Artık sizlere veda etme zamanı geldi. Bu son görüşmemiz. “Son” ifadesi her zaman içimi sızlatmıştır. Ancak bu konuda başka da yapılabilecek bir şey yok. Şunu biliyorum ki “Her şey önce başlar, ama önünde sonunda mutlaka biter de…” Bu gerçeği ben kabullendim; siz de kabullenin.
Vedalaşmadan önce cereyan eden önemli olayları özetleyerek sizlere aktarmaya çalışacağım. Fakat nereden, hangisinden başlayacağıma bir türlü karar veremiyorum.
Dilerseniz beni yaralayan olayla başlayayım: Şeyda nedense beni hiç sevemedi. Bir gün aceleyle beni ocaktan almaya çalışırken parmaklarını yaktı. Çünkü ocak çok açılmıştı ve alevler saplarımı iyice kızdırmıştı. Tutmak için bez de kullanmadığı için parmakları yanınca acı içinde kıvranmaya ve söylenmeye başladı:
-Anne, anneee, ellerimi çok fena yaktım! Bıktım şu hantal tencereden! Bunu atalım yerine yeni bir tencere alalım. Zaten oldukça eskidi.
Doğrusu Şeyda’nın elini yakmasına üzülmedim aksine sevindim. Böylece ondan intikamımı da almış oldum.
Bu konuşmadan iki hafta sonra açılan bir ambalajdan çıkardıkları yeni tencereyi benim yanı başıma koyuverdiler. Demek ki Şeyda, annesini benim aleyhime doldurmada başarılı olmuştu!
Yeni tencerenin bana tepeden bir bakışı var ki… Anlatamam o bakışı… Havasından yanına yaklaşılmıyor. Zavallıcık bilmiyor, bir gün kendi de benim düştüğüm şimdiki duruma düşecek! Yani onun pabucu da dama atılacak.
Bu tencerenin geldiği gün ilk yemek benimle değil onunla pişirildi. Beni alttaki dolabın içine attılar. Burada ne kadar kaldığımı tam olarak hatırlayamıyorum. Sadece uzun bir süre olduğunu biliyorum. Dolap evyenin altında olduğu için gece gündüz su sesi dinlemek zorunda kaldım. Etrafım tencere, tava ve değişik birçok kapla doluydu. Boruları da unutmayayım: Evyeden gelen boru, bulaşık makinesine ait iki boru. Her şey tıkış tıkış…
Aylar sonra helva yapmak için dolaptan çıkarılınca sevindim. Ne helvası, diye sorabilirsiniz. Hani biri öldükten sonra ev sahibinin komşulara helva dağıtma âdeti vardır ya, onun için… Kim mi öldü? Şehnaz Hanım. Evet Şehnaz Hanım sizlere ömür…
En son o günden dört gün önce Şehnaz Hanım’ın sesini duymuştum. Daha sonra duymadım, o nedenle bu garip durumdan şüphelendim. Evde hiç rastlamadığım derin bir sessizlik vardı. Demek ki Şehnaz Hanım çok hastalandığı için hastaneye kaldırılmıştı ve birkaç gün içinde de ölmüştü…
Sessizliğin nedeni anlaşılıyordu. Çünkü o, günde defalarca mutfağa girip bir şeyler atıştırmadan yapamazdı. Sesini duymasam, kendini görmesem bile ayak seslerinden ben Şehnaz Hanım’ı tanırdım.
Birkaç gece evde dualar okundu. Giden gelen oldukça çoktu. Ağlayan insan sesleri de duyuyordum, ama en çok sigara içmek için mutfak balkonuna çıkan Şekip Bey’i fark ediyordum. Burnunu çekmesi hatta bazen hıçkırması annesine ağladığını gösteriyordu.
Helva işi bittikten sonra tekrar dolaba kapatıldım. Bu olaydan birkaç ay sonra Şeyda evden kaçtı. Şenay Hanım ağlayarak kocasına durumu anlatırken olayı duydum. Kaçma sebebi mağaza sahibi, zengin Zafer beyin yeğenine Şeyda’yı istemek için dünür gelmiş olması.
Annesi razı, babası kararsız, Şeyda “Hayır!” diyor, çünkü o çocuk ona göre “Mongolun teki”ydi… Annesinin baskısı yüzünden daha önce telefon konuşması yaptığını söylediğim delikanlıya kaçmış. Aslında Şeyda, önceleri bu kaçtığı delikanlı ile ilişkisini sürdürüp sürdürmeme konusunda bile kararsızdı, ama demek ki ‘ehven-i şer’i tercih etmişti.
İş ister istemez tatlıya bağlanıp Şeyda’nın bu kişi ile evlenmesine razı olundu ve düğün dernek kuruldu. Düğün öncesi gelen misafirlere yemek yapmak için bir kez daha dolaptan çıkarıldım. Ben ve diğer tencereler günlerce kaynatıldık…
Bir diğer önemli haber: Şeref yurt dışına gitti. Şaşırdınız değil mi? İşsiz güçsüz, bu tembel çocuk ne yaptı da kendini yurt dışına attı? Sorunun cevabını bilmiyorum. Belki de babaannesi ile kurduğu şirket gerçekten başarılı olup ona bu fırsatın doğmasını sağlamıştır. Allem kalem edip gittiyse bile gene başarılı sayılır. Çünkü neticeye bakmak gerekiyor.
Bütün bu olaylardan sonra bir gün Şenay Hanım mutfakta Şekip Bey’le konuşuyordu:
-Şekip, şu son bir senede ailemizde çok önemli değişiklikler meydana geldi. Kayınvalidem vefat etti, Şeyda evlendi ve Şeref de yurt dışına gitti.
-Evet hayatım, bu hızlı değişimin ben de farkındayım ve şaşkınım. Hâlâ bu olanlara inanamıyorum. Değişikliklere alışırız elbet, ama zamana ihtiyacımız var.
-Şu kocaman evde sen ve ben kaldık.
-Hayat böyle Şenay… Bugün olmasa bile ileride bir gün aynı durumu mutlaka yaşayacaktık. Yaşlı insanlar ölüyor, gençler de yuvadan uçuyor… Ne yaparsın?
-Benim sana asıl anlatmak istediğim şu: Bu ev bizim ikimiz için fazla… Zaten büyük olması nedeniyle artık ev ile istediğim gibi ilgilenemiyorum. Onun için bence küçük bir eve taşınsak daha iyi olur.
-Taşınalım da onca eşyayı ne yaparız?
-Bize en gerekli olacakları alırız. Diğerlerini de ya satarız ya da ihtiyacı olanlara veririz. Kullanılamayacak durumda olan eşya varsa bunları da atarız.
-Sen nasıl istersen öyle olsun. Yarından itibaren ben ev aramaya başlayacağım; sen de eşyaları toplar ve götürülmeyecek olanları satılacak ve atılacak diye ayırırsın.
Şenay Hanım işe hızlı başladı, bir hafta içinde eşyaları topladı. Götürülmeyecek olanlar diye ayırdıkları neredeyse mevcut eşyanın yarısı kadardı. Beni de satılacak eşyalar arasına koymuştu. Derken bir hurdacının kamyonetinde buldum kendimi.
Hurdacı arabasını, şehir dışında bahçeli bir gecekondunun yanında durdurdu. Evi olmalıydı. Arabadan inince yanına iri bir köpek koşarak geldi, ayaklarına sürtünmeye başladı. Eliyle başına okşayıp, sırtına vurdu. Köpek uzaklaştı. İleride kümes ve etrafında 7-8 tane tavuk vardı. Ayrıca bahçede üstü açık olmasına rağmen depo olarak kullanıldığını anladığım derme çatma bir tahta kulübe bulunuyordu.
Arabanın motorunun sesini duyan bir bayan evden çıktı ve arabanın yanına geldi. Karısı olmalı. Kadın hurdaları yerleştirmede kocasına yardımcı olmaya başladı. Birçok hurda depoya rastgele bir şekilde atıldı. Sıra bana geldiğinde hurdacı beni evirdi, çevirdi ve “Bu işimize yarayabilir.” Diyerek karısına verdi. Kadın da beni alıp eve götürdü.
Kurtuldum diye seviniyordum. Demek ki bu ailede yaşamam için bana bir şans verilmişti. Bu sevincim uzun sürmedi. Bir ay bile olmadan hurda deposuna atıldım. Çünkü hurdacının karısı çok büyük olduğumdan kocasına şikâyet etti. Ayrıca benim yüzümden fazla yemek yapmak zorunda kaldığını ve bunların tüketilemeden çöpe gittiğini söyleyince Hurdacı beni tuttuğu gibi depoya fırlattı.
Depoda sonumun geldiğini anlamıştım. Kaderde ne varsa o olacaktı. Tevekkülle durumuma katlanmak zorundaydım. Aslında gene de diğer hurdalara göre şanslı sayılırdım. Çünkü en üstteydim ve altta ezilmem söz konusu değildi.
Burada neler vardı? Neler yoktu ki… Tencereler, tavalar, çaydanlıklar, ütüler, sobalar, buzdolapları, çamaşır makineler, daha neler neler… Tabii fareleri, kuşları, böcekleri, kedileri hatta yılanları da bunlara eklemeliyim.
Üstteyim diye seviniyorum ama bunun dezavantajı da vardı. Yağmur, kar yağdı mı; rüzgâr sert esti mi öncelikle üstteki hurdalar etkileniyordu.
Depoda bir yaz, bir sonbahar ve bir kış geçirdikten sonra Hurdacı birkaç gün üst üste depodaki hurdaları kamyonete yükleyip geri dönüşüm fabrikalarına götürmeye başladı. Yarın götürülme sırası büyük bir ihtimalle bende. O nedenle sizlerle vedalaşıyorum.
Beraberliğimiz buraya kadarmış. Ama belki de ileride karşınıza tencere olarak değil de tava, buzdolabı, çamaşır makinesi, bulaşık makinesi veya konserve kutusu olarak çıkabilirim. Umarım o zaman beni hatırlarsınız!
Sevgili dostlarım beni unutmayın, hoşça kalın.
BİTTİ...