KategorilerKİTAP ÖZETLERİ VE ELEŞTİRİLERİUstam ve Ben Elif Şafak Romanın Tarihsel Zeminde Ayağa Takılan Eleştirisi Berat Deniz MAZLUM

Ustam ve Ben Elif Şafak Romanın Tarihsel Zeminde Ayağa Takılan Eleştirisi Berat Deniz MAZLUM

15.11.2016


Tarihi olayların tüm açıklığıyla yüzde yüz bilinemeyeceği gerçeği, bu alana daha cazip ve esrarlı bir boyut sunarak biz modern insanları,mıknatıs etkisiyle kendine çekmektedir.Hem okur hem de yazar edebi eserlerde tarihin öz suyunu içmekte,günlük sorunlardan tarih vak’aların ışığı altında bir çıkış yolu aramaktadır.Lakin bu arayış;bir edebi eser açısından,bir roman açısından oldukça tehlikelidir.Zira bir olay şu an meydana gelse başka bir olay,iki gün önce meydana gelse bambaşka bir olaydır.Bu noktada olayların ortaya çıkma,gelişme ve sonuç aşamalarında önemli bir etken olan ‘tarihi zemin’kavramı  belirir.Bu zemini kavrayamamak veya farklı mecralara sürükleyip kaydırmak,romanın veya anlatılan gerçeğin heyelana uğraması kadar yıkıcı ve bozucu neticeler doğurabilir.Tarihi zemin,tarihsel romanın sigortasıdır.Olayları tarihi,kronolojik zemine oturtamamak ;gerek yazarın anlaşılırlığını,gerek gerçekliğin sapmasını gerekse de eserin kurgusunu sekteye uğratarak usta  bir kalemi dahi acemi bir yazara çevirebilecek noksanlar yaratır.İşte bu bakımdan tarihi zemin ,tarihsel roman iskeleti içinde bir köşeye atılamayacak,’’Ben böyle istedim,böyle yazdım.’’ kaçamak cevaplarıyla kotarılamayacak önemli bir teknik yöndür.

Tam da bu noktada Elif Şafak’ın Ustam ve Ben adlı  romanında  bu tarihsel,kronolojik zeminin zayıflığı ve dayanıksızlığını dile getirmek önemli  bir örneklem alanı yaratacaktır.Kitabın özetini vermeyip Elif Şafak’ın romanın sonuna almış olduğu ‘’Yazarın Notu’’ adlı bölümün ilk paragrafını  aktarıyorum:

‘’Bu romanı yazmaya koyulduğumda tarihimizin en renkli ve kıymetli,fakat ne yazık ki bizde de dünyada da yeterince bilinmeyen dehalarından Mimar Sinan’ı,ustayı,bambaşka bir cepheden anlatmayı arzu etti gönlüm.Onu ve onunla  senebesene yakından çalışan çırakları,işçileri,kürek mahkumlarını ve hayvanları yazmak istedim.Sinan gibi çok eser üretmiş,uzun yaşamış birini roman karakteri yapmaya kalkınca,en büyük zorluk zamanı nasıl kullanacağınız sorusu oluyor.Nasıl yapmalı da, bunca farklı hadiseyi edebi bir kitabın sayfalarına sığdırabilmeli?Bir caminin yapımı yedi sekiz sene sürebiliyordu.Bu haliyle dümdüz kronolojik bir akışa sadık kalmam zordu.Anlatım yavaşlayacak,gereksiz uzamalar ve kopukluklar olacaktı.Bu sebepten zamanı daha esnek,hızlı ve akışkan kullandım.’’

Anlatımı yavaşlatmamak,gereksiz uzama ve kopukluklara yer vermemek ve de hızlı,akışkan bir zaman kullanmak arzusu elbette bir yazarın en tabii hakkıdır.Ancak tarihsel bir romanda bunu yapmaya kalkışmak,tarihi parçalayıp olayları ve kişileri dönemlerinden farklı bir ortam ve zamana transfer etmek, hem söz konusu edilen dönemi hem de o dönemin havasını teneffüs etmiş  kişileri anlamada  ve aktarmada birtakım zorluklar ve tutarsızlıklar ortaya çıkaracaktır.Sebep-sonuç ilişkisine dayanan kronolojik zaman olgusunu yırtmak; o dönemi ve kişileri tekrardan şekillendirmek,oluşturmak anlamına gelir.Belki bir tarihsel romancı bunu da göze alıp romanını kurgulayabilir.Ama Elif Şafak hem o dönemi tarihsel gerçekliğiyle anlatma kaygısında hem de kendi kurgusunu  o tarihi döneme mantıksal bir düzlemde yerleştirme telaşındadır.Hemen şunu belirtmeliyim ki Elif Şafak bunu başaramadığı gibi maalesef eline yüzüne bulaştırmış bir görünüm arz eder.

   Eleştiri noktasında ilkin ifade etmeliyim ki romandaki en büyük hata Cihan’ın statik konumudur.Süleymaniye Camii’nin yapımı,Kanuni’nin ölümü,Sarı Selim’in taht kavgası ve padişah olması,sukemeri yapımı,Rüstem Paşa’nın sadrazam olması,3.Murad’ın tahta geçmesi vs… gibi önemli birçok tarihi olay yaşanırken roman kahramanı Cihan bunlara tanık olur.Ancak yıllar sanki Cihan’a değmeden geçip gider ve Cihan roman boyunca (son sayfalar hariç) hep genç kalır.Yazar romanının genelinde Cihan’ın yaşını ifade etmese de Cihan ,nerdeyse romanın tamamında duyuş,tavır,konum ve davranışlarıyla genç yaştaki bir kişiden beklenebilecek özelliklere sahiptir.Cihan,  403. sayfada gençlikten bir anda yaşlılığa sıçrama yapmış gibidir.Yazarın Cihan’ın yaşlandığına ait ilk ifadesi, 470 sayfalık kitabın bitmesine yaklaşık 60 sayfa kala, 403. sayfada şöyle belirtilmiştir:

‘’Fil yaşlanmıştı.Ve kabul etmeye razı olmasa da ,Cihan da öyle.’’

Cihan romanda fili Çota’nın yaşlanmasıyla eşzamanlı yaşlanmış olur.Tahminimce Osmanlı’nın o dönemine filbaz Cihan ile fili Çota’nın ortak serüvenini de roman kurgusuyla eklemlemek isteyen yazarımız,bu iki dostun kaderlerinin kesiştiği ve birleştiğini vurgulamak istemiş.Ancak böyle olsa da Cihan’ın yaşlanmasını bu şekilde sindiremeden ve ani ele alıp duyuruşu, geçiştirmeci  bir yaklaşımın sonucu.Daha doğrusu yazarın romanı yazarken bu hatasını fark etmesinden ve cılız önlemler almaya çalışmasından kaynaklanmış olduğunu düşündürmektedir.

Cihan’ın Mihrimah ile olan aşk ilişkisi de tarihsellikten uzak,yapay ve romana zorla giydirilmiş dar bir elbise  gibi biçimsiz durmaktadır.Yazar ise romanın sonuna kadar bu ısrarını sürdürür ve böylece tarihsel bocalayışlarına,çelişkilerine yeni halkalar ekler.Denilebilir ki romandaki tarihsel tutarsızlıkların en büyük amillerinden biridir bu platonik(!) aşk meselesi.

Yazarının gözünde ve kaleminde Cihan dinamik değil,durağandır.Hatta öyle ki en az 64 yaşında olması gereken  Cihan romanın 418.sayfasında okurun karşısına bakın nasıl çıkıyor:

‘’Odadan nasıl kaçtığımı bilmiyorum.Kendimi bahçeye attım, oradan da sokağa.Kuytularda her an birinin üstüme atlayacağınıdüşünerek koştum,Hüzünler Hamamı’ndan kaçtım. Karanlıklardan geçtim.Sokağın başına vardığımda boncuk boncuk terlemiştim.Körük gibi inip kalkıyordu göğsüm.’’

Yukardaki ifadeler bu anlamda romanın akılcılığını,inandırıcılığını büyük ölçüde düşürmektedir. Yazar,Cihan’la sınırlı kalmıyor; onun yaşlanmazlığına bir de Sancha(Yusuf)yı dahil ediyor. 399. sayfada Sancha en az 60 ve Cihan da en az 64 yaşındayken bakın Sancha Cihan’a ne teklif ediyor:

‘’Belki hala geç değil,çocuğumuz olabilir.’’ dedi Sancha utanarak.’’

Yukarda tarihi zemini parçalamanın ve yer değiştirimin kurguda nasıl çatlaklar yaratacağını anlatmaya çalışmıştım.Elif Şafak’ın tarihsel gerçeklik ile kurgu uyumunu başaramadığı,hatta eline yüzüne bulaştırdığı iddiası taşıyan yargıma getirdiğim ve getireceğim bu gibi örnekler ifadelerimin mesnetsiz olmadığını söylemek içindir.

   Burada akıllara şöyle bir soru işareti gelebilir:’’Elif Şafak romanda bu kişilerin yaşlarını dile getirmemiştir.Dolayısıyla yukarda verilen bu yaşlar nasıl bulunmuştur?’’ diye…

Öncelikle şunu söylemek gerekir ki yazarın verdiği tarihlerden yola çıkılarak Cihan’ın ve çevresindekilerin yaşı hesap edilebilir.Yazar romana 22 Aralık 1574 tarihiyle başlamıştır.3.Murad’ın tahta geçmesiyle kardeşlerini katletmesini anlatan  romandaki bu bölüm ile tarihsel gerçeklik kronolojik olarak uyumludur.Yazarın verdiği ikinci bir tarihsel veri Mimar Sinan’ın sayfa 390’da 50 sene mimarbaşılık yaptığı ve 99,5 yaşında öldüğüdür.Tarihsel gerçeklikle örtüşen bu bilgiyle 390.sayfada anlatılanların 1588 yılında gerçekleştiğini anlayabiliriz.Yazar Cihan’ın yaşından ise ilkin sayfa 111’de bahseder.’’On dört yaşıma basmıştım.’’şeklinde…Bu bölümde Prut Irmağı’ndan geçemeyen Osmanlı ordusu için Lütfi Paşa’nın önerisiyle Mimar Sinan köprü yapmaktadır.Tarihi bilgiler kontrol edildiğinde köprünün 1538 yılında inşa edildiği görülür.Yazarın ifade ettiği tarihsel veriler de bu tarihle örtüşür.Dolayısıyla 1538’de Cihan 14 yaşında olduğuna göre Cihan’ın 1524 doğumlu olması gerekmektedir.

Cihan’a çocuk verebileceğini iddia eden Sancha ise 1543 yılında Şehzade Camii’nin temeli atılırken Mimar Sinan’a çırak olmuştur.Romanda anlatılanlara bakılırsa Sancha’nın bu yıllarda en az 15 yaşında olması akla uygun olacaktır.Dolayısıyla Sancha da 1528 gibi doğmuştur.Sinan öldüğünde de 60’a yakın olması beklenir.

Elif Şafak, Yazar Notu’nda belirttiği gibi eğer ki orijinal bir zaman dilimi,bir öte evren ve öte zaman yaratmak isteseydi yukarda ifade ettiğim tarihler de geçerli olmak üzere bütün tarihsel verilerin ona göre uyumlu ve tutarlı bir bütünlükle hesap edilmesi ,oluşturulması gerekirdi.Ve hatta ki kafasındaki zaman sıralamasını okura bütün açıklığıyla yansıtması lazım gelirdi.Ama bunu yapamazdı;çünkü yazarımızın kafasında da böyle bir zaman sıralaması ve zaman tespiti yoktur.

Yazarın zaman konusundaki kafa karışıklığını şu örnek çok iyi gösterir.Yazar sayfa 409’da fil Çota’nın İstanbul’a gelişinin kırkı aşkın seneyi geçmekte olduğunu bildirir:

‘’Kırkı aşkın sene evvel bitkinlikten perişan bir halde beyaz filin gemiden çıkartılışını hatırladı.’’

Halbuki 390. sayfada  yazarımız Mimar Sinan’ın 50 yıldır sermimar olarak görev yaptığını belirten yine yazarımızdır..Sinansermimar olmadan önce de fil Çota’nn köprü yapımında kullanıldığını ilk sayfalarda aktaran yazarımızın kırk yıl yerine elli yıl ifadesini neden kullanmadığı sorusu sözünü ettiğim kafa karışıklığında cevabını barındırır.Bu örnek bile yazarımızın zamansal kurgu noktasındaki zaafiyetini açık seçik ortaya koymaktadır.

   Yazarımız yine  441 ve 442. sayfada Balaban’ın ağzından fil Çota’nın Gülbahar’dan olma yavru filini görmeye ömrünün yetmediğini aktarıyor.Cihan’a müjde ve teselli niyetindeki bu haberde yavru fil, fil Çota ile fil Gülbahar’ın aşkından bir meyve olarak sunuluyor.Ancak Çota’nın Gülbahar’la aşkı Kanuni Sultan Süleyman devrine denk düştüğünden 3.Murad devrinde ve Mimar Sinan’ın ölümünden sonra bebek filin dünyaya gelmesi galiba yazarın gözünden kaçmıştır.Nitekim Çota sürekli Gülbahar’ı ziyarete gitmez veya gidemez.Çünkü sahibi Balaban sürekli yer değiştirmektedir.Zaten filin sahipleri olan Cihan ve Balaban uzun yıllar görüşemediklerinden fil Çota’nın payına vuslatı hayallemekten başka bir şey düşmez.

   Önceki satırlarda zikrettiğim 3.Murad’ın tahta cıkış tarihi,Mimar Sinan’ın sermimarlık süresi gibi gerçekçi tarihler sunan bir yazarın yaptığı kronolojik hatalar hakkında ’bunların bir hata olmayıp kurgu gereği olduğunu,bir  bir düş evreni yakalamaya çalıştığı’nı söylemesi ikna edici olmamaktadır.Zira roman yazarımız, romanının teknik bakımından çok ‘Nasıl eğlendirerek ve merak ettirerek okutabilirim?’ gayesi gütmüş ve romanının zaman olgusunu şekillendiremediği gibi onu hiçe sayarak  bir kenara atıvermiştir.Kitabın sonuna aldığı ‘Yazar Notu’ ile paçayı kurtarabileceğini ümit etmiştir.Sanki Elif Şafak hevesli okurun kendini sadece yazara emanet ederek romanın tadını çıkartmasını istemiş;okurun eseri sorgulamadan yazar ne veriyorsa onu kabul etmesi gerektiği beklentisine girmiş gibidir.Zira romanı için‘’…baştan sona bir düş…’’diyerek tarihi gerçeklik konusunda kendisine bir açık kapı bırakmayı düşünmüştür.Zorda kalırsa kaçabileceği…

   Mamafih roman boyunca tarihsel konularla ilgili değerlendirmelerde bulunan,eleştiriler ‘sezdiren’ ,kanaat oluşturan ve gerçekçi bilgilere yer veren yazarımızın bu yaklaşımını kaçak güreşmek olarak addetmekteyim.Zira beş yüz sene önce de olsa  nefes almış bir kişinin  hakkında konuşmak ve yazmak kişinin söylediklerine sahip çıkmasını gerektirir.Kurgusal bir kişilik olan,tarihin aynasına gerçekte yansımamış Cihan hakkında ne kadar eleştiri olursa olsun yadırganamazken;etiyle kemiğiyle yaşamış kişilerin hakkında yazılanların ölçülü,mantıklı ve gerçekçi kriterler içinde dikkatle işlenmesinden yanayım.Bu titizlik sonucu ortaya konacak yargılar, sıradan bir çiftçi için de haşmetli bir padişah için de aynı terazide ölçülmelidir.

Eserde ise bu itinanın sağlanamayışı şu gibi örneklerimle somutlaşacaktır:

Yazarımız tüm Türk tarihine,hatta Avrupa tarihine de damgasını vuran Kanuni Sultan Süleyman hakkında şunları yazar:

’’…İlerleyen yaşı ve nikris hastalığı yüzünden huyu suyu değişmişti.Şarabı hepten bırakmış,zevku sefadan vazgeçmiş, sarayda kalan müzik aletlerinin yakılmasını emretmişti.Yemeklerini gümüş kaplar yerine toprak kaplarda yemeye başlamıştı.Kendi mey içmediği gibi başka kimsenin de tüketmesini istemediğinden meyhaneler,şaraphaneler,esrarhaneler kapatılmış…’’

Şarap içmesi veya içmemesi benim için kimseye değer katmadığı gibi kimsenin de değerini yok etmeyecektir.Yine Kanuni’nin de hatalarının olabileceği,hatta bunlardan onarılması mümkün olmayanlarının da bulunabileceğini ihtimal dahilime alıyorum.Önemli olanın ‘gerçeklik’ olduğu kaygımı dile getirerek asıl merak ettiğimin yazarın bu bilgiyi hangi kaynaklardan edindiğidir.Yazarımız eserin sonuna yararlandığı kaynakları da ilave etse okurun  memnun olacağı aşikardır.Ancak koyu yazılan yere dikkat edilirse Kanuni’nin ‘ne bencil bir insan’ olduğu sonucu ortaya çıkar.Yanılmıyorsam bu kaynaklardan değil,yazarımızın hayal gücünden inkişaf etmiştir.

   Yine başka bir bölümde Lütfi Paşa’nın zina yapan bir kadına verdiği cezayı yazar, olabildiğince vahşi ve gayriinsani öğelerle süslemiş ve eserinde Lütfi Paşa’dan bir canavar yaratmıştır.O dönemde zina yaptığı gerekçesiyle kendisine getirilen bir kadına yeni yapılan bir kanunla verilmesi gereken cezayı(kadının cinsel organının dağlanması) Lütfi Paşa uygulatmıştır.Yazarımız ise kadını kader kurbanı bir hayat kadını olarak yeniden biçimlendirmiş ve lanet birinin  istediği her davranışı yapmayı içine sindiremediğinden  dolayı bu masum kadının bir oyuna getirilip Lütfi Paşa’nın da izniyle acımasızca öldürüldüğünü aktarmıştır.Okuyanda merhamet,iğreti ve devlet adamlarına öfke uyandıran bu bölümde artık Lütfi Paşa romanın dışına da bir cani olarak sirayet edecektir.Ve romanı okuyan binlerce insan bu menfur olayın sorumlusu Lütfi Paşa’yı (!) bir cani olarak anımsayacaklardır.Lütfi Paşa’yı savunup savunmadığım bir kenara bırakılarak söylediklerimin; bir olayı olduğundan çok çok fazla göstermenin,tarihi zeminin göz ardı etmenin ve yıllar önce öldüğünden dolayı kendini savunacak yeterliliği bulunmayan birini yüzyıllar sonrasının penceresinden böyle tanıtmanın da çok vicdani olmadığı noktasında değerlendirilmesini isterim.İtirazımın şu an bize yanlış gelen bir uygulamanın aktörünü son derece gaddarlaştırarak  ve mağdurunu da olabildiğince mazlumlaştırarak tarihi gerçeklerin ve hakkaniyetin yaralanabileceği yanlışında kuvvetlendiğini bir kez daha hatırlatmak isterim.

Yazarımızın bir eleştirisi de Fatih Sultan Mehmed’e. 169.sayfada şöyle anlatır Elif Şafak:

‘’ Atik Sinan , Fatih Sultan Mehmet Han ‘ın sermimarıydı.Titiz ve mahirdi ; kendini işine adamıştı. Hükümdar için bir cami inşa etmeye başlayana kadar her şey yolundaydı.Fatih istiyordu ki kendi camii o güne değin yapılmış ibadethanelerden daha heybetli olsun, Ayasofya’yı bile gölgede bıraksın. Sırf bunun için upuzun direkler getirtmişti. Mimarının bu sütunları kısalttığını duyunca öfkelenmişti , hem de nasıl ! Bunda bir kasıt olduğuna inanmıştı .Sermimar hiçbir art niyet olmadığını dili döndüğünce anlatmaya çalışmıştı.”İstanbul , zelzele şehridir hünkarım , tek gayem camiiyi sağlam kılmaktır “ demişti . Fatih bu cevabı beğenmemişti. Atik Sinan hapse attırılmış , orada onlarca gardiyan tarafından dövülmüş ve elleri kesilmişti .Merak eden gidip kitabesinide okuyabilirdi.Bu usta zanaatkar bu bilgili ve duygulu adam , deniz kenarında bir zindanda yapayalnız ve acılar içinde buı fani dünyadan ayrılmıştı.Sırf sultanın direklerini azıcık kısalttı diye….’’

Anlatılanlar genel anlamda doğrudur.Ancak yazarımızın aktarmadığı bazı gerçeklikler de vardır.Evliya Çelebi’nin de dile getirdiği gibi elleri kesilen Atik Sinan bu olaydan ötürü fakir düşüp hayatını kazanamayınca her şeyi göze alıp Fatih’i kadıya şikayet eder.Fatih Sultan Mehmed mahkeme huzuruna çıkar.Eşit koşullarda yargı işlemi yapıldıktan sonra mahkeme kararıyla Fatih haksız bulunur ve cezaya çarptırılır.Atik Sinan’a kendi gelirinden aylık tazminat ödemeye mahkum olur.

Atik Sinan’a yapılan haksızlığı hümanist bir anlayışla dile getiren  yazarımızın işte tam da bu noktada Fatih’in mahkemeye çıkıp cezaya çarptırılmasını da birkaç satırla işleyip eserini zenginleştirebileceğine neden kayıtsız kaldığını sormak gerekir.Roman bunun gibi nice anekdotu işlemiş olduğundan bunu da kaldırabir olduğu kanısındayım.Ve tam da yerinin gelmiş olduğunu ifade etmeliyim.Zira romanını daha cazip,daha ilginç ve daha okunabilir yapmak emeli taşıyan yazarımıza bu anekdot çok uygun düşer idi.

Elif Şafak’ın iyi niyetine inanmakla birlikte tarihi roman yazmanın ne derece güç olduğunu ve romanın titizlikle ele alınmasının gerektiğini hatırlatırım.Yoksa bu, iyi niyet olsa dahi kötüye yorumlanılması  gibi  bir handikap yaşatabilir.Yine yukarıya aldığım satırlarda koyu renkli yazılmış bölümde  ‘’Ben gerçekleri anlatıyorum,inanmayan gidip kitabeyi okusun.’’gibi cümlelerle yazarımızın  aslında okura seslenmesi,  bu titizliğe zarar verip ona  bir bilgi pazarlamacısı görünümü vermektedir.

   Elif Şafak’ın Osmanlı devlet adamlarına eleştirileri bununla da sınırlı kalmaz.İstanbul’a su getirme çabasına girişen Mimar Sinan, Sadrazam Rüstem Paşa tarafından engellenmeye çalışılır.Bu engellemenin sebebini yazarımız 224. sayfada şöyle dile getirir:

“Rüstem Paşa , Sinan’ın teklifine başından beri muhalifti.Daha çok  su , daha çok insan demekti.Bu da daha fazla izdiham , virane , salgın hastalık getirecekti . Zaten yeterince kalabalık olan İstanbul’a ,çıkınında hayaller , kafasında bitlerle yeni sakinler davet etmenin manası yoktu

Erhan Afyoncu’nun İslam Ansiklopedisi’nde ele aldığı Rüstem Paşa maddesinde onun hayatı boyunca 32 hamam,22 çeşme,273 oda,563 dükkan,7 okul ve bunun gibi daha nice eseri arkasında bıraktığı belirtilir.Böyle bir kişinin yazarımızın yukarda ele aldığı düşünceyi benimsemiş olmasının ne derece uygun olduğu kolayca kestirilebilmektedir.Yazarın bu aşamada ‘bu roman gerçeği anlatan bir tarih kitabı değildir’ yorumu kabul edilemez.Zira bu romanı için üç yıl araştırma yaptığını dile getiren yazarımızın tarihsel gerçeklere kıymet verdiği bu araştırmalarından ve söylemlerinden anlaşılmaktadır. Aynı zamanda nasıl ki iki yüz sene sonra roman yazacak bir önemli yazarın Elif Şafak’ı anlattığı bir romanda ona olmadık suçlamalarda bulunması yazarımızın içine sindiremeyeceği bir durumsa kendisinin de diğer roman kişilerine aynı duyarlılıkla yaklaşması beklenir.

   Yazarımızın devlet adamlarına yönelik eleştirileri Mimar Sinan’ın bütün zorluklara rağmen ne derece önemli işler yaptığını vurgulamak için kurgulanmış olsa bile birini övmenin başka birini eleştirmeyi gerektirmediği veya gerçekleri saptırmaya ihtiyacı olmadığı görüşündeyim.

Yazarın sayfa 117’de anlattıkları ise bir hayli ilgi çekicidir:

“Cenkten evvel çıkmaları yasak olduğu halde çadırlar arasında dolanan fahişeleri farketti.Bu en kazançlı geceleriydi.” şeklinde  verilen bu bölümde yazarımız uzun sürecek savaşlara fahişelerin de götürüldüğünü iddia etmektedir.Bunu hangi kaynaktan öğrendiğini merak etmekte olup savaşa derviş götüren bir geleneğin,bir ordunun  ve yöneticilerinin buna nasıl izin verdikleri yazar tarafından önemsenmemiştir.Zira bu iddia gerçekten doğru olsaydı koca ordunun arasında savaşa giden bu biçare kadınların hiç yara almamış olsalar bile vazifelerinden dolayı savaş şehidi olarak litaretürlerde yer alması gerekirdi.Yok eğer yazarımız bunu romanı renklendirmek için yaptığı bir çeşni olarak nitelendiriyorsa ,bu çeşnil mantıktan uzak,kendi içinde çelişkili ve küçültücü bir özellik gösterir.

   Bütün bunların yanı sıra romanda zaman dışında başka kurgusal hatalar da dikkat çekiyor.Basit bir filbaz olan Cihan’ın, akla yatkın gelmeyen bir bahaneyle Muhteşem Süleyman’ın avlandığı bölgeye girmesi  hiç de inandırıcı değildir.Olay 230. sayfada şöyle anlatılır:

‘’Nereye gidiyorsun ,diye sordu muhafızlardan  biri.

Filler atlardan süratlidir,dedi Cihan gözünü bile kırpmadan .

Muhafızlar güldüler .Ama Cihan’ın ciddiyetini fark edince üstelemelediler .Gidip sorsam iyi olur ,dedi ilk muhafız.

Elbette ,ben beklerim .Şayet padişah uğurlu yayının yanında olmadığını fark edip sinirlenirse sebebi ben değilim …

Haydi ,dedi ilk muhafız acele et  bari .’’

Keloğlan edasıyla nükteler yapan Cihan’ın,padişahın uğurlu yayını göremeyince muhafızlara kızacağı ve fillerin atlardan hızlı olduğu iddiası zannımca sadece yazarımızı ikna edebilir.Doğrusu böyle bir bahanenin okuru tatmin etmesi imkansız.

   Sayfa 244’te hapishanede bir oğlanı sıkıştıran insan azmanı Abdullah’ın çocuğu bırakmasında kabadayı Balaban’dan korkmasının yanında Cihan’la şu konuşmaları etkili olmaktadır:

‘’…Balaban işe karışınca ,ciddiye aldı Abdullah.’Ne yer,ne içer bunlar?’ ’İnsan eti.’dedi Cihan. ’Zırvalama’ dedi Abdullah gene ,fakat deminki kadar emin çıkmadı sesi…’’

Abdullah insan eti yiyen bir filin korkusuyla yapacağı kötülükten vazgeçip gevşettiği ellerinin arasından oğlanın kaçmasına göz yumar. Kurgu noktasındaki bu ‘olmayış’ ı, yazarın ya hızlı yazma ya da hacimli yazma sevdasına yormak gerekir.

   Bir başka teknik hata ise yazarın tesadüflere oldukça fazla yer vermesinde beliriyor.Sermimar olması hileyle engellenen Cihan,Davut’un yönlendirmesiyle tam İstanbul’u terk ederken kendisini yıllar önce sadece bir kez gören hancının, Davut’un Cihan’a ait kitabı kestiğini söylemesiyle işin iç yüzünü anlamaya başlar.Hancı bu olayı çok garip gördüğünden unutamaz.Hatta Cihan’ın yüzünü bile unutamamıştır.İşte böyle bir tesadüfle Cihan,tam İstanbul’u terk edecekken yeniden İstanbul’a hesap sormak için döner.

Tesadüfler bununla bitmez.Cihan gizlice Davut’un evine  girer.Yazarımız 429. sayfada şunları anlatır:

‘’…Ne aradığını bilmiyordu ama bulunca anlayacağına emindi .Kitap raflarına yaklaştı…’’

Sonrasında ise Sinan’ın kendisine yazdığı o güzel mektubu ve çırak Davut’un ustası Mimar Sinan’ın ayağını kaydırmak istediğini belgeleyen çizimleri eliyle koymuş gibi bulur.

Yukardaki satırlarda yorumdan ziyade birtakım olayların özetini vermekteyim.Zira bunlar,romanın ana olay örgüsündeki suniliği göstermeye kafidir.Evet,belki Davut’un suçluluğu gösterilmeliydi.Ama sağlam bir teknikle…Mantıklı bir kurguyla…Kuvvetli bir neden-sonuç bağıyla…Yoksa Davut’un kendi kuyusunu kazacak bu gibi belgeleri ne amaçla evinin kütüphanesinde sakladığı,imha etmediği sorusu yazarımızın  dahi cevap bulamayacağı derecede kendisi için zor, kaliteli okur kitlesi için ise kolay bir soru olarak ortaya çıkar.

 Cihan’ı evinde yakalayan Davut, her şeyi bildiği için kahramanımızı öldürtmek üzere adamlarıyla onu yollamıştır.Adamların  neden işlerini garantiye alıp Cihan’ı öldürmek yerine boş bir yapıya bağlayıp öldürmeye terk ederek çekip gittikleri ise bir muammadır.

İşte yazarımızın büyük tesadüflerinden biri yine vuku bulur. Önemli kişilerin bu izbe yere altınlarının saklı olduğu bir sandık getirdiğini(!) düşünen hırsızlar Cihan’ı bulur ve onu hayata döndürür. Tesadüfün en hayret verici tarafı ise onu bulanların reisi; bir değil,iki değil her zor durumunda Cihan’ın yardımına koşan Balaban’dır.Cihan’ın sanki Hızır’ıdır.Burada söylemek gerekir ki roman türünün bizdeki başlatıcıları Namık Kemal ve Ahmet Mithat Efendi’de bile bu denli tesadüfe rastlanmamıştır.

Romanın son 20-25 sayfası ise artık tarihsel bir romandan çıkmış ve fantastik bir romana dönüşmüştür  denebilir. 444. sayfada tam yüz yirmi bir yaşındaki kadın hakkındaki şu satırlara dikkat edilmelidir:

‘’Çanağı eliyle itti,  yıllardır oradan seyrettiği adamın onu görebileceğinden korkmuştu sanki.’’

Evet,yazarımız romana cadıyı sokmuştur.Hem de bir çanaktan insanları izleyebilen bir cadı.Eğer romanın bütününde masalsı ve fantastik ögeler hakim olsa ve okuyucuya o çizgiden yaklaşması gerektiği hissettirilse idi bu durum bir problem yaratmayacaktı.İhsan Oktay Anar’ın romanlarında bu masalsı alem okuru çelişkiye götürmez.Ancak yazarımızın gerçekçi yazdığı/yazmaya çalıştığı böyle bir romanda bu fantastik unsurların eserin sadece son sayfalarında bulunması yazarın romana hakim olamadığı,romanın yazara hakim olmaya başladığını gösterir.Bu da yazarın yetkinlik alanına gölge düşürür.

440. sayfadaki Cihan’ın tedavi aşamaları yine okurun içine işleyecek bir hayal nirvanasıdır :

‘’He ya.Bir de doğum yapan kadınlar .Onlar da fena ısırır .’’Sonra tembihledi :’’Gözün sidiğinde olsun .’’  idrar ,altısı sarı ,dördü kırmızı ,üçü yeşil ve ikisi siyahımsı olmak üzere on beş farklı tona bürünebilirdi.Şifacı dediğin hastaya bakarak vakit kaybetmezdi ;idrarını tetkik ederek anlardı derdini . Adamın ısrarı üzerine bir kaba işedi Cihan .Adam kaptaki maiyi alıp çalkaladı ,kokladı ,parmağını idrara batırıp sonra ağzına götürdü.’’Dahili uzuvalarda bir kanama yok ‘’dedi.’’Biraz istiska var . Karasevdaya meyyalsin .onun haricinde iyisin. ‘’

   Elif Şafak’a yaptığım bu gibi birçok eleştiriden sonra zihinlere şu soru takılabilir:’yazarın hiç mi övülecek bir tarafı yoktur?’ Tabiki yazar bu kitabında takdire şayan birçok önemli estetik unsurları başarıyla bir araya getirmiştir.Ama yazılı ve görsel basında fazlasıyla yer bulan bu övgülerin artık doyurucu olduğunu belirtmem gerekir.Yazarımız bu kitapta hayranı olduğunu tahmin ettiğim Orhan Pamuk’un Benim Adım Kırmızı adlı romanından etkilenmiş olmalı.Ancak ikisinin arasında Orhan Pamuk’un lehine olmak üzere karşılaştırılamayacak bir teknik üstünlük var.Yine tahmin ettiğim başka bir husus ise yazarın bu romanı kaleme alırken ekranlara taşınabilirlik yönünü güçlü tutmak isteyişi.

   Bütün bunlar bir tarafa yazara birkaç önemli tavsiyem olacaktır.Bunlardan ilki, romanın kolay okunabiilirliğinden çok halisliğine odaklanması gerektiği olup bir diğeri ise kitap basılmadan önce gözden kaçanların fark edilerek düzeltilmesi olacaktır.Tabii bunun için iyi editörlerle çalışması yazarımızın başarısını arttıracaktır.

 

Yazan : Berat Deniz MAZLUM

Yorum yapmak için lütfenKayıt Olunya da