Ulysses James Joyce

15.03.2015

İlgili resim

 
James (Augustine Aloysius) Joyce'in 2 Şubat 1922'de yayınlanan eseri.

James (Augustine Aloysius) Joyce'in 2 Şubat 1922'de yayınlanan eseri.
Yazarın tam adı James Augustine Aloysius Joyce (1882 - 1941) dur.  İrlanda asıllı olan yazar, yazılarında kullandığı anlatım tekniklerindeki özgünlük ve anlatım yöntemleri ile anlatıma bir yenilik getirmiş,  20. yüzyıl edebiyatına renk veren yazarlardan bir olarak dikkat çekmiştir.
1882 yılında Dublin’de doğmuş olan  James Joyce Cizvit okullarında eğitim görmüş; Dublin'deki University College'de felsefe ve modern diller okumuştur. Hayatının büyük bir bölümü yoksulluk içinde Zürih’te  geçiren yaar en önemli eseri olan en Ulysses’i  Dublin’den ayrılıp şehir şehir gezdiği yıllarda [1] daha çok da Zürih’te iken yazmıştır. [2]
Eser ilk önce Little Review adlı bir Amerikan dergisinde ve 1918’de  yılında dizi halinde  tefrika edilmeye başlanmış, Aralık 1920 ye kadar seri olarak yayımlanmıştır.  Ancak eser dergide tefrika edilirken büyük yankı uyandırmış, hakkında açılan dava nedeni ile 1920’de yayınlanmasına ara verilir.  Bu sebepten Ulysses kitap olarak ilk kez 1922’de Paris’te basılabilmiştir. [3] Ulysses Amerikan dergisi Sylvia BEACH tarafından bir bütün halinde 2 Şubat 1922 yılında Paris'te yeniden basılmıştır.  Eser, Modern edebiyatın en önemli eserlerinden birisidir.[4]
Ulysses Dublin'de geçen 24 saati anlatan bir romandır. Eseri  Homeros'un Odysseia'sı üzerine kuruludur. Roman  kitap olarak yayınlandığında  da büyük bir ilgi görmüştür.  İki büyük savaş arasında Paris’te kalan yazar  13 Ocak 1941’de  Paris’te ölmüştür.
Ulysses, pek çok yeni tekniğin kullanıldığı  bir roman olarak dikkat çeker.  Eserin ilk basımları Joyce'un karmaşık ve dağınık çalışma yöntemi, el yazısının kötü olması,  Joyce’nin görme kusurları, yayınevinin dizgicileri de Fransız olup İngilizce bilmedikleri gibi  nedenlerle   kitabin baskısı  dil yanlışları ve satır atlamaları ile dolu olarak basılır.[5]
Yazar 1922 yılında eserindeki yanlışlıkları düzeltmeye çalışmış ama gözlerindeki rahatsızlık nedeni ile vazgeçmiştir. [6] İlk  basımı birçok dizgi yanlışı içeren “Ulysses”in aslına uygun halde basılması ancak  1984 yılında gerçekleşebilmiştir.  Ulysses  çevirmen Nevzat Erkmen tarafından Türkçe çevrilerek  1996 yılında  Türkiye’de de basılmıştır.
ESERİN DİL VE ANLATIM TEKNİKLERİ
Joyce’un seçtiği anlatım biçimi, başı, sonu ve ortası olan romanlardan çok farklıdır. “ Zor okunan roman” olma ünü olan  Ulysses’te yazar,  karakterlerini gün boyunca takip eden,  karakterlerin kafalarından geçenleri  sayısız ayrıntılarıyla  tasvir etmekte olan bir yöntem seçmiştir.  Anlatıcı ile  Kahramanların iç sesi birbirine karışmaktadır. İç sesler ile konuşmaları  birbirinden ayıran tek belirti konuşma çizgileridir. Bu durum romanda pek çok belirsizliklere yol açmış, romanın bir günde ve Dublin’de geçtiğine dair  bilgiler bile romanı okuyanlar için  belirsiz bırakmıştır.   “ anlatıcının sesiyle karakterlerin iç sesleri arasında okuyucuyu uyarmadan geçişler yapıyor; bu nedenle, her cümlenin kimin kafasından geçtiğini tahmin etmemiz gerekiyor. Aynı şekilde aniden “gerçek ”ten “halüsinasyon”a, “hikâye”den “parodi”ye, bir zihinden diğerine, bir üsluptan diğerine geçiveriyor. Ancak kitabı bitirdiğimizde, tüm parçalar yerine oturmaya başlıyor.  Meğer tüm bu ayrıntılar ve karmaşa hikâyenin kendisiymiş;  “[7]
Eser Homeros’un İlyada’sındaki kahramanları günümüz Dublin’inde yaşayan yoksul insanların dünyasındakilerle birleştirmiştir. “Joyce, romanın iskeletini kurarken, Homeros’un kahramanlarının ruhlarını o güne, o günün insanlarına aktararak Dublin’de onlara benzer işler yaptırmış. Bu şemada, Bloom, gezgin, basiretli, kurnaz Odysseus’a; Stephen Dedalus, babasını arayan Telemakhos’a; Bloom’un çok da sadık olmayan eşi Molly, sadık Penelopeia’ya denk düşürmüştür.”
 
KONUSU
Öğrenci Stephen Dedalus ile Yahudi asıllı bir reklam toplayıcısı olan Leopold Bloom’un karşılaşmaları ile bu iki kişi  kimliklerini aşan daha büyük bir gerçeğin parçası olduklarını anlamışlardır. Stephen “sanatsal” doğanın, Bloom ise “bilimsel” doğanın temsilcileridir. Bu iki dışlanmış kişilik, birbirleri için özel bir öneme sahiptir.  Stephen, Joyce’un gençliğinin, Bloom ise olgunluğunun yansımalarıdır; Bloom, Stephen’ın, “manevi babası”dır.
Ulysses aslında Homeros'un Odessa eserin kahramanın ismidir. Kitapta da Homeros'un bu  destanıyla birçok paralellik kurulur.
Romanın Proteus kısmındaki başkarakter Stephen Dedelaus  ise Stephen, James'in romandaki ismi gibidir çünkü Stephen'a yüklediği her olgu (sözlerinden düşünüş şekline), bizzat James'in kendisinin sahip olduğu olgulardır. Ayrıca Stephan soyut bir kafa yapısına sahiptir. Buna rağmen, Lestrygonian bölümündeki ana karakter Leopold Bloom ise çok daha somut bir kafa yapısına sahiptir. Başka bir deyişle, Stephan bilgi edinirken duyu organlarını kullanmazken, Bloom duyu organlarıyla bilgiye ulaşmaktadır.
 
Eserin diğer konuları ise  Homeros’un destanı Odysseia ile simgesel koşutluğundan özellikle de 18. ve son bölümde Bloom’un karısı Molly’nin düşüncelerinin yansıtıldığı “bilinç akışı”ndan gelmektedir.
 
KARAKTERLER
  • Leopold Bloom, 38 yaşında, Yahudi asıllı, bir gazeteyle şirketler arasında reklam komisyonculuğu yaparak geçiniyor;
  • Marion Bloom (Molly), Leopold Bloom’un eşi,  33 yaşında, sahne kariyerine dönmek üzere olan profesyonel bir soprano.
  • Stephen Dedalus, 22 yaşında, üniversiteyi yeni bitirmiş, Paris’te tıp okuma planlarını annesi ölünce apar topar Dublin’e dönerek yarıda kesmiş, yazar olmaya hevesli, meteliksiz bir genç.
  •  
ÖZET  [8]
( Not: Eserin Özet Kısmı olduğu gibi Armağan Ekici,Ulysses için ipuçları  “(Duvar dergisi, Temmuz-Ağustos 2014) adlı yazısından alıntıdır. )
Odysseia’nın başlangıcında Telemakhos’un babasını aramak için yola çıkmasına karşılık olarak, ilk üç bölüm sabah 8-10 arasında Stephen Dedalus’u konu alıyor. Bu üç kısa bölümde, Joyce, romanın belli başlı temalarının çekirdeklerini atıyor.
1. Telemakhos: (s.9-28). Stephen, Buck Mulligan ve Haines Dublin’in epey dışında bir savunma kulesinde uyanırlar (bu kule bugün “James Joyce Kulesi”dir). Mulligan başarılı, ağzı çok iyi laf yapan, herşeyle dalga geçen bir tıp öğrencisi, Haines ise “yabani İrlandalıların” adetlerini öğrenmek için taşra gezisine çıkmış bir Oxford öğrencisi. Mulligan güne Katolik ayiniyle dalga geçtiği bir traş töreniyle başlar ve bölüm boyunca din ile alay eder (kitap boyunca da alaycılığı ve şakacılığı ile karakterize edilir). Stephen ile Mulligan arasındaki soğukluk yavaş yavaş tırmanır; Stephen, kulenin sahanlığında tek başınayken, güneşi bir bulut örter, Stephen annesinin kısa süre önceki ölümünü düşünür ve annesinin hayaletini görür gibi olarak sarsılır. Kahvaltı ederler, (eski İrlanda’yı sembolize eden) yaşlı sütçü kadından süt alırlar; yakındaki kayalıklara gidip yüzerler, Stephen öğleyin The Ship barında buluşmak üzere sözleşerek ayrılır. Yüzme sahnesinde anılan “fotoğrafçı çıtır”ın Bloom’un kızı olduğunu sonradan öğreneceğiz.
Mulligan’ın gerçek hayattaki karşılığı olan (yazar, Doktor, İrlanda Cumhuriyeti’nin ilk senatörlerinden) Oliver St John Gogarty savunma bakanlığından bu kuleyi kiralamış, Joyce ve bir İngiliz öğrenci burada kalmışlar ve buradaki tartışmanın benzeri yaşanmış.
s.9’daki “Hrisostomos”, iç sesin kitaptaki ilk örneği (anlatıcıdan değil, Stephen’ın zihninin içinden geliyor). Stephen Mulligan’ın altın dişine ve bal damlayan ağzına bakıp, hitabet yeteneği nedeniyle bu adı almış Aziz Hrisostomos (Altın-ağız)’ı düşünüyor. Hrisostomos yabancı değil, İstanbullu; bir mozağini Ayasofya’nın sol galerisinde görebilirsiniz.
2. Nestor: (s.29-41). Stephen, öğretmenlik yaptığı, varlıklı bir mahalledeki (Dalkey) okula gider, ders verir, İngiltere hayranı başöğretmen Deasy’den (Homeros’ta Telemakhos’un nasihat aldığı Nestor’un karşılığı) maaşını alırken bir takım nasihatlere maruz kalır. Deasy, basın dünyasıyla ilişkili olduğunu bildiği Stephen’dan, “sığırlardaki şap hastalığının tedavisi” konulu bir yazısını gazetelerde yayınlatmasını ister. Bölümün sonunda, Deasy’nin antisemitik sözleri üzerine Stephen’ın aklından geçenler, Joyce’un ikinci dünya savaşında olacakları 20 yıl önceden görmüş olduğu gösteriyor (s.39).
3. Proteus: (s.42-55). Proteus, Homeros’ta denizlerin sürekli biçim değiştirerek yakalanmaktan kurtulan tanrısı. Bu bölüm, kitabın zorluğuyla meşhur iki bölümünden biri. Tüm bölüm, kumsalda yürümekte olan Stephen’ın zihninin içinde geçiyor. Stephen’ın düşünceleri, aynı deniz gibi, durmadan biçim değiştiriyor, çağrışımdan çağrışıma atlıyorlar; zihni ilahiyat, tarih ve felsefe referansları ile dolu. Metnin zorluğu, romanın konusu açısında önemli bir görev görüyor: Joyce, kendi gençliğine baktığında nasıl kendi zihninin içinde kaybolmuş, tıkanıp kalmış bir genç gördüğünü anlatıyor böylelikle. İlk kez okuyanlara zorluklara takılmadan, hikâyenin akışına daha çok önem vererek okumalarını öneririm.
Stephen Aristoteles’i, renk, bilinç, insanın yaratılışı gibi konuları düşünürken, aklından dayısı Richie ve yengesi Sara’nın yakındaki evlerine uğramak geçer. Zihninden, kendi babasının bu aileyle alay etmesi ve eğer onlara uğrarsa konuşulacak olanlar geçer. (s. 43’teki “Evet Efendim”, Stephen’in zihninde babasının sesinin Sara’nın oğlu Walter’ı taklit etmesi – yani, 3. dereceden bir “iç ses”.) Cizvit okulundaki günlerini, rahip olmayı düşünmüş olmasını, kitap okuma ve yazma hayallerini, kadınsızlığını, Paris’teki parasızlığını ve sohbetlerini, kös kös Dublin’e dönüşünü düşünür. Bizim Jön Türkler gibi, Paris’e gidip İrlanda’yı kurtarmaya çalışan “Yaban Kazları”ndan Kevin Egan’ın oğlu Patrice ile konuşmalarını hatırlar. Önce ölü, sonra canlı bir köpek görür, köpekten korkar, köpeğin sahibi midye toplayıcı Çingene çifti görür. s.52’de o gece rüyasında (henüz tanımadığı) Bloom’u ve genelev sokağında kendisine yardım edeceğini görmüş olduğunu anlarız. Zihninde vampirli, kötü bir şiir yazmaya çalışır (bu dörtlüğün temiz halini ileride, s. 132’de okuyacağız). Bir kızı hayal eder, bazı yorumlara göre mastürbasyon yapar (s.54); Mulligan ile kavgasını düşünür; çişini yapar. Arkasını döner, ufukta “üç çarmıhlı” bir gemi görür.
II. “Odysseia” (s.57-584)
Kitabın gövdesini oluşturan bu 12 bölümde, sabah 8’den geceyarısına kadar Bloom’u ve Stephen’ı izliyoruz.
4. Kalypso: (s.59-73). Tekrar birinci bölümün saatine, sabah 8’e dönüyoruz; bu sefer Bloom’ların evindeyiz. Odysseia’da tanrıça Kalypso’nun Odysseus’u adasında esir tutması gibi, burada da Bloom Molly’nin aşkının esiri. Bloom’u Molly’ye kahvaltı hazırlarken, çıkıp yakındaki domuz kasabından bir böbrek satın alırken, Şark hayalleri kurarken, dönüşte komşunun hizmetçi kızını keserken görüyoruz. Stephen’a annesinin hayaletini gösteren bulut Bloom’a da görünüyor ve bir an yaşlılığı, yıkımı düşündürüp soğuk terler döktürüyor (s. 64). Postadan gelen iki mektuptan biri, bir sayfiye yerinde bir fotoğrafçının yanına çırak gönderilmiş kızları Milly’den, diğeri Molly’nin emprezaryosu/aşığı Boylan’dan (Boylan, Bloom’un zihninde hep “o herif” olarak anılıyor). Boylan, o gün saat 4’te konser programını getirecek; programda Don Giovanni’den Lá ci darem a mano (bu düette Don Giovanni, evlenmek üzere olan köylü kızı Zerlina’yı baştan çıkarır) ve zamanın popüler şarkılarından Love’s Old Sweet Song (“Aşk Nağmesi”) var (s.67). Bu iki şarkı, gün boyunca, Bloom’un zihninde Molly’nin kendisini aldatmasının teması olarak çınlayacak. İkisi de güzeldir, Youtube’dan arayıp bu iki parçayı dinlemenizi tavsiye ederim. Bölüm, Bloom’un bahçedeki helada gazetedeki ödüllü bir hikayeyi okurken def-i hacet eylemesiyle bitiyor.
5. Lotosyiyenler: (s.74-89). Bloom bu bölüme “açık bir zihinle” başlıyorsa da, Odysseus’un adamlarına sılaya dönme isteğini unutturan uyuşturucu Lotos çiçeğinin ülkesindeyiz. Joyce bölümü çiçekler, Şark bahçeleri, uyuşukluk, uyutulma temalarıyla kurmuş. Bloom’un Martha Clifford adında bir kızla “Henry Flower” imzasını attığı mektuplarla flört ettiğini öğreniyoruz. Bir kiliseye girip olanı biteni tam anlamadan merasimi izliyor; eczaneye uğrayıp Molly’nin istediği losyonu sipariş ediyor; oradan hamama gidip mayışıyor.
Hamamdan önceki sahnedeki yanlış anlama, sonradan Bloom’un başına iş açacak. Bantam Lyons, Bloom’un elindeki gazete için “atacaktım zati/I was going to throw it away” demesini o günkü yarışta koşacak olan sürpriz at “Throwaway” için bir tüyo zannederek sevinçle uzaklaşıyor (çeviride atın adı “Zâti”). Gerçek hayatta da o günkü yarışta Throwaway kazanmış ve 1’e 20 vermiş.
6. Hades: (s. 90-116). Sabahtan beri anılan cenaze töreni için Bloom, Stephen’ın babası Simon Dedalus ve Dublinliler’den tanıdığımız başka karakterlerle birlikte mezarlığa gidiyorlar. s.91’de, 3. bölümde kumsalda yürümekte olan Stephen’ı görüyorlar.
Martin Cunningham karakteri, kitabın Dublinliler ve Odysseia bağlantılarının güzel örneklerinden: Cunningham’ınDublinliler’deki halden anlayan, iyilik yapmaya çalışan adam halleri devam ediyor ve alkolik karısının evde ne varsa tekrar tekrar rehine vermesi yüzünden sürekli silbaştan ev düzmek zorunda kalmasıyla, Odysseus’un ölüler âleminde karşılaştığı Sisyphos’un eşdeğeri oluyor (s.99). Cenaze töreninde, kitabın hâlâ tam çözülememiş bilmecelerinden biri, kim olduğu anlaşılamayan makintoşlu adam ortaya çıkıyor (s.111).
7. Aeolos: (s. 117-147). Rüzgârlar tanrısı Aeolos, Odysseus’a önce yardım eder, ama verdiği rüzgârları heba edip tekrar gelince onu kovalar. Gazete yazıhanesi ve matbaasında geçen bu bölüm, rüzgârın, hava civanın, boş lafın, retorik sanatının bölümü. Rüzgârların tanrısı, gazetenin yazıişleri müdürü; o da bir reklamı ayarlamaya çalışan Bloom’a ilk seferinde yardımcı olup ikinci gelişinde kovalıyor. Bölümün ortasında Stephen, Deasy’nin yazısını getiriyor ve (bazıları zaten güne sarhoş başlamış olan) gazetecilerle birlikte içmeye çıkıyorlar. Bölümün sonunda, Stephen, gazetecilereDublinliler’deki “epiphany” tekniğinin (gündelik hayat içinde, büyük bir gerçekçilikle tasvir edilmiş sıradan bir ânın çok daha geniş bir temayı işaret edivermesinin) bir örneği olan bir hikâye anlatıyor.
Bu bölüm, metnin arasına girerek olan biten üzerine ironik yorumlar yapan gazete stilinde başlıklarıyla, Joyce’un romandaki biçimsel oyunların seviyesini arttırmaya başlamasının ilk işareti.
8. Laistrygonlar: (s.148-179). Odysseia’nın yamyamları, öğle yemeğini yemeye niyet eden Bloom’un içini kaldıran lokanta müşterileri (s.165) olarak ortaya çıkıyor. Bloom, bir zamanlar hoşlanmış olduğu bir kadınla karşılaşıyor (s. 153) ve bir tanıdıklarının günlerdir hastanede doğum yapmaya çalıştığını öğreniyor. s. 161’de dönemin önemli edebi figürlerinden (ve Joyce’un ilk öyküsünün yayımcısı) George Russell (takma adı A.E.) ile karşılaşıyor; bu karakterin hayatını ansiklopedilerden okumanızı öneririm, bir sonraki bölümde de karşımıza çıkacak. s. 164’te Molly ve Bloom’un on yıl önce, ikinci çocukları Rudy’nin bebekken ölmesinden sonra cinsel hayatlarında birşeylerin değiştiğini, birbirlerinden uzaklaştıklarını okuyoruz (çoğu yorumcu bunu artık sevişmedikleri olarak yorumlar ve Odysseus’un on yıl boyunca evden/yatağından uzak kalmasıyla bağlantılandırır; ama son iki bölümü dikkatli okursanız cinsel hayatlarının tümüyle bitmesi değil de, Bloom’un artık çocuk yapmak istemiyor olması daha doğru bir yorum olabilir). Bloom, Davy Byrne’ün barında gorgonzolalı sandviç ve burgonya şarabıyla karnını doyurur. Molly ile Howth tepesinde öpüşmelerini içi yanarak hatırlar (s.171; bu, romanın meşhur kapanışının Bloom’un zihnindeki hali). Çıkışta Boylan ile burun buruna gelince, “o herif”ile karşılaşmamak için müzenin girişine saklanır (s.178).
Kitabın meşhur bilmecelerinden, üzerinde “U. P.” yazan kartpostal burada ortaya çıkıyor (s.155). Bunun “işin bitti,ayvayı yedin, kafayı yedin” anlamında bir deyim olduğu yorumunu izleyerek çeviride karta “7. N.” yazdırdım.
9. Skylla ve Kharybdis: (s.180-213). Kitabın en sıkı bölümlerinden: Odysseus’un Messina boğazı kayalıklarındaki canavar ile girdabın arasından geçmesi. Kütüphanede, Stephen, İrlanda edebi çevresinden kendisini çok da ciddiye almayan tanıdıklarına (yukarıda andığım Russell da aralarında) Shakespeare üzerine teorisini anlatıyor. Shakespeare’in hayatı hakkında bilinen çok az bilgiyi kullanarak Hamlet için ayrıntılı bir okuma önerisi sunan bu teoriyle, Joyce, okurdan da Ulysses’i bu düzeyde bir dikkatle okumasını beklediğini söyler gibi. Mulligan ortaya çıkıp şakalarını patlatmaya başlayınca Stephen’ın sabah sözleştikleri gibi bara gelmeyip, kriptik bir alıntıdan ibaret bir telgraf çekmekle yetinmiş olduğunu anlıyoruz. Reklamı için örnek görsel bulmaya çalışan Bloom girip çıkıyor. Bölümün sonunda, Stephen’ın Mulligan ile ilişkisinin “kuyruğunu koyverdiğini” görüyoruz.
10. Gezgin Kayalar: (s. 214-248). Homeros’taki gezgin kayalar, bazı yorumlara göre İstanbul Boğazı’nın tehlikelerine denk düşüyor (Azra Erhat çevirisinde 12:58-72; Erhat “gezgin” için “Kıranlar” kullanmış). Ulysses’in tam ortadaki, “göbek taşı/omphalos” bölümü bu: Dublin’e hükmeden iki otoritenin iki temsilcisi, katolik kilisesi adına Peder Conmee ve Britanya imparatorluğu adına Vali’nin korteji Dublin’i çaprazlama katederken, kitabın pek çok karakteri, 18 kısa metinde Peder ya da Vali ile karşılaşıyorlar. Bölüm gezgin kayaların, şaşırtmacaların bölümü olduğu için bazı parçalarda diğer zamanlar-mekânlar parazit yapıyor, araya karışıyorlar.
11. Seirenler: (s.249-283). Bu noktadan sonra kitabın bölümleri uzamaya, metindeki deneysellik artmaya başlıyor. Seirenler kitabın “müzik” bölümü; ilk sayfada, sanki, bir orkestra, dinleyeceğimiz müzikten bölümleri bölük pörçük çalarak enstrümanlarını akort ediyor gibi. “Başla!” emriyle, Joyce’un füg formunda olduğunu iddia ettiği asıl metin başlıyor. Metin müzik terimlerini metnin içine yedirerek ve müzik gibi, tekrarlarla, kelime sırası değişiklikleriyle yazılmış. Konu da müzik, bölümün merkezinde piyanonun başında söylenen iki şarkı var. Ormond otelinin barındayız; sarışın (“sırma”) ve kızıl saçlı iki barmaid kıkırdayarak sohbet ediyorlar (ben kızların saçlarını anlatan “sırmanın yanında kızıl” sözlerinin “füg”ün ana teması olduğunu düşünenlerdenim). Bloom, sohbeti ve şarkıları dinlerken, kara kara Molly ve Boylan’ın saat 4’t3eki randevusuna çok az kaldığını düşünüyor. Bölüm boyunca “tap” sesleri yavaş yavaş çoğalıyor: bunlar, kör yeniyetme piyano akortçusunun yaklaşırken bastonunu vurmasının sesi. Bölüm, Bloom’un bir vitrindeki milliyetçi bir metni okurken tramvayın geçişine uydurarak gaz çıkarmasıyla bitiyor.
s. 273’teki “Fetter Lane...” diye başlayan cümle, Stephen’ın zihnindeki Shakespeare biyografisine ait bir cümle (krş. s.197 ve s.634), ama Stephen o anda orada değil. Stephen’ın zihni ile Bloom’un zihni bir anlığına içiçe geçiyor gibi sanki.
12. Tepegöz: (s.284-333). Anlatıcının kitabın karakterlerinden biri olduğu iki bölümden birinde, tüm aksiyonu küfürbaz, dedikoducu bir çek-senet tahsilatçısının gözünden dinliyoruz; ama anlatıcının sesi tekrar tekrar kesiliyor ve söylediği sözdeki bir unsuru bambaşka bir üslupta iyice abartarak işleyen bir parodi araya giriyor (örneğin s. 284’ün sonundaki ticari anlaşmazlık, s. 285’te abartılı bir hukuk diliyle yansılandıktan sonra, “Sen kesin yeşilaycısındır...” ile tekrar “gerçekliğe” dönüyoruz; bu da tekrar “Güzel Inisfail’imizde...” diye başlayan paragrafla, bu sefer de İrlanda destanı parodisiyle kesiliyor). Bu parodiler, “şişirme, abartma” tekniğiyle Joyce’un okurun sabrını zorladığı bölümler arasında; yine de, kitaptaki en komik pasajlar bu parodilerin içinde saklı. Örneğin, s. 327’deki azizler listesine dikkatli bakınca bardaki müşterilerin, Molly’nin (“Marion Calpensis”) ve hatta bardaki köpeğin (“Owen Caniculus”) bu listeye karışmış olduğunu görüyoruz.
Odysseus’un Tepegöz’ü, burada, gerçek bir Dublin karakteri olan “yurttaş”; İrlanda ata sporlarının canlandırılması için uğraşan keskin bir İrlanda milliyetçisi. Yurttaş ve arkadaşları, Bloom’u bir yabancı olarak görerek aşağılıyorlar; Molly ile ilişkisi epey dedikodu konusu oluyor; Bloom’un barışseverliğiyle, “ama bir de olaya böyle bakın” sözleriyle alay ediyorlar, bunların üzerine bir de Bloom’un Zâti’ye oynayıp 1’e 20 kazandığı dedikodusu yayılınca iyice kızıyorlar. Bloom’un “sizin tanrınız da benim gibi bir Yahudiydi!” demesi de yardımcı olmuyor. Martin Cunningham Bloom’u arabaya bindirip kaçırıyor.
13. Nausikaa: (s.334-368). Artık saat akşam 8; günbatımına yaklaşıyoruz. Odysseia’nın romantik bölümünün prensesi, burada kumsalda arkadaşlarıyla gezip top oynayan bir genç kız (Gerty MacDowell) olarak karşımıza çıkıyor. Joyce, bölümün ilk yarısını Gerty’nin gözünden aktarıyor: Hem Gerty’nin okuduğu genç kızlara yönelik dergilerin dilini, hem de onun zihninin içini görüyoruz. Bloom ortaya çıkıyor; Bloom ve Gerty bakışıyorlar; Gerty oturduğu yerde geriye yaslanarak Bloom’a bacağını gösteriyor. Bu esnada havai fişekler patlarken Bloom’un elinin boş durmadığını anlıyoruz (s. 353, “yine mi bu haltı ediyordu?”). s.354’te âniden Bloom’un bakış açısına geçiyoruz ve Gerty’nin ayağının topal olduğunu anlıyoruz. Bloom günün olaylarını düşünüyor, kumsala birşey yazmaya başlayıp vazgeçiyor, sonra hafifçe uyukluyor. Bölümün sonundaki guguklu saat, Bloom’a boynuzlandığını hatırlatıyor.
s.343’teki “Başaramadıysan tekrar deneyeceksin”, zamanın çocuklarına çok söylenen ve Beckett’in o çok yanlış anlaşılan meşhur alıntısında kullandığı bir nasihat.
14. Güneş’in Sığırları: (s.369-410). Homeros’ta Odysseus’un adamları Güneş tanrının sığırlarına karşı günah işliyorlar; Stephen ve arkadaşları ise doğurganlığa karşı günah işliyorlar. Joyce, belki şaşıracaksınız ama, aileye, çocuğa çok önem verirmiş; bu bölüm de doğuma, doğurganlığa övgü niteliğini taşıyor.
Kitabın en zor bölümü bu. Joyce burada büyük bir deney yapmış: bir yandan İngiliz dilinin Latince ve Anglo-sakson dilinden doğup gelişmesini, çağlar boyu İngilizcenin parodilerini yaparak temsil etmiş; bunun yanında, bölüm boyunca bir embriyonun peydahlanmasından doğumuna kadar olan aşamaları sembolize etmiş. Bu nedenle, çeviri açısından önemli sorun yaratan, stratejik tercihler gerektiren bir bölüm. Açılıştaki kaotik satırlar İngilizcenin Latinceden doğuşunu, sondaki kaotik bölüm ise çağdaş reklam dili ve argonun yarattığı kaosu temsil ediyor. Bu iki parça dışında, metin kaotik değil; eski metinlerin taklidini yapıyor yalnızca. Sabırlı olun: mizahıyla, sabreden okuru en çok ödüllendiren bölümlerden biridir.
Bloom doğumevine gidip tanıdığını ziyaret ederken orada kafa çekmekte olan Stephen ve tıp öğrencisi arkadaşlarıyla karşılaşıyor; bebek doğuyor, öğrenciler giderek daha sarhoş oluyorlar, çıkıp Burke’s barına yöneliyorlar. Bloom Stephen’ın halini görüp endişelenerek Stephen’ın peşinden gitmeye başlıyor.
15. Kirke: (s.411-584). Geceyarısı, genelevler sokağındayız (“geceköy”). Kitabın en uzun bölümü bu. Kitapta bu ana kadar sunulan tüm unsurlar içiçe geçip bir kriz noktasına ulaşıyor. Bölüm, tiyatro formunda; metne halüsinasyonlar damgasını vuruyor: gerçekle hayal içiçe geçiyor, anılan (ama orada olmayan) karakterler ortaya çıkıveriyor, cansız nesneler konuşmaya başlıyor. Ortalıkta gezinen bir köpek var ama durmadan cinsi değişiyor; köpek söylenenlere kafiyeli bir şekilde havlayarak cevap veriyor. Dikkatli okuyunca, neyin “gerçek”, neyin “halüsinasyon” evreninden geldiğini anlaşılıyor ama, burada halüsinasyonları kimin gördüğü belli değil; hem Bloom’a, hem Stephen’a görünüyor gibiler. Bu soruya verilen cevaplar arasında en sevdiğim cevap, bu bölümde bizzat kitabın kendisinin halüsinasyon gördüğü, kitabın kendi temalarına halüsinasyonla cevap verdiği.
Joyce’un bu bölümü yazarken en açıkça etkilendiği yapıt, Goethe’nin Faust’u. Faust’un, örneğin, Walpurgis Gecesi sahnesini bu metinle karşılaştırmanızı ve buradan Oğuz Atay’a giden etkilenme hattı üzerine düşünmenizi öneririm (Faust’un İclal Cankorel çevirisinde s. 201-227).
Önceki bölümle bu bölüm arasında anlatılmayan bir boşluk var; ilerideki bazı ipuçlarından Burke’s barı ile geneleve varılması arasında Stephen ile Mulligan arasında, Westland Row istasyonunda, muhtemelen yumrukların savrulduğu bir kavga olmuş olduğunu çıkaracağız.
Stephen ile Lynch’in genelev sokağına girişini, sonra onları takip eden Bloom’u görüyoruz. Stephen’ın peşinden geneleve giren Bloom’un suçluluk duyguları ve kafa karışıklığının yarattığı halüsinasyon âleminde Bloom Molly ile karşılaşıyor, belediye başkanı seçiliyor, kral oluyor, gözden düşüyor, dedesi Virag ile karşılaşıyor... Sonunda Stephen’i buluyor (s.485). Genelevin sahibesi Bella (Odysseia’daki büyücü Kirke’nin eşdeğeri) sahneye çıkıyor (s. 505) ve Bloom’u aşağılamaya başlıyor. s. 508’de Bloom ve Bella cinsiyet değiştiriyorlar. Bloom ölüyor, gömülüyor, peri kızı ortaya çıkıyor. s. 531’de Bloom zihninde tüm bunları yenip realiteye geri dönüyor. s.543’te aynada Stephen ve Bloom’un yüzü Shakespeare’in boynuzlanmış yüzüne karışıyor. s. 553’te Stephen, kızlardan birini kapıp piyanolanın çaldığı valsle dans etmeye başlıyor. s.554’te Stephen’ın dans figürlerine dikkat edin: Joyce’un “örümcek dansı” adını taktığı, uzun bacakları ve kollarıyla sokaklarda işte bu figürlerle icra ettiği bir dansı varmış. Kriz noktasında, Stephen tekrar annesinin hayaletini görüyor (s.555) ve beti benzi atıyor. Bastonuyla gaz lambasını parçalayarak isyanını ifade ettikten sonra (burada “Nothung!” diye bağırıyor, kastettiği Wagner’in Siegfried’indeki kılıcın imal edildiği an) genelevden kaçıyor. Bloom genelevdeki durumu yatıştırıp peşinden gidiyor.
Stephen, sokakta, iki İngiliz askeriyle laf dalaşına giriyor ve sonunda yumruğu yiyip yere seriliyor. Bloom başında durup kendine gelmesini bekliyor, polisleri de idare edip gönderdikten sonra o da kendi kriz noktasına ulaşıyor: bebekken ölen oğlu Rudy’nin hayaletini görüyor.
III. “Nostos” (s.585-750)
Bu doruk noktasından sonra, son üç bölümde, karakterlerin geceyarısından sonra yorgun argın eve dönüşlerini görüyoruz.
16. Eumaios: (s.587-638). Odysseus sonunda tek başına adasına, İthaka’ya dönmeyi başardığı zaman çoban Eumaios’un barakasında duraklıyor. Bloom ise Stephen’ı soluklanmak için bir arabacılar barakasına götürüyor. Bloom ve Stephen yorgun ve uykulular; bu yorgunluk, uzayan, bağlanmayan cümleler, lafların birbirine karışmasıyla bölümün stiline yansıyor. Bloom, Stephen’ı etkilemek için konuştukça konuşuyor; Stephen ise ters, kısa cevaplar veriyor. Barakada bir Odysseus/Parnell figürü daha var; yaşlı bir denizci (Murphy) gezi hikâyelerini anlatıyor. Gazetede o günkü cenazenin haberini ve Deasy’nin mektubunu görüyorlar. Bloom Stephen’ın yatacak yerinin olmadığını, saatlerdir yemek yemediğini anlıyor. Çıkıp yürürken Stephen’la biraz müzik muhabbeti yapıyorlar. Stephen çok eski, az bilinen bir Alman şarkısını söylemeye başlayınca, Bloom sesini çok beğeniyor, onu müzik dünyasına kazandırmak ve emprezaryoluk hayalleri kurmaya başlıyor. Bu planlara yoldaki at arabasının atları dışkılayarak cevap veriyor.
17. İthaka: (s.639-707). Bu bölüm, zamanın ders kitaplarının ve dinbilgisi metinlerinin (“kateşizm”) soru-cevap formatında yazılmış; Bloom’un okuma ve popüler bilim merakının bir dökümünü içeriyor. Bloom, Stephen’ı eve davet ediyor; sabah evden çıkarken anahtarını unuttuğu için bahçe duvarından atlayarak kapıyı açıyor; mutfağa buyur edip kakao ikram ediyor. Ortak tanıdıklarından bahsediyorlar, Bloom Stephen’a (sonradan İsrail milli marşı olacak) bir Yahudi melodisini, Stephen Bloom’a eski (antisemitik) bir İrlanda baladını söylüyor. Bloom Stephen’a gecelemesini öneriyor ama Stephen reddediyor. Sonradan görüşmeye devam etmek için çeşitli planlar yapıyorlar. Çıkıyorlar, yıldızlara bakarak işiyorlar, vedalaşıyorlar. Bloom eve dönüyor, eşyalarına bakıyor, soyunup yatağa girerek günün olaylarını düşünmeye başlıyor. Yeni bir ev ve imar hayalleri ve gelecekteki para endişeleriyle uyuklamaya başlıyor. Molly’nin sadakatsizliğini zihninde affediyor (s. 701) ve Molly’nin kalçalarını öpüyor (s. 704). Gün boyunca biteni bazı modifikasyonlarla Molly’ye anlatıyor ve kafasında bir kelime oyununu tekrarlarken, ayaklarını Molly’nin başucuna vermiş bir halde, uyuyakalıyor.
18. Penelopeia: (s.708-750). Neredeyse tüm kitabı erkeklerin bakış açısıyla geçirdikten sonra, nihayet Molly’nin zihnindeyiz. Joyce saati “belirsiz”, “sonsuz” olarak vermiş. Sekiz “cümle”ye ayrılmış 42 sayfa boyunca Molly’nin zihni, kadın zihninin akışkanlığı, kıvraklığı içinde noktalama olmadan akıp gidiyor (Nora da pek noktalama işareti kullanmazmış). Noktalama işaretlerinin yokluğu okuru korkutur genelde, korkmayın, metinde deneysel birşey yok aslında: her kelimenin kanlı canlı bir kadının zihninden geldiğini hatırlayın.
 
İlk cümlede (s.708-714) Bloom’un yatarken son söylediği sözlerin sabah kahvaltısını (iki yumurta) yatakta istediğini söylemek olduğunu anlıyoruz – Bloom, terkettiği evlilik hayatına geri dönüyor olsa gerek. Molly, Bloom’un hallerini, Boylan’la ilk flörtlerini, bugünkü sevişmelerini, Bloom’la ilk flört günlerini düşünüyor. İkinci cümlede (s.714-722) düşünceleri Boylan’la ilk tanışmalarına, şarkıcılık kariyerine, Cebelitarık’a, Bloom’un trende çıkardığı ufak bir rezalete, Bloom’un okuması için verdiği Rabelais kitabına geçiyor. s. 717’de Boylan’ın kapıyı “tattarrattat” diye çalması, Joyce’un uydurduğu bir kelime ve Oxford’un büyük sözlüğündeki en uzun palindrom. Üçüncü cümle (s. 722-723) Boylan ile sevişmelerini konu alıyor; dördüncü cümlede (s.723-727) geçen trenin sesini Aşk Nağmesi şarkısına benzetiyor ve Cebelitarık anılarına, oradaki asker sevgilisi Mulvey’ye dönüyor……………..
 
(Duvar dergisi, Temmuz-Ağustos 2014)
 
[1] Armağan Ekici, Ulysses'i Neden Okumalıyı , https://ekici.blogspot.com.tr/
[2] https://tr.wikipedia.org/wiki/James_Joyce
[3] https://tr.wikipedia.org/wiki/James_Joyce
[4] https://www.edebiyadvesanatakademisi.com/forummesaj/111-dunyanin_en_iyi__kitaplari_listesi.htm
[5] https://eksisozluk.com/ulysses--44287
[6] https://blog.milliyet.com.tr/yuzyilin-romani--ulysses/Blog/?BlogNo=12136
[7]  Armağan Ekici, Ulysses için ipuçları, https://ekici.blogspot.com.tr/
[8]  Armağan Ekici, Ulysses için ipuçları, https://ekici.blogspot.com.tr/
 
 

 

 

 

0

0

Yorum Yapmak için Kayıt Olun veya Giriş Yapın

Yorumlar