25.03.2015
Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı. On kulaç, on beş kulaç kazdı, gene suyu bulamadı. Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastladı. Yeise düştü, gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti. Fakat bir ses ona:
- Daha derinlere in, daha derinlere! dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu.
Suyu Arayan Adam, hayata bir ilkokul öğretmeni olarak hazırlanan ama Birinci Dünya Harbinde savaşa katılıp Türkçü ve Turancı düşler ile Büyük Turan'ı kurmak için Kafkas, Hazer ülkelerine koşan ve bu yıllarda görüp duyup, yaşadıklarını kaleme alan bir gencin Hikâyesidir. Bu genç de bizzat Şevket Süreyya Aydemir'in ta kendisidir ve bu roman, romanın da ana kahramanı olan Şevket Süreyya Aydemir'in otobiyografik bir romanıdır.
Şevket Süreyya Aydemir’in , Suyu Arayan Adam adlı eseri önceden yazmış olduğu “, Tek Adam”, “İkinci Adam”, “Enver Paşa; Makedonyadan Ortaasya'ya “ve “Menderes'in Dramı “ adlı kitapların dan sonra yazdığı kendi öz yaşamını anlattığı beşinci eseridir.
“Şevket Süreyya Aydemir; Rusya'da, Sovyet inkılabı cereyan ederken, aralarında Enver Paşanın da bulunduğu önemli şahsiyetlerle karşılaşmıştı. Yazar, Rusya'da tahsilini tamamlayarak memleketine dönmüş, hayatın acı ve tatlı çeşitli olaylarını yaşamıştır. Sonra devletin yüksek hizmet mevkilerinde çalışan Şevket Süreyya Aydemir'in hayat hikâyesi, Orta Anadolu bozkırında bir "toprağa yöneliş"le biter."Suyu Arayan Adam"da yüzyılımızın, Avrupa'dan Çin'e ve Himalayalara kadar uzanan çeşitli problemlerini de bulacaksınız.”[1]
“Kitapta kendisini "suyu arayan adam" olarak nitelendiren Şevket Süreyya Aydemir, Turancılık hevesinden sıyrılıp, Komünizm gibi fikirleri de reddederek, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi kimliğe bürünmesiyle suyu bulduğunu belirtip, doğru yola eriştiğini ima etmektedir.”[2]
Suyu Arayan Adam, Şevket Süreyya Aydemir'in MEB Yüz Temel Eser listesine aldığı [3] kendi yaşamını anlattığı 1959 yılında tamamladığı otobiyografik romanın adıdır.
KISA KONUSU
Eser Turancılık davasından Sosyalizme, Sosyalist ülkelere uzanma komünist düşüncelerin attığı rüzgârlardan sonra tekrar Anadolu'nun bağrına dönen, ideolojik olarak doğruları yani suyu arayan bir adamın ibret verici hikâyesini anlatır.
Turancılığı savunması, Sovyet Rusya'ya gitmesi, Türkiye’ye dönüşü, çevresine bir komünist perspektifinden bakması, her turlu ticari atılıma burjuvazi kapitalist yaftasını yapıştırması, komünizmden soğuması, Kemalizm’e yamanması gibi kişisel değişimlerini aktarmıştır.
ANA FİKİR
Kitapta kendisini "suyu arayan adam" olarak nitelendiren Şevket Süreyya Aydemir, Turancılık hevesinden sıyrılıp, Komünizm gibi fikirleri de reddederek, Cumhuriyetçi ve Milliyetçi kimliğe bürünmesiyle suyu bulduğunu belirtip, doğru yola eriştiğini ima etmektedir.[4]
ÖZETİ [5]
Aydemir, Suyu Arayan Adam isimli eserinde, çocukluğundan başlayarak hayat hikâyesini ayrıntılı bir şekilde anlatmıştır. Fakat bunu anlatırken bir diğer amac kendi biyografisi üzerinden ı Ülkemizde etkili olan siyasi görüşler mücadeleler ve doktiriner arayışları ile onları amaçları, yönleri özellikleri doğruları arasında mütalaalar yaparak doğru olan bulma mücadelesidir. Bu arayış eserde suyu arayan adam şeklinde sembolize edilmiştir.
Eser II. Meşrutiyetten başlayarak ülkede ortaya çıkan hatta dünya da da yankı bulan siyasi ideolojilere giriş ve çıkışlarını bu ideolojilerin iç yüzlerini ve bu mecralar içinde girip çıkarken yaşadıklarını dile getirmektir. Eser bu özellikleri nedeni ilgi çekmiş pek çok ve birbirinden farklı ideolojilere girip çıkan yazarın şahsında söz edilen ideolojilerin doğruları, yanlışları, hedefleri icraları hakkında fikir sahibi olmuşlardır.
Eserin okunmasında hem kullanılan dil ve üslup hem de yazarın hayat hikâyesinin çok renkli olması elbette ki etkili bir faktördür. Yazar, bu eserini sıcak, samimi, doğal ve duru bir Türkçe ile kaleme almıştır.
Suyu Arayan Adam, Tek Adam, İkinci Adam, Enver Paşa; Makedonya’dan Orta Asya’ya ve Menderes'in Dramı adlı kitapların anlattığı beş kitabından biridir.
Yazar birinci bölümde Osmanlıcılık, Türkçülük-Turancılık gibi Osmanlı Devleti'nin son devrin de hâkim ideolojilerini ve kendisinin de bu ideolojilerle olan ilişkisini dile getirmiştir. Ayrıca bu bölümde Rusya'daki Sovyet Devrimi'ne Azerbaycan'daki Turancılık ve sosyalist hareketlere Sovyetler ‘deki Lenin ve Stalin dönemleri arasındaki farka değinmiştir. Bu kapsamda Doğu Emekçileri Sosyal Bilimler Akademisin de okuyan Nazım Hikmet ve Va-nu gibi tanınmış Türk sosyalistlerini, Doktor Nazım ve bazı İttihat ve Terakki üyelerinden de bahsetmektedir. Yazar Türkiye'ye dönmesiyle birlikte Aydınlık dergisi etrafında toparlanan sosyalist aydınlar arasına girişini Aydınlık Dergisi'ni Türkiye Komünist Partisi'nde ki görüş ayrılıklarına 1925 ve 1927 yıllarındaki komünist tutuklanmalarıyla beraber Afyon'da hapis yatmasına kadar uzanan hayat öyküsünü dile getirir.
İnkılabın Emrinde adlı ikinci bölümde yazar, Kadro hareketine, Kemalist devrime, devrimin gerçekleştirilmesi için gerekli olan şartlara değinmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Atatürk'ün himayesinde yaptığı eğitim çalışmalarını anlatarak kitabı noktalamıştır
ESERDEN ALINTILAR
Ergenekon [6]
Balkan Harbi’nin getirdiği çöküntü tamdı. Bu sefer Osmanlı Avrupa’sı vilayetlerindeki Türkler, hatta göç etmeye bile vakit bulamamıştır. Baskınlar, yağmalar ve toptan öldürmeler içinde amansız bir tasfiye başladı. Ve bu tasfiye kesin oldu
Umumi bozgundan bir süre sonra, Avrupa Türkiye’sinin üç noktasında, hâlâ döğüşen üç kale, belki harp tarihinin en son kale savaşlarını yaparak birer birer düştüler. Edirne kalesi bunlardan biriydi. Büyük ağabeyim biraz önce ölmüştü. Küçüğü bu kaleye kapanan orduda subaydı. Biz çocukları istanbula gönderdiler. İstanbul limanı, yabancı gemileriyle tıklım tıklım doluydu
Düvel-i muazzama bu sefer de kılıcını teraziye koydu ve gene Osmanlı Devletinin aleyhine koydu. Harp başlarken:
- Harbin neticesi ne olursa olsun Balkanlarda mevcut durum bozulmayacaktır, demişlerdi ama harbin sonunda bu mevcut durum, kesin olarak ve ebediyen hem de bizim aleyhimize bozuldu.
Bütün bunlar o zaman ve hele yeni yetişen ve ilk gençlik çağlarını yaşayan Türk çocukları için beklenmedik şeylerdi. Ben de bu çocuklardan biriydim. Bizler, bu netice için hazırlanmamıştık. Biz birtakım adı belirsiz hayal dağlan ardından doğacak, başka türlü sabahların rüyasını görüyorduk. Biz, fetihler, zaferler, genişlemeler, şanlar ve nihayet bir cihangirlik için hazırlanıyorduk.
Hâlbuki soğuk ve kara bir hakikatle işte karşı karşıya idik. Bu hakikati anlamaktaysa hafiften zorluk çekiyorduk.
Demek ki bizim bilmediğimiz, anlamadığımız bir şeyler vardı. Ve şimdi bu çıplak hakikate alışmak, gerçekleri olduğu gibi bilmek ve görmek lazım geliyordu.
O güne kadar demek ki bir hayal âleminde yaşamıştık. Bütün inandığımız şeyler demek ki bir vehimdi. Bu İmparatorluk aslında belki çoktan ölmüştü. Biz onu belki de sadece, vehmimizle yaşatmıştık. Şu kaybolan Osmanlı Afrika’sı, belki hiçbir zaman bizim olmamıştı. Şu Osmanlı Avrupası, belki çoktan beri artık bizim sayılamazdı. Girit, Şark-ı Rumeli, Tuna eyaletleri olan Bosna-Hersek, demek ki çoktan bizim için artık tarihe karışmıştı.
Ya Asya Türkiye’si? Fakat onun üstünde de Türk, Arap, Kürt, Ermeni gibi ayrılıklar yok muydu? Bütün şu Arabistan’a biz, nasıl Bizim! diyebilirdik ki, oralarda, asırlardan beri israf edilen kanımızdan başka bizim olan hiçbir şey yoktu.
Hele padişah, hele sabun köpüğü gibi sönmüş, gitmişti.
Ya Anadolu? Devletin bütün topraklan içinde belki tek temel olan; fakat bu devleti idare edenlerin hiç bilmedikleri hiç benimsemedikleri bir yer varsa o da Anadolu’ydu. Hatta benim büyüdüğüm sınır şehrinde bile Anadolu’yu, yalnız Anadolu’nun gönderdiği askerlerden tanırlardı. Bu askerler şehir sokaklarının alışamadıkları kalabalığına karışmaktan korkarak, mahcup, ürkek, cuma günleri büyük camilerin avlularına dolarlardı. Ortalığı yaygaraya boğan kebapçıların, börekçilerin sesleri arasından:
- Dördüncü ordudan vâ mı? Sivaslı vâ mı? Ankaralı vâ mı, diye bağıra bağıra hem şehri ararlardı. Biz çocuklar onların etrafını sarar eğlenirdik. Gülüşürdük. Rumeli’nde, Anadolu deyince akla, daima bu ürkek askerlerle, kıtlık, fakirlik eşkıyalık gelirdi
Hayır, Anadolu, Rumeli çocuklarının hayallerini dolduracak bir yer değildi. Bizim hayalimiz, o günlere kadar, Tuna’da, Kafkasya’da, Afrika’da, Hint kapılarında dolaşmıştı. Bizim kafalarımızda yaşattığımız rüya, bir cihan hâkimiyetiydi. Her birimiz bir cihangir olacaktık. İskender gibi, Yavuz gibi, Napolyon gibi
Fakat ne çare ki artık, her şey bitmişti. Ordular çökmüş, sınırlar çözülmüştü. Saray bir hiçti. İhtilalin o kadar gürültüyle getirildiği şeylerden ortada, bir hayal kırıklığından başka bir şey kalmamıştı. Bu görülmemiş hayal kırıklığıyla, maneviyat bozukluğu içinde memleket, son dakikalarını yaşıyor gibiydi. Çocukluğumda bize misafir gelen şom ağızlı hoca hanımın dediği şeyler, galiba doğru çıkıyordu: Evveli Şam, ahiri Şam!
Şu Bilinmeyen Anadolu
Haydarpaşa istasyonundan tren, öğle sonlarına doğru hareket edecekti. Dört yüzden fazla subay namzedi (subay adayı) idik. Kafkasya, Irak, Filistin Hicaz cephelerinde vazife almıştık. Dağılış noktalarına vardıkça her birimiz kendi cephemizin yolunu tutacaktı.
İstasyonda pek az uğurlayıcı vardı. Bunlar, bazı yaşlı, terbiyeli erkekler, temiz yüzlü İstanbullu anneler, o zamanlar henüz açılmamış, erkekleşmemiş İstanbullu kızlardı. Herkese kendi oğulları gibi yakınlık gösteren, kendi çocuklarıymış gibi nasihatlerde bulunan bu mübarek bakışlı babaların, amcaların çoğu, belki de eski, emekli askerlerdi. Gidilecek yerlerin ve harbin ne olduğunu hiç şüphesiz biliyorlardı. Bu gidenlerden çoğunun geri dönmeyeceğini ve şimdi bu uğurlayışın, onlardan birçoğu için, çocuklarını son görüş olacağını da herhalde arılıyorlardı. Fakat ne bir şikâyet sesi ne taşkın bir hıçkırık
Bilakis herkes bu ayrılışa âdeta mesut bir gün yıllardan beri beklenen, yıllardan beri hazırlanılan bir sevinç günü havası vermek için elinden geleni yapıyordu.
Fakat bütün bu insanlarda, az sonra birden sel gibi coşacak, seller gibi çağlayacak gözyaşlarına diledikleri gibi mecra verebilmek için trenin bir an önce kalkmasını ve kendilerini evlerinin gizli köşelerine bir an önce atabilmeyi bekleyen bir sabırsızlık hâli, her şeye rağmen seziliyordu.
Tren ilk düdüğünü çalınca, geldiğinden beri istasyonun bir direği dibine çöküp, bastonunu kucağında tutan ve boyuna bir şeyler okuyup üzerimize üfleyen bir ihtiyar, zorlukla ayağa kalkabildi. Daha ziyade bir mahalle imamına benziyordu. İstasyon adamlarının anlattıklarına göre, onun bu gidenlerin arasına hiç kimsesi yoktu. Fakat Hak’tan ümidini kesmeyen nurlu bir yüzü vardı, tren ikinci düdüğünü çalınca ellerini kaldırdı. Herkes ona uydu. Yanık tesirli bir sesi vardı. Duasını bitirdiği zaman, elini öpen her çocuğun boynuna sarılıyordu:
- Torunum siz yaştaydı oğul. Adı Selahattin’di. Bağdat’tan iki mektubu geldi, sonra haber kesildi. Kayıp diyorlar ama, Allah’tan ümit kesilmez ki oğul. Çukur Tekke şeyhinin torunu Selahattin diye sorun. Allah için soruşturun.
Kiminin alnından öpüyor, kiminin arkasını okşuyor:
- Haydi yavrularım, haydi Arslanlarım, diye ağlıyor, inliyordu
İstanbul banliyösünün köşkleri, konaklan, bahçeleri, bağlan yahut sırtlarını yeşil yamaçlara vermiş köyleri pek çabuk arkada kaldılar. Sonra tren gecenin bağrına daldı.
Sabah açılırken, kompartımanın büzüldüğüm köşesinde ben de gözlerimi açtım. Tren bir bozkırın ortasında ilerliyordu. Bu bozkır, benim şimdiye kadar gördüğüm, alıştığım topraklara hiç benzemiyordu. Yol ilerledikçe çıplaklık da artıyordu. Kel tepeler, çiğ bir güneş altında yanan kıraç, çorak kırlar alabildiğine uzanıp gidiyordu. Tek bir yeşil dal görünmüyordu. Tren bile steplere daldıkça çevikliğinden bir şeyler kaybediyor gibiydi. Yorgun, şikâyetle bir didinme içinde yol almaya çalışıyordu.
Yaylaya girildikçe trenin hareketi büsbütün ağırlaştı. İstanbul’dan yüklediği kömürü de tükenmişti. Artık şurada burada bulunabilen artıklar, istasyonlara istif edilen söğüt, kavak odunlarıyla yol almaya çalışıyordu. Yokuşlarda, rampalarda takati kesilince ikide bir duruyordu. O zaman vagonlardan inen çocuklar tek başlarına yahut ikişer üçer kişilik gruplar hâlinde demir yolunun sağında solunda sıra sıra uzanıyor, yürüyüp gidiyorlardı.
Demek ki Anadolu buydu. Anadolu gerçeğinin artık karşısında bulunuyorduk. Fakat ne var ki bu gördüğüm Anadolu, benim mektepte öğrendiğim yahut şiirlerde okuduğum, mektep şarkılarından haykırdığım Anadolu’ya hiç benzemiyordu. Çağlayan sular, öten bülbüller, altın başaklar, altı üstü birbirinden zengin ve dünyanın hazinesi olan Anadolu her hâlde burası olmasa gerekti. Burası, dünya kabuğunun, çoktan ölmüş bir parçasıydı ki, yakan güneş, kavuran soğuk altında, kumları, kireçleri şerha şerha ufalanarak her gün biraz daha çölleşiyordu.
Köy denilen şey, bozkırın boşluklarından kaybolmuş birtakım kovuklardı. Ara sıra rastlanan küçük istasyon kulübelerinin önlerinde kımıldaşan insanlar, bu çorak toprakların yürüyen parçaları gibiydi.
Orta Anadolu yaylası aşılıp da güneyde Toroslar göründüğü zaman, tren, yolcularının bir kısmını Ulukışla istasyonunda boşalttı. 0 zaman doğuda Kafkas cephesinin yolu güneyde Ulukışla’dan geçerdi. Arap cephelerine gidecek olanlar güneye doğru yollarına devam ettiler.
Ben trenden inip Anadolu toprağına ilk ayağımı basınca, etrafıma uzun uzun bakındım. Burası, birkaç toprak kulübesi olan kıraç, tozlu, kasvetli bir yerdi. Fakat Kayseriyim Sivas’ı aşıp, Erzincan, Erzurum ilerisine, Rus, Acem sınırlarına varan yollar buradan başlıyordu. Bozuk düzen birtakım izlerden ibaret bu yolların uzandığı istikametlerde ne bir karış demiryolu, ne de motorlu bir vasıta vardı.
Uzun ve sonu belirsiz yolların artık başında bulunuyordum. İçimde önce, hayal kırıklığına benzeyen duygular canlandı. Kendimi yalnız, terkedilmiş hissediyordum.
Bir toprak damın köşesine yerleştirdiği tahta masasının başında çalışan menzil kumandanının emrinde, yeni gelen subay namzetlerini, ne barındıracak yer ne de onları daha ileri menzillere sevk edecek vasıta vardı. Bunun üzerine kafile daha o gün parçalandı. Üçer beşer kişilik grupların kimisi akşam serinliği yollara döküldü. Yürünecek yol belki de bin kilometre kadardı.
Ben de iki arkadaşımla beraber yola düzüldüm. Dizlerimizin takati kesilince ilk geceyi, kırların sessizliği içinde yarı uyur yarı uyanık geçirdik. Sabahleyin güneşin görünmesiyle sıcağın çökmesi bir oldu.
Ulukışla ile Kayseri arası, o zaman bizim gibi yaya yolcular için bir haftalık yoldu. Bu yolda hep çıplak sırtlar, yahut tuzlu bozkırlar halindedir. Erciyes Dağı görününce de bataklıklar başlar. Etraflarında birkaç bakımsız zerdali bahçesi ve birkaç kısır bağ bulunan kasabacıklar sahrada kaybolmuş vahalar gibidirler.
Toprağa Dönüş
Şimdi artık bir emekliyim.
Hayatın başka bir safhasını yaşıyorum. Bu safhada insan, nihayet kendisi ile baş başa kalır. Tanrının, onun için hazırladığı en çetin imtihanı yaşar. En son ve en azgın hasmı ile karşılaşır. Bu hasım, yıllar boyunca geriye itilen, yıllar boyunca pusuda bekleyen kendi içimiz, kendi iç varlığımızdır.
Bu çetin bir savaştır. Büyük bir hesaplaşmadır. Bu hesaplaşmada biz, ya birden silahlarımızı terk ederek, yeis (ümitsizliksin, kötümserliğin çukuruna düşer ve hayat dışı kalırız.
Yahut da içimizin çamurları, bizim son müsamaha duygularımızı da yiyerek bizi, yalnız kin ve gayzlarıyla yaşayan bir cemiyet düşmanı hâline kor. Veyahut da varlığımızı bir vehim, hayatı bir yanılsama sayarak kendi kendimizi inkâr ederiz. Bu suretle de kendimizle beraber külli varlığın bize intikal eden emanetini de değersizleştiririz.
Hâlbuki Tanrı bize hayatı, bütün tezatlarıyla vermiştir. Nasibimiz, bu tezatları çözmekten ziyade, onlarla beraber yaşamak olsa gerektir. O hâlde, hayata küsmeden, hayata düşman olmadan ve onu İnkâr etmeden ona bağlı kalarak yaşamak, hatta onu süslemek ve güzelleştirmek niçin mümkün olmasın? Böyle olunca da hayat kavgası, yurt fikri, millet fikri ve insanlık mefkuresi içine niçin yerleşmeyelim?
Çünkü biz, hiçbir zaman kopmuş birer varlık değiliz. Üstünde yaşadığımız toprağın ve içinde geliştiğimiz toplumun birer parçasıyız. Bunlar öyle bir kap teşkil ederler ki bizim hayat nizamımıza şekil verirler. Bu nizam, bir taraftan insanla toprak, diğer taraftan insanla insan arasındaki sonu gelmez savaşın bir mahsulüdür. Bu savaş ebeddir ve ebedi olarak devam edecektir. Tanrının bize biçtiği kader, bu savaştan ürkmeden ve ondan kaçmadan onun içine yerleşmektir. İrademizin ve ruhumuzun hürriyetini kaybetmeden bunu başarabilirsek o zaman, bir ermiş, bir târik-i dünya olmadan da Tanrı bizi kendi katına ulaştırabilir. Bu suretle biz, her birimiz ondan bir parça olmanın ululuğunu bulmuş olur ve sanki ona ulaşırız.
Hayat hikâyemin son sayfalarını yazarken, onun dalgalı akışını safha safha bir daha düşündüm; inişleri, yokuşları, geçitleri ve dönemeçleriyle garip bir yaşantı
Bazen sükûn, bazen tehlike anları içinde uzayıp giden garip bir yol. Ümitleri, aşkları veya yenilgileriyle bazen renkli bazen hiçlikten ibaret bir hikâye. Bu hikâyede, bilinmeyen bir el yolumuzu çizmiştir. Ümit oyalamıştır. Fikir sürüklemiş, tehlike yolumuzu süslemiştir. Aşklarımız ise, bütün bunların üstünde, bütün hayatımız boyunca, yaşantımıza değer ve mana vermiştir. Öyle ki ben şimdi başımı çevirip arkama baktığım zaman, bütün bunlar bir arada ve hepsi birden, bana her halkası ayrı ayrı yaşanmaya değer bir ömrün, derin hazzını veriyor. Son hükmüm şudur: Eğer yeniden dünyaya gelseydim, gene kendi hayatımı yaşardım.
Şimdi, size anlattığım bu hayat hikâyeme bir isim bulmak lazım? Buldum: Suyu Arayan Adam.
Hikâyem bir yangınla başlamıştı. Ama şimdi serin bir subaşındayım. Ağaçların gölgelediği, çiçeklerin açtığı, kuşların ötüştüğü bir subaşında. Hattâ şimdi bana öyle geliyor ki bütün ömrüm boyunca aradığım su, belki de buydu.
Bu su, bazen masum bir hayal, bazen bir gençlik rüyası, bazen ideal, bazen aşk şeklinde beni arkasından koşturdu.
Bazen onu kaybettim. Bazen buldum, sandım. Ama onu her zaman aradım. Bu arayışta aldanışlarım da inanışlarım kadar güzeldi.
Şimdi kitabımın son satırlarını bağlıyorum:
Çiftlik bendinin şelaleciğinde Kayaş Çayı’nın suları çağıl çağıl akıyor. Yeşil salkım söğütlerin sulara değen dalları, akıntıların yumuşak dalgacıkları içinde yıkanıyorlar.
Ada, bir güneş seli içinde. Toprak ana, göğsünün kudretlerini, çimen şeklinde, ağaç, çiçek şeklinde yeryüzüne sermiş. Sular onun memelerinden, Tanrı’nın bereketi gibi fışkırıyor. Çiçekler ve ağaçlar ondan hayat şerbetini ve güneşten renklerini emiyorlar.
Her tarafta oluşun, hareketin, derin, canlı ahengi var. Suların çağıltısına kuşların cıvıltısı karışıyor. Bu bir musikidir. Bana öyle geliyor ki bu musiki, bahçeleri, vahaları, dağları aşarak her şeyi, hepimizi içine alacaktır. Yerleri, gökleri dolduracaktır. Sanki âlem, bu musikinin ahengine uyarak, bir renk, nağme ve ziya cümbüşü içinde çalkalanacaktır. Kâinat ebedi raksına, sanki bu musiki içinde devam edecektir.
Epiktetos haklı:
Allah’ın bize verdiği en büyük nimet, malik olduğumuz hâlde, malik olduğumuzu bilmediğimiz kuvvetleri, bir gün kendimizde bulmak kudretidir.
Ve gene onun dediği gibi. Huzurun bir pahası var
Evet onu ödemek lazım. Benim ödediğim paha, hayatımın hepsidir. Ama bundan üzgün değilim. Ödediğim bedel, ulaştığım kaynak için çok değildir. Çünkü bu kaynağın başında ben, yıllar yılı kaybettiğim en değerli şeyi, yani kendimi buldum.
Bir adam vardı. Suyu arıyordu. Toprağı üç kulaç, beş kulaç kazdı. Suyu bulamadı.
On kulaç, on beş kulaç kazdı. Gene suyu bulamadı.
Sonra yerin derinliklerinde kara kaya tabakalarına rastları. Yeise düştü gücü sona erdi ve suyu bulmaktan ümidini kesti.
Fakat bir ses ona:
- Daha derinlere in, daha derinlere, dedi.
Daha derinlere indi ve suyu buldu.
[1] https://www.dr.com.tr/Kitap/Suyu-Arayan-Adam/Edebiyat/Biyografi-Oto-Biyografi/urunno=0000000054611
[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/Suyu_Arayan_Adam
[3] https://www.meb.gov.tr/duyurular/duyurular/100TemelEser/100TemelEser.htm
[4] ] https://tr.wikipedia.org/wiki/Suyu_Arayan_Adam
[5] ] https://tr.wikipedia.org/wiki/Suyu_Arayan_Adam
[6] https://www.edebiyatsayfasi.com/suyu-arayan-adam/
Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın
Ahmet Talha Ercis
7 yıl önce
Ahmet Talha Ercis
7 yıl önce