Tarihi olayların tüm açıklığıyla yüzde yüz bilinemeyeceği
gerçeği, bu alana daha cazip ve esrarlı bir boyut sunarak biz modern
insanları,mıknatıs etkisiyle kendine çekmektedir.Hem okur hem de yazar edebi
eserlerde tarihin öz suyunu içmekte,günlük sorunlardan tarih vakaların ışığı
altında bir çıkış yolu aramaktadır.Lakin bu arayış;bir edebi eser açısından,bir
roman açısından oldukça tehlikelidir.Zira bir olay şu an meydana gelse başka
bir olay,iki gün önce meydana gelse bambaşka bir olaydır.Bu noktada olayların
ortaya çıkma,gelişme ve sonuç aşamalarında önemli bir etken olan tarihi
zeminkavramı belirir.Bu zemini kavrayamamak veya farklı mecralara
sürükleyip kaydırmak,romanın veya anlatılan gerçeğin heyelana uğraması kadar
yıkıcı ve bozucu neticeler doğurabilir.Tarihi zemin,tarihsel romanın
sigortasıdır.Olayları tarihi,kronolojik zemine oturtamamak ;gerek yazarın
anlaşılırlığını,gerek gerçekliğin sapmasını gerekse de eserin kurgusunu sekteye
uğratarak usta bir kalemi dahi acemi bir yazara çevirebilecek noksanlar
yaratır.İşte bu bakımdan tarihi zemin ,tarihsel roman iskeleti içinde bir
köşeye atılamayacak,Ben böyle istedim,böyle yazdım. kaçamak cevaplarıyla
kotarılamayacak önemli bir teknik yöndür.
Tam da bu noktada Elif Şafakın Ustam ve Ben adlı
romanında bu tarihsel,kronolojik zeminin zayıflığı ve dayanıksızlığını
dile getirmek önemli bir örneklem alanı yaratacaktır.Kitabın özetini
vermeyip Elif Şafakın romanın sonuna almış olduğu Yazarın Notu adlı
bölümün ilk paragrafını aktarıyorum:
Bu romanı yazmaya koyulduğumda tarihimizin en renkli ve
kıymetli,fakat ne yazık ki bizde de dünyada da yeterince bilinmeyen
dehalarından Mimar Sinanı,ustayı,bambaşka bir cepheden anlatmayı arzu etti
gönlüm.Onu ve onunla senebesene yakından çalışan çırakları,işçileri,kürek
mahkumlarını ve hayvanları yazmak istedim.Sinan gibi çok eser üretmiş,uzun
yaşamış birini roman karakteri yapmaya kalkınca,en büyük zorluk zamanı nasıl
kullanacağınız sorusu oluyor.Nasıl yapmalı da, bunca farklı hadiseyi edebi bir
kitabın sayfalarına sığdırabilmeli?Bir caminin yapımı yedi sekiz sene
sürebiliyordu.Bu haliyle dümdüz kronolojik bir akışa sadık kalmam zordu.Anlatım
yavaşlayacak,gereksiz uzamalar ve kopukluklar olacaktı.Bu sebepten zamanı daha
esnek,hızlı ve akışkan kullandım.
Anlatımı yavaşlatmamak,gereksiz uzama ve kopukluklara yer
vermemek ve de hızlı,akışkan bir zaman kullanmak arzusu elbette bir yazarın en
tabii hakkıdır.Ancak tarihsel bir romanda bunu yapmaya kalkışmak,tarihi
parçalayıp olayları ve kişileri dönemlerinden farklı bir ortam ve zamana
transfer etmek, hem söz konusu edilen dönemi hem de o dönemin havasını teneffüs
etmiş kişileri anlamada ve aktarmada birtakım zorluklar ve
tutarsızlıklar ortaya çıkaracaktır.Sebep-sonuç ilişkisine dayanan kronolojik
zaman olgusunu yırtmak; o dönemi ve kişileri tekrardan
şekillendirmek,oluşturmak anlamına gelir.Belki bir tarihsel romancı bunu da
göze alıp romanını kurgulayabilir.Ama Elif Şafak hem o dönemi tarihsel
gerçekliğiyle anlatma kaygısında hem de kendi kurgusunu o tarihi döneme
mantıksal bir düzlemde yerleştirme telaşındadır.Hemen şunu belirtmeliyim ki
Elif Şafak bunu başaramadığı gibi maalesef eline yüzüne bulaştırmış bir görünüm
arz eder.
Eleştiri noktasında ilkin ifade etmeliyim ki
romandaki en büyük hata Cihanın statik konumudur.Süleymaniye Camiinin
yapımı,Kanuninin ölümü,Sarı Selimin taht kavgası ve padişah olması,sukemeri
yapımı,Rüstem Paşanın sadrazam olması,3.Muradın tahta geçmesi vs
gibi önemli
birçok tarihi olay yaşanırken roman kahramanı Cihan bunlara tanık olur.Ancak
yıllar sanki Cihana değmeden geçip gider ve Cihan roman boyunca (son sayfalar
hariç) hep genç kalır.Yazar romanının genelinde Cihanın yaşını ifade etmese de
Cihan ,nerdeyse romanın tamamında duyuş,tavır,konum ve davranışlarıyla genç
yaştaki bir kişiden beklenebilecek özelliklere sahiptir.Cihan, 403.
sayfada gençlikten bir anda yaşlılığa sıçrama yapmış gibidir.Yazarın Cihanın
yaşlandığına ait ilk ifadesi, 470 sayfalık kitabın bitmesine yaklaşık 60 sayfa
kala, 403. sayfada şöyle belirtilmiştir:
Fil yaşlanmıştı.Ve kabul etmeye razı olmasa da ,Cihan
da öyle.
Cihan romanda fili Çotanın yaşlanmasıyla eşzamanlı
yaşlanmış olur.Tahminimce Osmanlının o dönemine filbaz Cihan ile fili Çotanın
ortak serüvenini de roman kurgusuyla eklemlemek isteyen yazarımız,bu iki dostun
kaderlerinin kesiştiği ve birleştiğini vurgulamak istemiş.Ancak böyle olsa da
Cihanın yaşlanmasını bu şekilde sindiremeden ve ani ele alıp duyuruşu,
geçiştirmeci bir yaklaşımın sonucu.Daha doğrusu yazarın romanı yazarken bu
hatasını fark etmesinden ve cılız önlemler almaya çalışmasından kaynaklanmış
olduğunu düşündürmektedir.
Cihanın Mihrimah ile olan aşk ilişkisi de tarihsellikten
uzak,yapay ve romana zorla giydirilmiş dar bir elbise gibi biçimsiz
durmaktadır.Yazar ise romanın sonuna kadar bu ısrarını sürdürür ve böylece
tarihsel bocalayışlarına,çelişkilerine yeni halkalar ekler.Denilebilir ki
romandaki tarihsel tutarsızlıkların en büyük amillerinden biridir bu
platonik(!) aşk meselesi.
Yazarının gözünde ve kaleminde Cihan dinamik
değil,durağandır.Hatta öyle ki en az 64 yaşında olması gereken Cihan
romanın 418.sayfasında okurun karşısına bakın nasıl çıkıyor:
Odadan nasıl kaçtığımı bilmiyorum.Kendimi bahçeye
attım, oradan da sokağa.Kuytularda her an birinin üstüme atlayacağınıdüşünerek
koştum,Hüzünler Hamamından kaçtım. Karanlıklardan geçtim.Sokağın başına
vardığımda boncuk boncuk terlemiştim.Körük gibi inip kalkıyordu göğsüm.
Yukardaki ifadeler bu anlamda romanın
akılcılığını,inandırıcılığını büyük ölçüde düşürmektedir. Yazar,Cihanla
sınırlı kalmıyor; onun yaşlanmazlığına bir de Sancha(Yusuf)yı dahil ediyor.
399. sayfada Sancha en az 60 ve Cihan da en az 64 yaşındayken bakın Sancha
Cihana ne teklif ediyor:
Belki hala geç değil,çocuğumuz olabilir. dedi Sancha
utanarak.
Yukarda tarihi zemini parçalamanın ve yer değiştirimin
kurguda nasıl çatlaklar yaratacağını anlatmaya çalışmıştım.Elif Şafakın
tarihsel gerçeklik ile kurgu uyumunu başaramadığı,hatta eline yüzüne
bulaştırdığı iddiası taşıyan yargıma getirdiğim ve getireceğim bu gibi örnekler
ifadelerimin mesnetsiz olmadığını söylemek içindir.
Burada akıllara şöyle bir soru işareti
gelebilir:Elif Şafak romanda bu kişilerin yaşlarını dile
getirmemiştir.Dolayısıyla yukarda verilen bu yaşlar nasıl bulunmuştur? diye
Öncelikle şunu söylemek gerekir ki yazarın verdiği
tarihlerden yola çıkılarak Cihanın ve çevresindekilerin yaşı hesap
edilebilir.Yazar romana 22 Aralık 1574 tarihiyle başlamıştır.3.Muradın tahta
geçmesiyle kardeşlerini katletmesini anlatan romandaki bu bölüm ile
tarihsel gerçeklik kronolojik olarak uyumludur.Yazarın verdiği ikinci bir
tarihsel veri Mimar Sinanın sayfa 390da 50 sene mimarbaşılık yaptığı ve 99,5
yaşında öldüğüdür.Tarihsel gerçeklikle örtüşen bu bilgiyle 390.sayfada
anlatılanların 1588 yılında gerçekleştiğini anlayabiliriz.Yazar Cihanın
yaşından ise ilkin sayfa 111de bahseder.On dört yaşıma basmıştım.şeklinde
Bu
bölümde Prut Irmağından geçemeyen Osmanlı ordusu için Lütfi Paşanın
önerisiyle Mimar Sinan köprü yapmaktadır.Tarihi bilgiler kontrol edildiğinde
köprünün 1538 yılında inşa edildiği görülür.Yazarın ifade ettiği tarihsel
veriler de bu tarihle örtüşür.Dolayısıyla 1538de Cihan 14 yaşında olduğuna
göre Cihanın 1524 doğumlu olması gerekmektedir.
Cihana çocuk verebileceğini iddia eden Sancha ise 1543
yılında Şehzade Camiinin temeli atılırken Mimar Sinana çırak olmuştur.Romanda
anlatılanlara bakılırsa Sanchanın bu yıllarda en az 15 yaşında olması akla
uygun olacaktır.Dolayısıyla Sancha da 1528 gibi doğmuştur.Sinan öldüğünde de 60a
yakın olması beklenir.
Elif Şafak, Yazar Notunda belirttiği gibi eğer ki orijinal
bir zaman dilimi,bir öte evren ve öte zaman yaratmak isteseydi yukarda ifade
ettiğim tarihler de geçerli olmak üzere bütün tarihsel verilerin ona göre
uyumlu ve tutarlı bir bütünlükle hesap edilmesi ,oluşturulması gerekirdi.Ve
hatta ki kafasındaki zaman sıralamasını okura bütün açıklığıyla yansıtması
lazım gelirdi.Ama bunu yapamazdı;çünkü yazarımızın kafasında da böyle bir zaman
sıralaması ve zaman tespiti yoktur.
Yazarın zaman konusundaki kafa karışıklığını şu örnek çok
iyi gösterir.Yazar sayfa 409da fil Çotanın İstanbula gelişinin kırkı aşkın
seneyi geçmekte olduğunu bildirir:
Kırkı aşkın sene evvel bitkinlikten perişan bir halde
beyaz filin gemiden çıkartılışını hatırladı.
Halbuki 390. sayfada yazarımız Mimar Sinanın 50
yıldır sermimar olarak görev yaptığını belirten yine
yazarımızdır..Sinansermimar olmadan önce de fil Çotann köprü yapımında
kullanıldığını ilk sayfalarda aktaran yazarımızın kırk yıl yerine elli yıl
ifadesini neden kullanmadığı sorusu sözünü ettiğim kafa karışıklığında cevabını
barındırır.Bu örnek bile yazarımızın zamansal kurgu noktasındaki zaafiyetini
açık seçik ortaya koymaktadır.
Yazarımız yine 441 ve 442. sayfada
Balabanın ağzından fil Çotanın Gülbahardan olma yavru filini görmeye ömrünün
yetmediğini aktarıyor.Cihana müjde ve teselli niyetindeki bu haberde yavru
fil, fil Çota ile fil Gülbaharın aşkından bir meyve olarak sunuluyor.Ancak
Çotanın Gülbaharla aşkı Kanuni Sultan Süleyman devrine denk düştüğünden
3.Murad devrinde ve Mimar Sinanın ölümünden sonra bebek filin dünyaya gelmesi
galiba yazarın gözünden kaçmıştır.Nitekim Çota sürekli Gülbaharı ziyarete
gitmez veya gidemez.Çünkü sahibi Balaban sürekli yer değiştirmektedir.Zaten filin
sahipleri olan Cihan ve Balaban uzun yıllar görüşemediklerinden fil Çotanın
payına vuslatı hayallemekten başka bir şey düşmez.
Önceki satırlarda zikrettiğim 3.Muradın tahta
cıkış tarihi,Mimar Sinanın sermimarlık süresi gibi gerçekçi tarihler sunan bir
yazarın yaptığı kronolojik hatalar hakkında bunların bir hata olmayıp kurgu
gereği olduğunu,bir bir düş evreni yakalamaya çalıştığını söylemesi ikna
edici olmamaktadır.Zira roman yazarımız, romanının teknik bakımından çok Nasıl
eğlendirerek ve merak ettirerek okutabilirim? gayesi gütmüş ve romanının zaman
olgusunu şekillendiremediği gibi onu hiçe sayarak bir kenara
atıvermiştir.Kitabın sonuna aldığı Yazar Notu ile paçayı kurtarabileceğini
ümit etmiştir.Sanki Elif Şafak hevesli okurun kendini sadece yazara emanet
ederek romanın tadını çıkartmasını istemiş;okurun eseri sorgulamadan yazar ne
veriyorsa onu kabul etmesi gerektiği beklentisine girmiş gibidir.Zira romanı
için
baştan sona bir düş
diyerek tarihi gerçeklik konusunda
kendisine bir açık kapı bırakmayı düşünmüştür.Zorda kalırsa kaçabileceği
Mamafih roman boyunca tarihsel konularla ilgili
değerlendirmelerde bulunan,eleştiriler sezdiren ,kanaat oluşturan ve gerçekçi
bilgilere yer veren yazarımızın bu yaklaşımını kaçak güreşmek olarak
addetmekteyim.Zira beş yüz sene önce de olsa nefes almış bir
kişinin hakkında konuşmak ve yazmak kişinin söylediklerine sahip
çıkmasını gerektirir.Kurgusal bir kişilik olan,tarihin aynasına gerçekte
yansımamış Cihan hakkında ne kadar eleştiri olursa olsun yadırganamazken;etiyle
kemiğiyle yaşamış kişilerin hakkında yazılanların ölçülü,mantıklı ve gerçekçi
kriterler içinde dikkatle işlenmesinden yanayım.Bu titizlik sonucu ortaya
konacak yargılar, sıradan bir çiftçi için de haşmetli bir padişah için de aynı
terazide ölçülmelidir.
Eserde ise bu itinanın sağlanamayışı şu gibi örneklerimle
somutlaşacaktır:
Yazarımız tüm Türk tarihine,hatta Avrupa tarihine de
damgasını vuran Kanuni Sultan Süleyman hakkında şunları yazar:
İlerleyen yaşı ve nikris hastalığı yüzünden huyu suyu
değişmişti.Şarabı hepten bırakmış,zevku sefadan vazgeçmiş, sarayda kalan müzik
aletlerinin yakılmasını emretmişti.Yemeklerini gümüş kaplar yerine toprak
kaplarda yemeye başlamıştı.Kendi mey içmediği gibi başka kimsenin de
tüketmesini istemediğinden meyhaneler,şaraphaneler,esrarhaneler kapatılmış
Şarap içmesi veya içmemesi benim için kimseye değer
katmadığı gibi kimsenin de değerini yok etmeyecektir.Yine Kanuninin de
hatalarının olabileceği,hatta bunlardan onarılması mümkün olmayanlarının da
bulunabileceğini ihtimal dahilime alıyorum.Önemli olanın gerçeklik olduğu
kaygımı dile getirerek asıl merak ettiğimin yazarın bu bilgiyi hangi
kaynaklardan edindiğidir.Yazarımız eserin sonuna yararlandığı kaynakları da
ilave etse okurun memnun olacağı aşikardır.Ancak koyu yazılan yere dikkat
edilirse Kanuninin ne bencil bir insan olduğu sonucu ortaya
çıkar.Yanılmıyorsam bu kaynaklardan değil,yazarımızın hayal gücünden inkişaf
etmiştir.
Yine başka bir bölümde Lütfi Paşanın zina
yapan bir kadına verdiği cezayı yazar, olabildiğince vahşi ve gayriinsani
öğelerle süslemiş ve eserinde Lütfi Paşadan bir canavar yaratmıştır.O dönemde
zina yaptığı gerekçesiyle kendisine getirilen bir kadına yeni yapılan bir kanunla
verilmesi gereken cezayı(kadının cinsel organının dağlanması) Lütfi Paşa
uygulatmıştır.Yazarımız ise kadını kader kurbanı bir hayat kadını olarak
yeniden biçimlendirmiş ve lanet birinin istediği her davranışı yapmayı
içine sindiremediğinden dolayı bu masum kadının bir oyuna getirilip Lütfi
Paşanın da izniyle acımasızca öldürüldüğünü aktarmıştır.Okuyanda
merhamet,iğreti ve devlet adamlarına öfke uyandıran bu bölümde artık Lütfi Paşa
romanın dışına da bir cani olarak sirayet edecektir.Ve romanı okuyan binlerce
insan bu menfur olayın sorumlusu Lütfi Paşayı (!) bir cani olarak
anımsayacaklardır.Lütfi Paşayı savunup savunmadığım bir kenara bırakılarak
söylediklerimin; bir olayı olduğundan çok çok fazla göstermenin,tarihi zeminin
göz ardı etmenin ve yıllar önce öldüğünden dolayı kendini savunacak yeterliliği
bulunmayan birini yüzyıllar sonrasının penceresinden böyle tanıtmanın da çok
vicdani olmadığı noktasında değerlendirilmesini isterim.İtirazımın şu an bize
yanlış gelen bir uygulamanın aktörünü son derece gaddarlaştırarak ve
mağdurunu da olabildiğince mazlumlaştırarak tarihi gerçeklerin ve hakkaniyetin
yaralanabileceği yanlışında kuvvetlendiğini bir kez daha hatırlatmak isterim.
Yazarımızın bir eleştirisi de Fatih Sultan Mehmede.
169.sayfada şöyle anlatır Elif Şafak:
Atik Sinan , Fatih Sultan Mehmet Han ın
sermimarıydı.Titiz ve mahirdi ; kendini işine adamıştı. Hükümdar için bir cami
inşa etmeye başlayana kadar her şey yolundaydı.Fatih istiyordu ki kendi camii o
güne değin yapılmış ibadethanelerden daha heybetli olsun, Ayasofyayı bile
gölgede bıraksın. Sırf bunun için upuzun direkler getirtmişti. Mimarının bu
sütunları kısalttığını duyunca öfkelenmişti , hem de nasıl ! Bunda bir kasıt
olduğuna inanmıştı .Sermimar hiçbir art niyet olmadığını dili döndüğünce
anlatmaya çalışmıştı.İstanbul , zelzele şehridir hünkarım , tek gayem camiiyi
sağlam kılmaktır demişti . Fatih bu cevabı beğenmemişti. Atik Sinan hapse
attırılmış , orada onlarca gardiyan tarafından dövülmüş ve elleri kesilmişti .Merak
eden gidip kitabesinide okuyabilirdi.Bu usta zanaatkar bu bilgili ve
duygulu adam , deniz kenarında bir zindanda yapayalnız ve acılar içinde buı
fani dünyadan ayrılmıştı.Sırf sultanın direklerini azıcık kısalttı diye
.
Anlatılanlar genel anlamda doğrudur.Ancak yazarımızın
aktarmadığı bazı gerçeklikler de vardır.Evliya Çelebinin de dile getirdiği
gibi elleri kesilen Atik Sinan bu olaydan ötürü fakir düşüp hayatını
kazanamayınca her şeyi göze alıp Fatihi kadıya şikayet eder.Fatih Sultan
Mehmed mahkeme huzuruna çıkar.Eşit koşullarda yargı işlemi yapıldıktan sonra
mahkeme kararıyla Fatih haksız bulunur ve cezaya çarptırılır.Atik Sinana kendi
gelirinden aylık tazminat ödemeye mahkum olur.
Atik Sinana yapılan haksızlığı hümanist bir anlayışla dile
getiren yazarımızın işte tam da bu noktada Fatihin mahkemeye çıkıp
cezaya çarptırılmasını da birkaç satırla işleyip eserini
zenginleştirebileceğine neden kayıtsız kaldığını sormak gerekir.Roman bunun
gibi nice anekdotu işlemiş olduğundan bunu da kaldırabir olduğu kanısındayım.Ve
tam da yerinin gelmiş olduğunu ifade etmeliyim.Zira romanını daha cazip,daha
ilginç ve daha okunabilir yapmak emeli taşıyan yazarımıza bu anekdot çok uygun
düşer idi.
Elif Şafakın iyi niyetine inanmakla birlikte tarihi roman
yazmanın ne derece güç olduğunu ve romanın titizlikle ele alınmasının
gerektiğini hatırlatırım.Yoksa bu, iyi niyet olsa dahi kötüye
yorumlanılması gibi bir handikap yaşatabilir.Yine yukarıya aldığım
satırlarda koyu renkli yazılmış bölümde Ben gerçekleri anlatıyorum,inanmayan
gidip kitabeyi okusun.gibi cümlelerle yazarımızın aslında okura
seslenmesi, bu titizliğe zarar verip ona bir bilgi pazarlamacısı
görünümü vermektedir.
Elif Şafakın Osmanlı devlet adamlarına
eleştirileri bununla da sınırlı kalmaz.İstanbula su getirme çabasına girişen
Mimar Sinan, Sadrazam Rüstem Paşa tarafından engellenmeye çalışılır.Bu
engellemenin sebebini yazarımız 224. sayfada şöyle dile getirir:
Rüstem Paşa , Sinanın teklifine başından beri
muhalifti.Daha çok su , daha çok insan demekti.Bu da daha fazla izdiham ,
virane , salgın hastalık getirecekti . Zaten yeterince kalabalık olan
İstanbula ,çıkınında hayaller , kafasında bitlerle yeni sakinler davet etmenin
manası yoktu.
Erhan Afyoncunun İslam Ansiklopedisinde ele aldığı Rüstem
Paşa maddesinde onun hayatı boyunca 32 hamam,22 çeşme,273 oda,563 dükkan,7 okul
ve bunun gibi daha nice eseri arkasında bıraktığı belirtilir.Böyle bir kişinin
yazarımızın yukarda ele aldığı düşünceyi benimsemiş olmasının ne derece uygun
olduğu kolayca kestirilebilmektedir.Yazarın bu aşamada bu roman gerçeği
anlatan bir tarih kitabı değildir yorumu kabul edilemez.Zira bu romanı için üç
yıl araştırma yaptığını dile getiren yazarımızın tarihsel gerçeklere kıymet
verdiği bu araştırmalarından ve söylemlerinden anlaşılmaktadır. Aynı zamanda
nasıl ki iki yüz sene sonra roman yazacak bir önemli yazarın Elif Şafakı
anlattığı bir romanda ona olmadık suçlamalarda bulunması yazarımızın içine
sindiremeyeceği bir durumsa kendisinin de diğer roman kişilerine aynı duyarlılıkla
yaklaşması beklenir.
Yazarımızın devlet adamlarına yönelik
eleştirileri Mimar Sinanın bütün zorluklara rağmen ne derece önemli işler
yaptığını vurgulamak için kurgulanmış olsa bile birini övmenin başka birini
eleştirmeyi gerektirmediği veya gerçekleri saptırmaya ihtiyacı olmadığı
görüşündeyim.
Yazarın sayfa 117de anlattıkları ise bir hayli ilgi
çekicidir:
Cenkten evvel çıkmaları yasak olduğu halde çadırlar
arasında dolanan fahişeleri farketti.Bu en kazançlı geceleriydi.
şeklinde verilen bu bölümde yazarımız uzun sürecek savaşlara fahişelerin
de götürüldüğünü iddia etmektedir.Bunu hangi kaynaktan öğrendiğini merak
etmekte olup savaşa derviş götüren bir geleneğin,bir ordunun ve
yöneticilerinin buna nasıl izin verdikleri yazar tarafından önemsenmemiştir.Zira
bu iddia gerçekten doğru olsaydı koca ordunun arasında savaşa giden bu biçare
kadınların hiç yara almamış olsalar bile vazifelerinden dolayı savaş şehidi
olarak litaretürlerde yer alması gerekirdi.Yok eğer yazarımız bunu romanı
renklendirmek için yaptığı bir çeşni olarak nitelendiriyorsa ,bu çeşnil
mantıktan uzak,kendi içinde çelişkili ve küçültücü bir özellik gösterir.
Bütün bunların yanı sıra romanda zaman dışında
başka kurgusal hatalar da dikkat çekiyor.Basit bir filbaz olan Cihanın, akla
yatkın gelmeyen bir bahaneyle Muhteşem Süleymanın avlandığı bölgeye
girmesi hiç de inandırıcı değildir.Olay 230. sayfada şöyle anlatılır:
Nereye gidiyorsun ,diye sordu muhafızlardan biri.
Filler atlardan süratlidir,dedi Cihan gözünü bile
kırpmadan .
Muhafızlar güldüler .Ama Cihanın ciddiyetini fark edince
üstelemelediler .Gidip sorsam iyi olur ,dedi ilk muhafız.
Elbette ,ben beklerim .Şayet padişah uğurlu yayının
yanında olmadığını fark edip sinirlenirse sebebi ben değilim
Haydi ,dedi ilk muhafız acele et bari .
Keloğlan edasıyla nükteler yapan Cihanın,padişahın uğurlu
yayını göremeyince muhafızlara kızacağı ve fillerin atlardan hızlı olduğu
iddiası zannımca sadece yazarımızı ikna edebilir.Doğrusu böyle bir bahanenin
okuru tatmin etmesi imkansız.
Sayfa 244te hapishanede bir oğlanı sıkıştıran
insan azmanı Abdullahın çocuğu bırakmasında kabadayı Balabandan korkmasının
yanında Cihanla şu konuşmaları etkili olmaktadır:
Balaban işe karışınca ,ciddiye aldı Abdullah.Ne
yer,ne içer bunlar? İnsan eti.dedi Cihan. Zırvalama dedi Abdullah gene
,fakat deminki kadar emin çıkmadı sesi
Abdullah insan eti yiyen bir filin korkusuyla yapacağı
kötülükten vazgeçip gevşettiği ellerinin arasından oğlanın kaçmasına göz yumar.
Kurgu noktasındaki bu olmayış ı, yazarın ya hızlı yazma ya da hacimli yazma
sevdasına yormak gerekir.
Bir başka teknik hata ise yazarın tesadüflere
oldukça fazla yer vermesinde beliriyor.Sermimar olması hileyle engellenen
Cihan,Davutun yönlendirmesiyle tam İstanbulu terk ederken kendisini yıllar
önce sadece bir kez gören hancının, Davutun Cihana ait kitabı kestiğini
söylemesiyle işin iç yüzünü anlamaya başlar.Hancı bu olayı çok garip
gördüğünden unutamaz.Hatta Cihanın yüzünü bile unutamamıştır.İşte böyle bir
tesadüfle Cihan,tam İstanbulu terk edecekken yeniden İstanbula hesap sormak
için döner.
Tesadüfler bununla bitmez.Cihan gizlice Davutun evine
girer.Yazarımız 429. sayfada şunları anlatır:
Ne aradığını bilmiyordu ama bulunca anlayacağına
emindi .Kitap raflarına yaklaştı
Sonrasında ise Sinanın kendisine yazdığı o güzel mektubu ve
çırak Davutun ustası Mimar Sinanın ayağını kaydırmak istediğini belgeleyen
çizimleri eliyle koymuş gibi bulur.
Yukardaki satırlarda yorumdan ziyade birtakım olayların
özetini vermekteyim.Zira bunlar,romanın ana olay örgüsündeki suniliği
göstermeye kafidir.Evet,belki Davutun suçluluğu gösterilmeliydi.Ama sağlam bir
teknikle
Mantıklı bir kurguyla
Kuvvetli bir neden-sonuç bağıyla
Yoksa Davutun
kendi kuyusunu kazacak bu gibi belgeleri ne amaçla evinin kütüphanesinde
sakladığı,imha etmediği sorusu yazarımızın dahi cevap bulamayacağı
derecede kendisi için zor, kaliteli okur kitlesi için ise kolay bir soru olarak
ortaya çıkar.
Cihanı evinde yakalayan Davut, her şeyi bildiği için
kahramanımızı öldürtmek üzere adamlarıyla onu yollamıştır.Adamların neden
işlerini garantiye alıp Cihanı öldürmek yerine boş bir yapıya bağlayıp
öldürmeye terk ederek çekip gittikleri ise bir muammadır.
İşte yazarımızın büyük tesadüflerinden biri yine vuku bulur.
Önemli kişilerin bu izbe yere altınlarının saklı olduğu bir sandık
getirdiğini(!) düşünen hırsızlar Cihanı bulur ve onu hayata döndürür.
Tesadüfün en hayret verici tarafı ise onu bulanların reisi; bir değil,iki değil
her zor durumunda Cihanın yardımına koşan Balabandır.Cihanın sanki
Hızırıdır.Burada söylemek gerekir ki roman türünün bizdeki başlatıcıları Namık
Kemal ve Ahmet Mithat Efendide bile bu denli tesadüfe rastlanmamıştır.
Romanın son 20-25 sayfası ise artık tarihsel bir romandan
çıkmış ve fantastik bir romana dönüşmüştür denebilir. 444. sayfada tam
yüz yirmi bir yaşındaki kadın hakkındaki şu satırlara dikkat edilmelidir:
Çanağı eliyle itti, yıllardır oradan seyrettiği adamın
onu görebileceğinden korkmuştu sanki.
Evet,yazarımız romana cadıyı sokmuştur.Hem de bir çanaktan
insanları izleyebilen bir cadı.Eğer romanın bütününde masalsı ve fantastik
ögeler hakim olsa ve okuyucuya o çizgiden yaklaşması gerektiği hissettirilse
idi bu durum bir problem yaratmayacaktı.İhsan Oktay Anarın romanlarında bu
masalsı alem okuru çelişkiye götürmez.Ancak yazarımızın gerçekçi
yazdığı/yazmaya çalıştığı böyle bir romanda bu fantastik unsurların eserin
sadece son sayfalarında bulunması yazarın romana hakim olamadığı,romanın yazara
hakim olmaya başladığını gösterir.Bu da yazarın yetkinlik alanına gölge
düşürür.
440. sayfadaki Cihanın tedavi aşamaları yine okurun içine
işleyecek bir hayal nirvanasıdır :
He ya.Bir de doğum yapan kadınlar .Onlar da fena ısırır
.Sonra tembihledi :Gözün sidiğinde olsun . idrar ,altısı sarı
,dördü kırmızı ,üçü yeşil ve ikisi siyahımsı olmak üzere on beş farklı tona
bürünebilirdi.Şifacı dediğin hastaya bakarak vakit kaybetmezdi ;idrarını tetkik
ederek anlardı derdini . Adamın ısrarı üzerine bir kaba işedi Cihan .Adam
kaptaki maiyi alıp çalkaladı ,kokladı ,parmağını idrara batırıp sonra ağzına
götürdü.Dahili uzuvalarda bir kanama yok dedi.Biraz istiska var . Karasevdaya meyyalsin .onun haricinde iyisin.
Elif Şafaka yaptığım bu gibi birçok
eleştiriden sonra zihinlere şu soru takılabilir:yazarın hiç mi övülecek bir
tarafı yoktur? Tabiki yazar bu kitabında takdire şayan birçok önemli estetik
unsurları başarıyla bir araya getirmiştir.Ama yazılı ve görsel basında
fazlasıyla yer bulan bu övgülerin artık doyurucu olduğunu belirtmem
gerekir.Yazarımız bu kitapta hayranı olduğunu tahmin ettiğim Orhan Pamukun
Benim Adım Kırmızı adlı romanından etkilenmiş olmalı.Ancak ikisinin arasında
Orhan Pamukun lehine olmak üzere karşılaştırılamayacak bir teknik üstünlük
var.Yine tahmin ettiğim başka bir husus ise yazarın bu romanı kaleme alırken
ekranlara taşınabilirlik yönünü güçlü tutmak isteyişi.
Bütün bunlar bir tarafa yazara birkaç önemli
tavsiyem olacaktır.Bunlardan ilki, romanın kolay okunabiilirliğinden çok
halisliğine odaklanması gerektiği olup bir diğeri ise kitap basılmadan önce
gözden kaçanların fark edilerek düzeltilmesi olacaktır.Tabii bunun için iyi
editörlerle çalışması yazarımızın başarısını arttıracaktır.
Yazan : Berat Deniz MAZLUM