarını kurması 1999 yılına kadar yasaktır.
 
1999 tarihli ve 445 sayılı Kanun’la Siyasi Partiler Kanunu’nun kadın kollarını yasaklayan hükmü yürürlükten kaldırılmıştır. Bugün siyasi partiler çıkardıkları yönetmeliklerle kadın kollarının çalışma usul ve esaslarını belirlemektedir. Bu yönetmelikler incelendiğinde, kadın kollarının seçimle göreve gelmesi ilkesinin benimsendiği ancak, önemli kısıtlılıkların devam ettiği görülmektedir. Bunlar, kadın kolları seçimle belirlenirken, parti merkezlerinin belirleme ve yönlendirmelerden vazgeçmemeleri ve seçilen kadın kolları yöneticilerine partinin karar organlarında söz ve karar yetkisi verilmemesinden kaynaklanmaktadır. Kadın kolları genellikle çay, kermes, piknik düzenleyen ve partinin propagandasını evleri dolaşarak yapan yardımcı örgütlenmeler görünümündedirler. Kadınların sorunlarını siyasi alana taşımak konusunda gerekli siyasal güç, yetki ve imkandan yoksundurlar. Siyasi partilerin kadın kollarının kendi bütçesi de bulunmamakta, parti kaynaklarından ancak, parti yönetimlerinin onayı düzeyinde faydalanmaktadırlar. Bu da bu örgütleri parti yönetiminden onay alacakları projelere yönlendirmektedir. Partilerdeki kadınlar Türkiye kadın hareketinin tarihi, uluslararası kadın hareketleri ve siyasal süreçte güçlenme politikaları hakkında yeterli bilgiye sahip değillerdir. Parti yönetimleri de, kadın üye ve politikacılarının bu yöndeki eksikliklerini gidermek amacıyla yeterli çaba göstermemektedirler. Bunlardan başka Seçim dönemlerinde partilerin genellikle kadın adaylarına ilişkin önceden hazırlanmış bir çalışması olmadığından ve kadın adaylar son anda belirlendiğinden, bu adaylara güven azalmakta ve kadınların temsil yeteneklerini azaltmaktadır. Kadınların seçilmelerine engel diğer bir neden de siyasi partilerdeki aday belirleme usulleridir. Türkiye’de aday belirlenirken “önseçim”, “örgüt yoklaması” ve “merkez yoklaması” usulleri kullanılmaktadır. Her usulün kadın aday için iyi ve kötü yanları vardır. Mesela, sivil toplum örgütlerince bir kadın aday destekleniyorsa, bu adayın önseçimde şansı daha yüksek olacaktır. Ancak bu usul, parti içinde güçlü bir kadın örgütlenmesi varsa iyi bir yöntem olur. Merkez yoklaması da partinin daha fazla kadın aday gösterme niyeti olduğunda, kadınlar için büyük bir şans yaratır. Bu durum da kadın adayı tabandan kopararak lidere bağımlı bırakabilir. Kadınlar için aday belirleme sürecinin şeffaf olması çok önemlidir. Bu süreç önceden ne kadar belirli ise kadınlar bu konudaki mücadelelerini daha iyi yapabilirler. Aday olan kadınların seçimlerde başarılı olamamasının bir nedeni de kadınların siyaset arenasında başarı sağlayamayacakları konusundaki toplumdaki genel kanıdır (Gökçimen, 2008:45-46). Bütün bu sebepler liderlerin kadın adaylara bakış açılarını etkilemektedir.
 
 
KAYNAKÇA
 
AKSOY, İ., (2016), Toplumsal ve Siyasal Süreçte Türk Kadını, YASAMA Dergisi, 32, 7-20.
ALTINDAL, A. (1985). Turkiye'de Kadın. İstanbul: Süreç Yayıncılık.
ÇAHA, Ö. (2010). Sivil Kadın –Türkiye’de Kadın ve Sivil Toplum-. Ankara: Savaş Yayınevi. Çağlar, N. (2011). “Kadının Siyasal Yaşama Katılımı ve Kota Uygulamaları”, Süleyman Demirel Üniversitesi Vizyoner Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 4, (s.56-79).
ÇUBUKÇU, H (2015). "Bâciyân-ı Rûm ve Anadolu Tasavvufundaki Yeri ", FSM İlmî Araştırmalar İnsan ve Toplum Bilimleri Dergisi, S. 5, s. 217-231
GÖKÇİMEN, S.,”Ülkemizde Kadınların Siyasal Hayata Katılım Mücadelesi”, YASAMA Dergisi, 10, 5-59.
GÜNDÜZ. A. (2012). Tarihî Süreç İçerisinde Türk Toplumunda Ve Devletlerinde Kadının Yeri Ve Önemi. Cilt. 5 Sayı. 5, s.129-148.
KARAMAN, Hayrettin, Başlangıçtan Günümüze Kadar İslâm Hukuk Tarihi, İstanbul, 1974.
KAYMAZ, İ.H. (2010). Çağdaş Uygarlığın Mihenk Taşı: Türkiye’de Kadının Toplumsal Konumu. Ankara Üniversitesi Türk İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi S 46, Güz 2010, s. 333-366.
KONAN, B. (2011). Türk Kadınının Siyasi Hakları Kazanma Süreci. AUHFD, 60 (1) s.157-174.
ÖZEL ÖZCAN, M. S.- ERDEN KAYA, E., (2017), “Türk Toplumsal Hayatında Kadının Varlığının Tarihsel Eksende Sorgulanması”, International Periodical for the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 12/12, p. 175-188.
SEVİM, A., Feminizim. İstanbul:İnsan Yayınları, 2005.
ŞAHİN, F. (2011), Kadınların Siyasal Katılımları Çerçevesinde Kadın Meclislerinin Yerel Siyasetteki Etkinlikleri ve Üye Profilleri, T.C. Başbakanlık Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Uzmanlık Tezi, Ankara.
ŞENOL, N. - ALEMDAR, S. (2006). Daha İyi Bir Gelecek İçin Kadın Dostu Kentler. Birleşmiş Milletler Kadınların ve Kız Çocuklarının İnsan Haklarının Korunması ve Geliştirilmesi Ortak Programı (BMOP) Bülteni. (4), 1-8. Nisan 2008. www.bmkadinhaklari.org.   Erişim Tarihi: 10.02.2019.
ÜSKÜL ENGİN, Z.Ö, (2014), “Birey Kavramının Gelişimi ve İnsan Hakları”, İ. Ü. H. F.M., C. LXXII, 201-218.
WALTERS, M., Feminizm, Çev: Hakan Gür, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, 2009.
 
NOT: Türk Eğitim Sen'in 21-24 Şubat 2019'da düzenlediği "Kadın Sorunları, Beklentiler ve Çözüm Önerileri" Çalıştayında sunulan bildirnin bir bölümüdür. 
 

 

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar

Seferi (Nurcan Bedir Ören)

Seferi (Nurcan Bedir Ören)

6 years ago

Yararlı bir çalışma olmuş. Eski Türklerde erkeği ile beraber olan katun’lar, yerleşik hayata geçildiğinde ve İslam etkisine geçildiğinde Arap kültürü benimsenmiş ve geri plana itilmiştir. Atatürk’ün kurduğu cumhuriyette kadınlar, unutulan haklarına yeniden kavuşabilme imkanına sahip olsalar da yine de tam anlamıyla sosyal hayata girememektedir. Hükümete kadın bakan konulsa bile ona da Kadın ve Aile bakanlığı veriliyor. Önemli tesbitleriniz olmuş. Sorun bilinirse çözüm de bilinir. Kadınlar için daha geniş hakların ve özgürlüklerin olduğu daha medenî günlerin gelmesi dileğimle ellerinize sağlık...

Maksud - Maksude

Maksud - Maksude

6 years ago

Varlığın ile örnek oluyorsun arkadaşım. Başarıların daim olsun.

Esa

Esa

6 years ago

Konu hakkında akademik vasıflı, bilimsel bir makale. Bildiri amaçlı yazılmış bilimsel tespitlere dayalı bu yazı, bir çok kişinin alıntı yapacağı güzel bir kaynakça olmuş. Çok okuru olacak bu yazı adına gönülden tebriklerle...

Ezgi KUZUCULAR

Ezgi KUZUCULAR

6 years ago

Kadim anaerkil toplumlarda, kadının çekim yasasıyla yaratım gücü, enerjiyi duygusal yapısıyla kullanma biçimi biliniyordu. Ama zamanla unutuldu.Yada şifalandırıcı bilge kadınlar tehdit unsuru olarak görüldü. Şimdilerde kadınlar mutsuz.Tarihte ne zaman bir toplumun kadınları cok mutsuz edilse, ahı alınsa, doğa o toplumdan intikam almıştır. Onlara yokluk duygusu veren, kısıtlayan toplumlar para ve bereketten uzak kalmıştır. Bunu en küçük toplum olan aile kurumunda da görebiliriz. Kendi kadınının ahını alan her erkek, bir gün muhakkak iş ve toplum hayatında mutsuzluğu ve kaybı tadar.

Aytül Kaplan

Aytül Kaplan

6 years ago

Yorumlar için çok teşekkürler...Ezgi hanım, çok güzel söylemişsiniz...