TAHTA KIZAK
Temmuz sıcağı yakıp kavuruyordu. Çarşıya çıkmıştım ama bu sıcakta nasıl hareket edeceğimi de bilmiyordum. Üstümde, bana iki beden bol gelen bir kıyafet vardı. Epeyce de kilo... Aslında sıcakla baş edebilmek için giymiştim bu büyük elbiseyi fakat terledikçe daha da ağırlaşıyordu. Başörtümün kenarından çıkan saçlarım, yanağımdaki terle birlikte yapışıyor, düzeltmek isterken daha beter bozuluyordu. Hızlıca “Hal”e saptım. Karşıma çıkan ilk dükkana girdim.
-İyi günler...
Uzun boylu, iri yarı, kıvırcık kısa saçlı, genç bir adam ayağa kalktı. Yüzünde hem şaşkınlık hem de tuhaf bir ciddiyet vardı.
-İyi günler, hoş geldin...niz
Bana “sen” mi, “siz” mi diyeceğine zor karar vermişti.
-Biraz tohum alacaktım. Sizde var mı?
Adam aynı şaşkınlıkla;
-Evet... ne tohumu alacaktın...nız?
“Adam konuşma zorluğu mu çekiyor ki?” diye düşündüm.
-Maydanoz, tere, dereotu... falan...
-Var.. ne kadar olsun?
-Valla ben anlamıyorum bu işlerden. Küçük bir bahçemiz var. Bizim buraların maydanozunu, teresini özlüyoruz. Giderken götüreyim de baari biz ekelim dedim. Aslında siz daha iyi bilirsiniz, mesela şu masanın üstü kadar yere maydanoz, bir bu kadar daha tere... şeklinde düşünün.
-Haa... tamam... anladım.
Adam, tohum olan torbalardan bir miktar bir miktar alıp küçük poşetlere koymaya başladı. Her defasında başını kaldırmadan, sadece gözleriyle bana bakıyordu. Bu bakışlardan rahatsız olmuştum. Dükkanın içine doğru dönüp raflara bakmaya başladım. Büyük yağ tenekeleri içinde başka tohumlar, belki kurutulmuş bir şeyler vardı. O tenekeleri görünce birden bire küçüklüğüme doğru gittim.
Anneannemin mutfağında da vardı bunlardan. Okuma-yazmayı yeni öğrendiğim dönemler, bu kutuların üstündeki yazıları okumaya çalışıyordum. Markaları ne olursa olsun hepsinde aynı isim yazılıydı. Herhalde bu yağ fabrikalarının sahibi, hep aynı kişiydi: Nebati Margarin...
Gayri ihtiyarî gülümsedim, bu tenekelerde de o ibare var mı diye baktım... varmış.
- Başka bir şey..?
- Efendim..?
- Başka bir şey ister misin... misiniz?
- Neler verdiniz?
- Maydanoz, dereotu, semiz otu, tere...
- İnce, yeşil biber... hıyar...kırmızı çizgili yeşil fasülye... kabak
- Domates..?
- Yok... ona gerek yok...Bamya olabilir. Bamya yaylada yetişir mi?
- Mesela..?
- Horzum’dan yukarı, Tapan’a doğru olan yaylaların ikliminde.
- Yetişmez... isterseniz biraz vereyim deneyin.
- Olur...Üstlerine ne tohumu olduğunu da yazar mısınız? Karıştırmayalım.
- Yazmak..? Tamam yazarım.
Kalemi, etiketi eline çok isteksiz aldı. Onun bu hali beni gene yıllar öncesine götürdü.
Bizim ev... yani dedemlerin evi, mahallede televizyonu olan bir iki evden biriydi. Her akşam bolca misafirimiz olurdu. Evimiz eski bir konaktan bozmaydı, her odasında bir aile veya köylerinden kalkıp okumaya gelmiş bir kaç öğrenci kalırdı. En çok misafir bizde olurdu. Bazen televizyonda yayın kopar, ekrana "necefli maşrapa" resmi konurdu. Bekle ki yayın gelsin... işte o zamanlar birer defter yaprağı koparır, “isim-şehir-hayvan” oynardık.
- Me’den isim...
- Murat
- Melahat
- Mahmut
- Mine Ver
- Heey öyle isim mi olur?
- Niye olmasın? Minever abla’nın ismi niye Minever?
- İyi de o öyle yazılmaz ki.
Bu durumda daimi jüri üyesi büyüklere sorulur. Genelde babama.
- Kendi ismini yazsaydın ya... Bu isim Münevver’dir. Kolay söylenmesi için konuşurken minever diyorlar.
- İyi de kendi ismimi de geçende yanlış diye saymadıydınız.
-İyi de sen de Memmet yazdıydın. O da yanlıştı, doğrusunu yazsana.
Yanlış yazılan isimlere sıfır puan verilir. Biz seviniriz, Mehmet üzülür.
- Şehir!
- Malatya
- Manisa
- Mersin
- Mula
- Ne dedin?
- Mula.. Ne bu da mı yanlış?
- Tabii yanlış oğlum. Orası Muğla... Yumuşak ge koymamışın...
Tabii ki yine sıfır alır Mehmet.
- Hayvan
- Maymun
- Maymun
- Manda
- Maymun
- Herkes maymun mu yazmış, afferin kızıma bir tek sen mi manda yazdın?
- Eşya
- Masa
- Maşa
- Mandal
- Minder
- Bitki
- Marul
- Menekşe
- Muz
- May Tonus
- Ne dedin sen?
- Maytonuus
- Bakiim, nasıl yazmışsın?.. Hmm... gene yanlış yazmışsın.
- Yaaa gene mi? Neresi yannış?
- Maydanoz yazacaktın.
- Amaan ben ne diyom... ben sevmiyom yazılı oyun. Bana kızak diiceksiniz, uçurtma diiceksiniz, çember diiceksiniz... bana bir daha yazılı oyun oynatmayın.
- Sen okula gitmiyor musun? Hem de 4’e gidiyorsun. Niye bu kadar yanlış yazıyorsun, dikkat et biraz. Bol bol kitap oku...
Mehmet’in annesi lafa karışır:
- Aman Ahmet bey, biz boş verdik onu, okuldan sonra ortaokula falan gidemez zaten. Adını yazsın yeter. Gerçi onu da “Memmet” diye yazıyor ya.
Gerçekten Mehmet, bizim mahallenin en güzel uçurtmasını yapardı. Bazen uçurtmayı çok yükseklere salar, sırayla da bizim gibi küçüklerin ellerine verirdi. Makarayı kendi tutardı ama... Elimizden bir kaçsın nereye düşeceği belli olmazdı çünkü. O kadar yükseğe uçurmuşuz ki...
Bazen de tahtadan kızak yapardı. Kar yağmadığından bizim kızakların altına kamyon jantlarının bilyeleri tekerlek olarak takılırdı. En güzel, asfaltta veya bizim sokak gibi beton yolda giderdi. Mehmet kızağın daha iyi kayması için bilyelere yağ sürerdi. Annesinden habersiz, mutfaktan yağı alamazsa, bahçedeki zeytin ağacından biraz zeytin toplayıp taşla ezerdi. Elindeki kırık zeytinleri tekerlek bilyelerine sürer, yağlı kara kirli ellerini de şalvarına silerdi. Gene yalnız binmez, mahallenin bütün çocuklarını sırayla bindirirdi. Bizim sokağın başından ana caddeye kadar muhteşem bir eğim vardı. Nasıl hızlı kayardı, kızağımız.
-Başka..?
Satıcının sesiyle kendime geldim.
- Zeytin yağı, nar ekşisi, bal, pekmez ister misin... siniz?
Gene “sen/ siz” ikilemi içinde kalmıştı.
- Hayır, teşekkürler... Uçakla gideceem. Fazla yük alamıyorum. Amaa belki annem ister, ona birer şişe alayım.
- Tamam... Eve nasıl götüreceğim diye düşünme... dükkanın kapanma saati geldi zaten ben sizi arabamla götürürüm.
Artık alıştım mı ne, sen ile başlayıp siz le devam etmesine.
- Olur... da... nerde oturduğumu bilmiyorsunuz, hadi uzak bir memleketse?
- Möhüm deel...
- Teşekkürler... taşırım bu kadarcık şeyden ne çıkar? Borcumuz ne kadar?
Aldıklarımı torbalara koyup bana verdi. Parasını öderken yuvarlak bir rakam söyledi, oldukça ucuz bir fiyattı. Şaşırdım. Dışarı çıkıp, “Hayırlı işler” dileyecekken yandaki dükkanda incir kasalarını gördüm.
- Aaaa... incir...
- Bu sabah geldi ablacıım.
- İncir... sabah gelir, bu saate kadar yumuşar, yarına da yenmez. Ama severiz, bulunca da yeriz n’olacak...
- Evet ablacıım... bir kasa fiyatına iki kasa alın, satamazsak ne de olsa çürüyecek. Atılmasın yenilsin baari. Hem “nasıl taşiiceem” diye düşünmeyin, komşum sizi evinize bırakır.
Tekrar aynı adama döndüm,
- İncirlerle birlikte beni eve bırakırsınız artık. Önce gerek yoktu ama şimdi el- mecbur...
- Tabii...
Hemen arabasını almaya gitti, dükkanın önüne getirdi, eşyalarımı bagaja yerleştirdi, dükkanın kapısını kilitleyip, komşularına “iyi akşamlar” diledi. Sonra arabanın ön kapısını açıp “ Hadi bin... “ dedi. Arabaya bindim.
-Evin nerede olduğunu sormayacak mısınız?
- Biliyorum.
Gerçekten de nerden gideceğini biliyor, geçtiğimiz yolları bana sormuyordu. Nedense yine küçüklüğüme doğru gittim.
Mehmet kızağını büyük yapardı, hep bir küçük çocuk oturturdu öne. Bir gün kimseyi bulamamış bana söylemişti “Gel seni kaydırayım.” diye.
- Yok ben gelmem
- Niye?
- Düşerim.
- Olsun...Düüş... kırılmazsın ya...
- Ben korkarım.
- Ben düşürmem... Bak bakalım birini düşürmüş müyüm?
- Olsun... istemiyom... kendin kay...
Beni ikna edemeyince dedeme seslenmişti.
- Hallemmii, söyle şu kıvırcık kızına, kaydıriim diyom gelmem diyor.
Dedem:
- İstemiyorsa zorla deel ya... Kaymayıversin.
- Yaaa... gelsin işte... ilerde büyüdüğü zaman “ben kızak kaydım” diye anlatacak bir şeyi olsun. Yoksa birileri kayarken anca seyrettim der.
- Bu mu yani... İlerde anlatsın diye mi kaydıracaksın?
Veee... nihayet asıl itiraf geldi:
- Kızağa oturunca sığmıyom. Ayaklarım uzun geliyor. En arka tarafına oturuyom... Bu defa da arka ağır geliyor, yere yapışıyor. Önüme hep bir çocuk oturtuyom, anca öyle kayabiliyom.
Dedem güldü:
- Hay seni haylaz oğlan... şu koca kafanda sadece şeytanlık mı dolaşacak...iyi hadi... kayın beraber ama kızımı düşürmiiceksin.
Sonra bana döndü:
- Hadi kızım kayıverin, korkma seni düşürmez. Ben burdan bakıyom.
Ah ilahi dede... biz tee aşaa mahalleye gideceez sen burdan bizi nasıl göreceksin...
- Tamam... ama burdan bakacaksın.
Mehmet iri yarı kocaman bir çocuktu. Belki ben küçük olduğumdan onu çok daha büyük görüyordum. Ama bir o kadar da kalbi varmış. Yazı yazamayan, kitap okumayan, işi gücü oyun olan iri bir çocuktan bu kadar hassasiyet çıkar mıydı ki?
- Hadi bin.
Bindim. O da kızağının en arka ucuna oturdu. Ayaklarını öne doğru uzattı. En önde ayakla idare edilen dümen vardı. Dümenin tam ortasından bir ip geliyordu. İki eliyle de ipi tuttu. Ben hem iki kolunun hem iki bacağının arasındaydım ama bana değen- dokunan bir oturuş değildi bu. Ben de ayaklarımı dümene uzatmıştım. Orada ayak koyacak iki küçük çukur vardı. Benim yerim çok rahattı.
Sokağın başından kaymaya başladık. Gittikçe hızlanıyorduk. Dosdoğru gitsek toprak yollu sokakla beton yollu sokağı birbirinden ayıran büyük bir kasise çarpacaktık. Oraya gelince sol dizini kendine çekti, sağ bacağını dümdüz uzattı. Sola doğru keskince döndük. Şimdi daha hızlıydık, uçuyorduk adeta... Ben “Heeeeeyyyy” diye bağırıyordum. Hiç korkmamıştım. Yolun sonunda Kadirli caddesi vardı. O zamanlar çok işlek bir caddeydi. Adana’ya da ordan gidilirdi. Kamyonlar, traktörler, otobüsler vızır vızır...
Tam o caddeye yaklaşıyorduk ki hem dümeni sola doğru kırıp hem frenlere yüklendi. Kızak keskin bir şekilde dönerken savruldu. Ben gözlerimi kapattım. Uçup yuvarlanacağız sonra öleceğiz diye düşünüyordum. Uçtuğumu hissettim. Büyük bir çatırdı duydum. Hâlâ yere düşmemiştim neden acaba..? Gözlerimi korkarak açtım. Yol kenarındaki yeni sürülmüş bir tarlaya doğru uçmuştuk. Mehmet iki eliyle beni belimden kavramış, kendisi düşerken beni de yukarı kaldırmıştı. O yerde üstü başı çamur içinde ben tertemiz havada asılı duruyorum. Beni yere bıraktı. Hemen ciğer paresi kızağına koştu. Ayak dümeni ortadan kırılmıştı. Onu eline aldı, yüklendi. Küçük parçasını da bana verdi. Tekrar eve doğru yokuş yukarı çıkmaya başladık.
- Burası değil miydi?
- Efendim..?
- Eviniz..?
- Evet...Annemgili mi tanıyorsunuz?
- Hee...
Arabadan indik, bagajı açıp iki kasa inciri kucakladı, merdivenleri çıktı. Ben de arkasından torbalarla geldim. Annem kapıyı açınca yarı şaka yarı ciddî:
- Bak sana incir getirdim ye de şekerin çıksın diye... Ona göre...
- Tamam sağol...Ellerine sağlık. Güzel hanım nasıl, çocuklar nasıl?
- İyiler, ellerinden öperler... Ben gidiim artık. Daha burdan yaylaya gideceem geç’e kalmayım.
Sonra bana döndü:
- Sana da iyi yolculuklar...
- Teşekkürler... Güle güle...
En sonunda “sen”e karar veren adam, merdivenlerden inip gitti. Ben de getirdiğim torbaları açıp bavuluma yerleştirmeye başladım.
- Aaa etiket var isim yok, hangisi ne tohumu nerden bileceğim?
Evirip çevirip daha dikkatli baktım, bir şeyler yazıyor gibiydi. “Derotu...tire... semisod... May Tonus”
- Aaa... Memmeet...!