TANIDIĞIM OLCAY YAZICI
12 Eylül sabahı Samsun’dan İstanbul’a gelirken yolculuğu esnasında kalp krizi sonucu vefat eden şair ve yazar, dost insan Osman Olcay Yazıcı’yı, 13 Eylül 2010’da öğle namazını müteakip kılınan cenaze namazından sonra Eski Topkapı Mezarlığı’nda toprağa vermiştik. Ruhu şad, mekânı cennet olsun…
O’nu yetmişli yıllarda Hisar dergisinde şiirleri yayınlanmaya başladığında gıyabında tanımıştım. Daha sonra, Töre, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Öncüler, Meşâle, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Tepe Edebiyat, Millî Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Çağrışım, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce, Bizim Külliye, Çerçeve, Ufuk Ötesi, Biyografi Analiz, Kubbe Altı Akademi Mecmûası, Yüzakı, Berceste, Somuncu Baba, Umran, Genç Kardelen ve Mavi Yeşil dergilerinde şiir, hikâye, deneme ve değerlendirme yazılarını okuma fırsatı bulmuştum.
Türkiye gazetesinde kültür ve sanat yönetmenliği yaptığı dönemlerde yayınlanan nefis röportajlarını hiç kaçırmazdım. Şiirlerinde, birebir yaşanmış fizik ve metafizik sancıların, estetik hüzünlerle dizginlenmiş, buruk trajedisini seziyordum. Parnasizm ile empresyonizm, romantizm ile sembolizm arasında, bizden titreşimler yayan bir duygu harmanlamasıyla bu çelişkiler ve ıstıraplar dünyasından başka bir dünyaya kapılar aralıyor, adeta mâverâya yollar açıyordu.
Hikâyelerinde ruhsuz yığınlara karşı soylu direnişleri, erdem boyutuyla dile getirirken, deneme ve değerlendirme yazılarını, uyarıcı kutsal metinler ve evrenin yaradılışından beri süregelen mistik tecrübeler ışığında, analitik sağlam bir örgüyle berkitiyor, insanımıza aksaklıkları gösteriyor, sorunlara kalıcı çözümler teklif ediyor, kök ve gök bilgiye dayalı bir yol haritası çiziyordu.
Şiirlerini, “Erguvan Uğultusu”, “Eylülün Kırdığı Gül”, hikâyelerini “ Çocuklar Vatanında Büyüsün”, “Papatyalar Üşümesin”, “Yaralı Küheylan”, deneme ve kültür yazılarını “Tartışmayı Tartışmak”, “Kitapsız Toplum”, özgün düşüncelerini “Hüzün Yazıları”, “Nemrut Ateşi”, çözümleme ve araştırmalarını “Büyük Gün/Bir Kıyâmet Alâmeti Olarak Hazreti İsâ’nın Dönüşü”, “Eğitim ve Kültür Trajedimiz/Kendimiz Olmaktan Nasıl Çıktık” başlıklarıyla kitaplaştıran Olcay Yazıcı, bazı düşünürlerle kültür sohbetlerini de“Irmaklar Sonsuza Akar” eseriyle yayın dünyamıza kazandırdı.
Onunla ilk karşılaşmamız, iki bin yedinin mart ayında, Kubbealtı Cemiyeti’nde, Mehmet Nuri Yardım Beyefendi’nin makamında oldu. Aynı iklimin insanlarıydık. Sanki ezelden tanışıyormuşuz gibi çar çabucak kaynaşıverdik. Fikir ve imgeleriyle müsemma, bir şiir insandı Olcay Yazıcı. Gaflet, dalalet ve ihanete bulaşmamış herkese dosttu. Aşk ilminin kelâmı, esenliğin yeryüzüne selâmı, özden özgün kişiliğiyle adam gibi bir adamdı
Düş peyzajı saydığı Sürmene’nin Küçükdere Yukarı Ovalı Köyü’nde, namı diğer Vizara’da, 1953’te doğmuştu. Babası Molla Temel’in oğlu Ahmet Yazıcı, annesi Ali Efendi’nin kızı Ayşe Yazıcı’dır. Küçükken geçirdiği bir hastalık yüzünden okul hayatına geç başladı. Ailesi hastalığını bahane ederek onu okula göndermek istemiyordu. Bir gün bir yakını ile ailesinden gizli Aşağıovalı İlkokulu’na gitti ve okuma-yazmayı bildiği için, doğrudan ikinci sınıf öğrencisi olarak okula başladı.
Şiir hayatına ilkokulda başladı ve ilk şiirlerini burada yazdı. Daha sonra ortaokulu okumak üzere İstanbul’a geldi. Ortaokulu Zeytinburnu’nda okudu ve bu sırada İstanbul Orta Dereceli Okullar Arasında düzenlenen” Cumhuriyetin 50. Yılı Şiir Yarışması’nda, “Bu Çatı Altında” adlı şiiriyle birinci seçildi. Artık ona herkes “şair” gözüyle bakıyordu.
Ortaokuldan sonra liseyi okumak üzere bu sefer de Zonguldak’taki ablasının yanına gitti ve liseyi oradaki Fener Lisesi’nde okudu. Bu sıralarda şiirinde hayli yol almış ve kendi üslubunu bulmuştu. Öyle ki, kendinden on, on beş yaş büyük şairlerin bile yer alamadığı “Hisar” dergisinde ilk önemli şiiri sayılan “Anamın Elleri” yayınlanmıştı. O artık kararını vermiş, yolunu seçmişti: Şair olacaktı.
Yükseköğrenimine devam edebilmek için tekrar İstanbul’a döndü. Arzu ettiği, Basın Yayın Yüksekokulu’nu ve Sosyal Bilimler’i kazanamadığı için, çaresiz Kocaeli Meslek Yüksekokulu Sevk ve İdare Bölümüne kaydını yaptırdı ve 1979 yılında buradan mezun oldu. Bu yıllarda, Olcay Yazıcı ismi edebiyat dergilerinde sık sık görülüyordu. Hisar dergisinden sonra Töre ve Türk Edebiyatı gibi yine seçkin dergilerde şiirleri yayınlanıyordu. “Bir Mavi Türküdür Deniz” isimli şiiri 1978’de Türkiye Radyolarından kemençe fon müziği ile defalarca okundu. Artık özgün, farklı ve derin şiiri ile Olcay Yazıcı’yı kültür ve edebiyat çevresi ilgi ile takip ediyordu.
Yüksekokulu bitirdikten sonra, büyük şehre gelmeyen ve yalnız olan anasına arkadaşlık edebilmek, ruhunu tabiatın sükuneti içende dinlendirebilmek için Sürmene’deki köyüne dönmüştü. Burada yaşadığı dört hüzünlü yılın acı hatıralarını daha sonra “Hüzün Yazıları” başlığında kitaplaştıracaktı.
Hassas, kırılgan ve içe dönük kişiliği sebebiyle münzevi yaşamaktan hoşlanıyordu. Fakat onuruyla tek başına ayakta kalabilmek ve edebî hayallerini gerçekleştirebilmek için bir iş tutmak zorundaydı. Çantasında şiir taslakları ve yazı denemeleri, 1983 sonbaharında yeniden bunalarak kaçtığı şehre, İstanbul’a sığınmak zorunda kalmıştı. Burada, Türk Edebiyatı Vakfı Başkanı, gazeteci-yazar Ahmet Kabaklı ile tanıştı. İş talebinde bulundu. Daha önce, Türk Edebiyatı Vakfı’nın 1982 yılında açtığı Çocuk Edebiyatı Yarışmasında “Çocuklar Vatanında Büyüsün” isimli çalışmasıyla 130 eser arasından birinci seçilmişti ve Türk Edebiyatı Dergisi’nde şiirleri yayınlanıyordu.
1983 Kışında Türk Edebiyatı Dergisinde editör olarak göreve başlamış, kültür dünyasının birçok siması ile burada yakından tanışma fırsatı bulmuştur. Yazdıkları edebî çevrede yankı uyandırıyordu. Bir süre sonra Türk Edebiyatı Derginin Yazı İşleri Müdürlüğüne getirildi.
1984 baharında dergiden ayrılarak, Türkiye Gazetesinde gazeteciliğe başlamıştı. Başta Hisar, Töre, Meşale, Pınar, Türk Edebiyatı, Boğaziçi, Dolunay, Ufuk Çizgisi, Milli Kültür, İnsan ve Kâinat, Cemre, Güneysu, Çağrışım, Tepe Edebiyat, Kırağı, Kültür Dünyası, Tarih ve Düşünce olmak üzere, birçok dergide şiir, hikâye, deneme, kültür-edebiyat ve felsefe yazıları yayınlanan Yazıcı, İhlas Holding’in dergiler grubundan olan bilim ve teknoloji dergisi İnsan ve Kâinat’ ın editörlüğünü (1988-94) yapmıştı.
On üç yıl çalıştığı Türkiye Gazetesi’nde dizi yazı, mülâkat ve köşe yazarlığı; kültür-sanat sayfası yöneticiliği, hayatım roman sayfasının editörlüğü ile yazı işleri ve Avrupa baskıları servisinde redaktörlük görevlerinde bulunmoştu.
16-20 Eylül 1991 tarihinde İstanbul’da yapılan 12. Dünya Şairleri Kongresi ve Yunus Emre’ye Saygı Kurultayı’na (X11. World Congress Of Poets, In Homage To Yunus Emre) “Derviş” isimli şiiri ve “Yunus Emre’nin Rüzgârıyla” konulu tebliği ile katılmıştı.
1997’de Türkiye Gazetesi’nden ayrılarak, edebiyat çevrelerince ”Bütün zamanların en iyisi” diye değerlendirilen Kültür Dünyası Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmenliğini üstlenmişti(1997-98, 16 sayı.)
1999’da da Kültür eski Bakanı Namık Kemal Zeybek’in sahipliğini ve başyazarlığını yaptığı Ayyıldız Gazetesi’nin Kültür-Sanat sayfasını yönetmişti.
İkisi kız, biri erkek üç çocuk babasıydı.
Şiirleriyle lisans tezlerine giren Olcay Yazıcı, İLESAM, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti , Türkiye Yazarlar Birliği ve Eskader üyesiydi.
Arif Nazım ve Mehmet Yılmaz tarafından bestelenmiş şiirleri de var.
Bütün bu özelliklerinden dolayı bir kadirşinaslık örneği olarak, Türkiye Yazarlar Birliği ile Eğitim Bir-Sen İstanbul Bir No.lu Şubesi’nin müştereken düzenledikleri, “ Ustalara Yaşarken Saygı” programının yedincisi, 7 Haziran 2008 Cumartesi günü Olcay Yazıcı içindi.
O gün saat onyedide, bu güzel toplantı için, Türkiye Yazarlar Birliği İstanbul Şubesi’nin Sultanahmet Kızlarağası Medresesi’ndeki mekânına gitmiştim. Çünkü lüfedip beni de konuşmacı olarak davet etmişlerdi. Kök Bilgiden Gök Bilgiye Olcay Yazıcı’yı anlatacaktım. Seçkin bir katılımcı ve dinleyici topluluğu vardı. Olcay Bey, “ Gülce Bir Gelişin Şiiri”nin ilham kaynağı kızı Ayşegül’ü, “Son Sultan” şiirinin konusu iki yaşındaki oğlu Abdullah Oğuz’u ve bir mümine timsali olduğu her halinden belli muhterem zevcesini de, beraberinde getirmişti.
Toplantı’nın açılış konuşmasını Cafer Vayni Beyefendi yapmış. Yazıcı’nın yayınlanmış 13 kitabını göstererek, eserleri ve özgünlüğüyle böyle bir anma gününü hak ettiğinin, altını çizmişti.
Konuşmacılardan Osman Akkuşak Beyefendi, O’nun milliyetçi, inançlı bir doğrultuda dolgun ve ciddi ifadeleri bulunduğunu, fikirlerinin çok güçlü olduğunu, edebî, kültürel, siyasî tenkitlerinin mutlaka bir çözüm teklifini de beraberinde taşıdığını örnekleriyle anlatmıştı.
Senail Özkan Beyefendi, bütün sanatların özünde arındırmanın yattığını, sözün fazlalıklarından bir bakıma curufundan ayıklanmasıyla şiirin doğduğunu, insanın yeryüzünde esasen pek şairâne oturduğunu ve ebediliğin bir tarafına tutunmak istediğini, Olcay Yazıcı’nın şiirlerini ve yazılarını bu anlamda önemsediğini anlatmıştı. O’nun ileriye yönelik kalıcı sözlerin peşinde olduğunu, farklı bir mâna boyutuyla bizim duyuş tarzımızı bilen ve aksettiren üslubunun mutlaka dikkate alınması gerektiğini vurgulamıştı. Yazıcı’nın şiirlerinde, tasavvufun mecazlarını çokça kullandığından bahisle “Ayna” şiirini okumuş, insan gönlünün aynadan başka bir şey olmadığını, hayatın ve algımıza değen bütün var oluşun bir görüntüden ibaret olduğunu, bu şiirde bulabileceğimizi söylemişti.
Sıra bana gelmişti. Olcay Yazıcı’nın şiirleri ve diğer edebî ürünlerinde Yahya Kemal’de ifadesini bulan “kökü mazide olan atiyiz” özdeyişini esas aldığını, biz kalarak yenilenme ile kalıcı olanı muhafaza ederek değişme üzerine, düşünce ve imge boyutunda nasıl bir beyin fırtınasına yol açtığını irdelemiştim. Milletinin ruh köküne sıkı sıkıya bağlı, Türk’e ve Türkçeye sevdâlı, yüreği muhabbet, dimağı tefekkür dolu bu dirayetli ve onurlu aydının, telkin ve imâlar dünyasına girmiştim. Sürem anlatacaklarımın onda birine ancak yetmişti.
İzmit’ten muhterem eşi Meryem Aybike Sinan Hanımefendi ile toplantıya teşrif eden Mürsel Gündoğdu Beyefendi, konuşmasında, Olcay Yazıcı’nın, hayatın gizemini arayan bir bilge, bir erguvan aşığı olduğunu anlatmıştı. O’nun, yürekte unutup meydanda aradığımız sırların künhüne ererek, anamızın ak sütü gibi bizden, Anadolu mayasında bir Alperen nefesiyle arayış ve arınış temelinde, bilgi birikimini halkına arz ettiğine, dikkatleri çekmişti.
Mehmet Nuri Yardım Beyefendi, birlikte çalıştıkları dönemlerdeki hatıralarını naklederek, hepimize keyifli dakikalar yaşatmıştı. O’nun felsefî, sosyolojik ve ahlakî boyutta çağı sorguladığını, kitap medeniyetimizin peşine düşen mistik bir seyyah olduğunu, merhametten, mâverâdan, özden ve ahlakî endişelerden uzak duran dünyayı kıyasıya eleştirdiğini, fizikî portresinin iç dünyasını yansıttığını, bir çocuk kadar saf ve masum bulduğunu söylemişti.
Şair Ekrem Kaftan Beyefendi, Yazıcı’nın kelime tekrarından kaçındığını, oluş sırrını çözmeye çalıştığını, şiirlerinin özde metafizik, şekilde hece ağırlıklı olduğunu, “Asr-ı Saadet” özlemiyle kendini aşma cehdi taşıyan bir derviş yanı bulunduğunu anlatmıştı.
Daha sonra toplantıya katılan konuklar kürsüye çağrılarak, Olcay Yazıcı hakkında duygu ve düşüncelerini ifade etmiştiler.
Şair, yazar ve öğretmen Ali Hakkoymaz Beyefendi bir gün sınıfa girdiğinde, öğrenciler onu, Olcay Yazıcı’nın bir mısrasını, tekerleme havasında söyleyerek karşılamışlar:
“ Okumak, okumak… Oku, çözülsün yumak!”
"Kök Bilgiden Gök Bilgiye" Olcay YAZICI
O kendini, yüreğiyle taşralı, beyniyle evrensel bir insan olarak tanımlıyor. Karınca misali Nemrut’un ateşini söndürmek için yola çıkmıştır. Çileyi içinde hisseder. Gururdan, kibirden Allah’a sığınır. Sonsuzluğun yankısını duymak ve duyurmak ister. Görevi, ateşi gül esenliğine dönüştürmek, insana hayat alanı açmaktır. Endişeleri şahsı adına değil toplumu içindir. Dirayetli ve onurlu bir aydın duruşuna sahiptir. Türkün ve Türkçenin sevdalısıdır.
Yön haritası beşeri sistemler, dünyevi hırslar değil, uyarıcı kutsal metinler ve evrenin yaradılışından beri süregelen mistik tecrübelerdir. Geriye, sonraya, sonsuzluğa kalanı keşif ve idrak etmek ve onunla şereflenmek ister. Bu çerçevede madde ve eşya merkezli değil insan merkezlidir. İnsan ise madde ile mânânın, akıl ile gönlün eşit oranda bileşkesinde ve de mutlaka erdem çizgisinde olmalıdır.
Elinden ve dilinden başkalarının zarar görmediği kendisinden emin olunan insan tipi… O ki, vahyin muhatabı, eşrefi mahlukattır. Faydasız ilimden Allah’a sığınan Şair, çağımızı bu açıdan eleştirir: “ Bilgi çağı, bilgi toplumu, bilgi teknolojisi gibi kavramlar, aslında nusretsiz bilginin övgüsü, hikmetli bilginin ise örtücüsü durumunda.” “Metafizik endişeden soyutlanmış, murakabesiz ve ruhsuz bilgi bizi nereye ulaştırabilir ki?” diye sorar.
Sanal gerçekliğin albenisine kapılmadan “mutlak gerçeğin” ıstırabına tahammül etmeyi misyon şahsiyetlerin, aydınların değişmez yazgısı olarak görür. O’na göre erdem uygarlığın en belirleyici unsurudur. “İnsanın içindeki yıkıcılığı terbiye edip önlemek, ancak ve ancak bir öte dünya duygusu ve hesap verme kaygısı ile mümkündür” der.
Soyut değerlerin ve fizik ötesinin her dem taze olduğunu vurgulayan şair, değişmenin eşya ve fizik alemde meydana geldiğini, bu değişimin daha iyiye ve güzele evrilerek devam etmesinden yana olduğunu fakat mânâ ve mahiyet yeniliklerimizde mânâ ve mahiyeti hiç değişmeyen bir alamet-i farikamızın da olması gerektiğini, bunun yolunun ise kültürümüze ait “kök ve gök bilgi”den geçtiğini söyler.
“Kök bilgiden gök bilgiye” özdeyişi Olcay Yazıcı’ya aittir ve gündeminin baş köşesindedir. “Değişirken biz kalmak, biz kalarak değişmek” formülüyle sosyal değişme süreçlerinde, ebet-müddet korumamız gereken erdemlerimize, örf ve geleneklerimize dikkati çekmektedir. Buna “kırmızı gül”ü örnek verir. “Gül değişir, fakat yenilenirken özünde hep kendiliğini korur. Kendiliğini, yani genlerine yaratıcının programladığı özgün kimyasını muhafaza eder” demektedir.
Bütün zorluklarına rağmen her türlü çıkış ve çözümü kendimizde, medeniyetimizin ruh kökünde aramaktan yanadır. Osmanlıyı sembolize eden çınar ağacına telmihen, Yahya Kemal’in “kökü mâzide olan âtiyiz” mısrasına vurgu yapar. İnsanları geleneği olmayanın geleceği de olmaz diyerek uyarır ve devam eder “önce bir ucunla kendi cevherine, kendi kimyana, kendi kültürüne, kendi medeniyetine , kendi ahlak nizâmına tutun da, ondan sonra istediğin dış dünyaya korkusuzca, vakarla, kendi mührünle açıl, değiş, yenilen ama özünü asla kaybetme.”
Şairimiz kendini Türk ve İslam medeniyetinin kalıcı, değişmez ögelerinden hareketle yarının bilgisini, yarının tefekkürünü, yarının ileri teknolojisini inşa etmeye adamış gibidir. KÖK BİLGİDEN örf ve gelenekleri, bütünüyle Türk harsının özgün verimlerini, GÖK BİLGİDEN de, semâvî olanı, fizik ötesi kalıcılığı, kutsal metinlerin en seçkini kabul ettiği Kuran’ı ve ondan kaynaklanan İslam ahlakını kasteder. Bu temel düne ait olduğu kadar, belki ondan daha çok yarın demektir.
Olcay Bey, Kullandığı sembol ve imajlarla özgün bir üsluba sahipti…Düşünce sistemini “ Gök bilgiden kök bilgiye” özdeyişiyle formülleştiren Yazıcı’ya göre “şiir, en basit tarifiyle disipline edilmiş sözdü. Şiirin serbesti, rast gelesi, şaire göresi olmaz” derdi. Ona göre, serbest şiire övgü dizenler, geleneksel şiirin büyük çilesine katlanamayanlar ve bu sahada ikna edici ürünler ve azabı çekilmiş eserler meydana getiremeyenlerdi.
Yine de serbest şiir yazanlara önyargılı yaklaşmazdı. ” Tamam, şiiriniz ölçülü, kafiyeli olmasın, mısra değil belki ama uzun-kısa cümlelerinde edebî, estetik, sembolik ve özgün çağrışım zenginliği bulunsun, mücerret söyleme gücüne sahip olsun, felsefî, tasavvufî, fikrî ve lirik yoğunluk taşısın, aleladenin, gündelik konuşma dilinin, mektup cümlesinin üzerine taşsın, aşkın olanın esrarını, edebî rayihasını taşısın, kalbe nüfuz etsin. Bunu başaramayan bir metne, şiir adı vermekle o metin şiir olmaz/şiir sayılmaz, edebî bir eser kabul edilemez” derdi…
Çileli, zorlu bir hayatın, sosyal-mistik bir öfkenin entelektüel şairidir Olcay Yazıcı, ferdin ve toplumun, “kendisi olmasını/kendisi kalmasını” biricik onur ve erdem sayar, tasavvufî, felsefî kaynaklardan beslenen, düşünce ve duygu yoğunluğu taşıyan; sembolik imajlarla okuyucuyu şaşırtan sürpriz--kafiyeler kullanır, beylik söylemlere pek iltifat etmezdi. O hep trajik-ben’in şiirini yazan bir şair olarak tanındı.
Şiirlerinin ilk yazılışı ile son hali arasında büyük farlılıklar bulunur, bu oluşma sürecinde, baş döndürücü, çıldırtıcı bir değiştirme, ekleme, çıkarma çilesi yaşardı. O bu durumunu şöyle açıklardı: “Güzeli, güzel olmayandan ayıracak mümeyyiz bir makamın, ilmî-objektif/âdil bir münekkit müessesesinin olmadığı; göz nuru akıtılıp çilesi çekilenle, seri imalatı yapılanın birbirinden ayrıt edilmediği bir ülkede; kelimelerin beynimi ve ruhumu aşındıran büyük azabını neden çektiğimi doğrusu ben de bilmiyorum. Herhalde, sanatta estetik mükemmeliyet endişesinin, karşı durulmaz bir tezahürü bu. Yani bir tür delilik. Fakat unutmayalım ki, rahmetli psikiyatr Recep Doksat’ın ifadesiyle, ‘dünyanın delilere olan borcu, delilerin dünyaya olan borcundan çok daha fazladır!”
Bu büyük sabır ve çile neticesindedir ki, Olcay Yazıcı’nın şiirlerinde yoğun ve hikmetli söyleyişler sıkça yer alır. Şairimiz kendini Türk ve İslam medeniyetinin kalıcı, değişmez ögelerinden hareketle yarının bilgisini, yarının tefekkürünü, yarının ileri teknolojisini inşa etmeye adamış gibiydi. KÖK BİLGİDEN örf ve gelenekleri, bütünüyle Türk harsının özgün verimlerini, GÖK BİLGİDEN de, semâvî olanı, fizik ötesi kalıcılığı, kutsal metinlerin en seçkini kabul ettiği Kuran’ı ve ondan kaynaklanan İslam ahlakını anlıyordu. Bu temel düne ait olduğu kadar, belki ondan daha çok yarın demekti. Başka bir açıdan, bütün bunların bileşkesindeki kalıcılığı KÖK BİLGİ kabul edersek, evren kitabının anahtar şifresine sahip Kuran ile varlıkları doğru okumak ve keşfetmek sürecini GÖK BİLGİ hedefine oturtabiliriz. İşte bu hedefin ekseninde mutlak sevgi vardır.
Şair “Gül Titreşimi” şiirinde bu olguyu işler
Bir gül titreşimi canlar içinde
Sevgi en sonsuzluk, en gök eğilim.
“Beyza” şiirinde ise bu sevginin ilâhîliğini vurgular :
Nâzenin-i dil-rûba, aşk sultanı ey Nigar
Sırrın sırrı Hümeyra, Rab hükmüsün aşikar.
“Âfet-i Suzan” şiirinden bu sır hükmün aşkınlıkta gizli olduğunu öğreniyoruz:
Gönül çeken nevnihal
Neden ki yasaklıdır
Aşkın bütün esrârı
Aşkınlıkta saklıdır.
Olcay Yazıcı “kök bilgiden gök bilgiye” anlayışını düşünce ve duygu dünyasında birebir uygulamaya gayret gösterir…İnsanları, somuttan soyuta, ezelden ebede algımıza değecek tüm varlıklar ve olaylardaki hikmet şiirini okumaya, anlamaya, anlatmaya, yazmaya, yaşamaya çağırırken, kendisi de elinden geldiğince sözünün ve davetinin eri olmaya çalışmaktadır. Bu yüzden olsa gerek, Ona göre şiir sanatların sanatı, en üstün sanattır.
“Su İlâhisi”ndeki
Buz kılıcı elifler
Batında gizli “bir”dir
Say ki, Mesih nefesi
Su en güzel şiirdir
dizeleriyle “Aşkın Şiiri”n deki
Efsunlanmış susuyor, söz erbabının pîri
Kar değil gök yüzünden yağan aşkın şiiri
dizeleri, Şairimizin tabiattaki varlıkları ve olayları nasıl birer şiir olarak gördüğünün delilidir. Şiirlerindeki sanatlı deyişleri ve anlam yoğunluğunu tahlile girişecek olursak ciltler dolusu kitap yazmak icap eder. Her şiiri bir tez konusu olacak güzellikte ve dolgunluktadır. O çok güzel hikayeleri, denemeleri, tefekkür derinlikli yazılarıyla değme yazarlara taş çıkartacak usta bir kaleme sahip olmasına rağmen, herhalde daha çok, en üstün sanat kabul ettiği şiirin hakkını vermeye adanmış bir hayat çizgisinde, şair kimliğiyle tanınmak ve anılmak isterdi diye düşünmekteyim.
Hakka yürüyeli aradan yedi yıl geçmiş… Daha dün gibi…. Ruhu şad, mekanı Cennet olsun.
YUSUF BİLGE